Propaganda ve manipülasyon

Propaganda, belirli bir amacı, görüşü, olguyu, mesajı desteklemek, onu yaymak amacıyla bilinçli bir şekilde yapılan iletişim ve manipülasyon içeren bir kavramdır. Burada bilgi odak hedefli ve seçici bir şekilde sunarak, duygular, yönlendirme ile dil ve semboller kullanarak çoğu zaman da yanıltıcı bilgiler kullanılarak insanların düşüncelerini etkilenmeye çalışılır.

Propaganda genelde siyasi, ideolojik, askeri ve ticari amaçlarla kullanılabilir. Günümüzde de genelde bu amaçlarla kullanıldığı görülür. Genelde totaliter rejimlerde gördüğümüz bu dil, George Orwell’ın distopik romanı “1984”te de başarılı bir şekilde kullanılmaktadır. Kitabı biraz hatırlamak gerekirse; hikayenin geçtiği Oceania, “Büyük Birader” adı verilen bir liderleri tarafından yönetilmektedir. Burada “Büyük Birader”in fiziksel varlığından çok olgusuna rastlanmaktır. Ve o herkesi izlemektedir. Burada propaganda, hükümetin kontrolünü sürdürmek ve bireylerin düşüncelerini şekillendirmek için yoğun bir şekilde kullanılır.

Kelimeler haklı kontrol edecek şekilde seçilir, sorgulamayı yada düşünmeyi çağrıştıracak kelimeler yasaklanarak dilden çıkarılır ve halkın kullanımına anlam ifade etmeyen boş bir bil bırakılır. Bu arada yeni dil “Newspeak” adı verilen bir dile çevrilir. Aynı zamanda “Doublespeak” adı verilen çelişkili bir dil kullanarak gerçek anlamlar çarpıtır.

En önemli olgularından biri ise gerçeklerin çarpıtılması, sansür, devletin sürekli gözetimi gibi unsurları kullanarak propaganda ve manipülasyonun nasıl işlediğini göstermesidir. Yönetim, gerçekleri çarpıtır, sürekli kendi başarılarından bahsederken gerçekleri sansürler. Halk sadece ona verilenin doğru olduğunu kabul eder ve tarih her zaman için değişkendir. “Büyük Birader seni izliyor” olgusu ile de halkın hareketleri ve ifade özgürlüğü kısıtlanmakta hatta ve hatta “Düşünce Polisi” ile birlikte daha bu olgular filizlenmeden koparılmaktadır.

Peki propagandanın etkisinden korunmak ve eleştirel becerileri geliştirmek için bilgi kaynaklarını çeşitlendirmeleri, eriştikleri kaynakları doğrulamaları, eleştirel becerilerini geliştirmeleri, istatistikileri anlamaları ve duygusal manipülasyonları fark etmeleri gerekmektedir. Tüm bunların başında da birey kendi araştırmasını kendi yapmalıdır.

Aslında manipülasyondan korunmak için ne yapmamız gerektiğini söylerken manipülasyonun da nasıl olması gerektiğine değinmiş olduk. Onları da bir özetleyelim:

Duygusal manipülasyon, sosyal kanıtlar, tekrar ve sloganlar, otoriteye itaat, insanların temel ihtiyaçlarına odaklanma, bilgi kontrolü, inançların güçlendirilmesi, manipülatif dil kullanılması.

Şimdi biraz daha anlaşılır olması için bunlara örnek verelim.

Duygusal manipülasyon: İçeride bir düşman belirlenerek halkın öfke, sevgi, nefret, korku gibi duygularını harekete geçirilir. Mesela 1984’de nefret günleri vardır ve diğer ülkenin başkanına nefret kusulur. “Bunlar böyle yaptılar, biz bunu yaptık”, “bunlar terörist, bunlar dinsiz” gibi tabirler kullanılabilir.

Sosyal kanıtlar: İnsanlar diğer insanların ne yaptığına ne düşündüğüne kendisinden daha fazla dikkat eder. Toplumda yaygın bir şekilde kabul gören düşünceleri, inançları veya eylemleri örnek göstererek bunları manipülasyonlara dahil edilebilir. Dini bir olguya değer bahşedip onu rakip tarafından küçük düşürülüyormuş gibi gösterebilir, masum bir toplantıyı bir terör eylemi gibi yönlendirebilirsiniz.

Tekrar ve sloganlar: Olmazsa olmazlardan biri propaganda, mesajlarını tekrarlamak ve basit sloganlar kullanmak suretiyle hafızada kalıcılığı arttırmaktır. İnsan zihni, tekrarlanan bilgileri daha kolay kabul eder ve hatırlar. Sloganlar, basit ve etkileyici bir şekilde propaganda mesajını iletmek için kullanılır. Yaparsak biz yaparız, yola devam, biz biriz gibi…

Otoriteye itaat: İnsanlar otorite figürlerine saygı gösterme eğilimindedir. Otorite figürleri oluşturmalı ve propaganda bu kişileri ve kurumları kullanarak etkinliğini arttırmalı. Otorite figürleri, insanları propaganda mesajını daha kolay kabul ettirir. 1984’de Büyük Birader bunun örneğidir.

Grup kimliği: İnsanlar, bir gruba aidiyet hissiyle hareket ederler ve gruplarının değerlerini savunurlar. Hedef kitlenin grup kimliği kullanılarak, insanları belirli bir gruba ait olmaya ve grubun hedeflerini desteklemeye teşvik edilir. Bu toplumsal oluşumlar olurken, dini kimlikleri de içerebilir. Bunu perçinleyen şeylerden biri de o kimlik için çabalamaya başlamaktadır. İnsanların bir üst kimliği arzulaması da bunun içine girer.

Bilgi kontrolü: Bilgi seçici bir şekilde sunarak veya eksik bilgiler vererek insanların düşünceleri yönlendirilir. Bilgi manipüle edilir, insanların gerçekleri görmeleri engellenir veya belirli bir bakış açısına yönlendirilir. Bu egemen yönetimin elinde olan medyanın da etkisi ile propaganda mesajını kabul etmesini güçlendirir.

İnançların güçlendirilmesi: Propaganda, insanların inançlarını ve değerlerini destekleyerek onları ikna etmeye çalışır. İnsanlar mevcut inançlarını görüp onun teyit edildiğini bildiklerinde kendilerini daha güçlü hissederler ve bu durum propaganda mesajının kabul edilmesini kolaylaştırır.

Manipülatif dil kullanımı: En güçlü olgulardan biri de bu dur. Propaganda, sözcük seçimlerini, retorik teknikleri ve manipülatif dil kullanımını etkili bir şekilde kullanır. Duygusal tepkileri harekete geçirmek, tartışmayı yönlendirmek veya karşıt görüşleri zayıflatmak, algı yaratmak için kullanılır. Genelde bu dilde dikte eden bir üslup vardır.

Etrafımıza baktığımızda bir çok manipülasyona maruz kalıyoruz. Medya, reklam, sosyal medya, finansal, dini, siyasi manipülasyonlar bunlardan bazıları. Bunlar birer birer olduğu gibi hepsi birden de olabiliyor. Mesela bir seçip propagandasında bu türlerin tamamına hatta daha fazlasına maruz kalabiliyoruz. Bu manipülasyonlardan insanın kendisini tamamen sıyırabilmesi neredeyse imkansız. Bu sebepten dolayı bunlara mümkün olduğunca maruz kalmamak, bilinçli yaklaşmak gerekli. Bilhassa 1984’te de görebileceğimiz gibi bu manipülasyonalara maruz kalmak bir süre sonra itaat ettirmeyi kabullenmek ve özgürlükten ödün vermek anlamında. Tabii burada tüm algının değişmesi ile birlikte kavramların da anlamlarının değiştiğini unutmamak gerekli.

Peki, tüm bu algıya, bilince herkes sahip olabilir mi? Hayır elbette olmaz. Bu sebepten dolayı eğer bir değişim istiyorsanız sizin de belli bir kesimi yaptığınız propagandalarla kendinize çekmeniz gerekecek. O zamanda yukarıda belirttiğimiz sekiz maddenin uygulanması gerekmektedir. Aksi taktirde “ağzımızın tadı kaçmasın” mottosuyla değişim hiç bir zaman yaşanmaz.

bir oy bana, bir oy…

Efendim, çok fazla siyaset yapmayan ben, an itibari ile ona da başlıyorum. Yok aslında hiç sevmediğim şeyler bunlar o yüzden yine siyaset yapmayacağım.

Sadece biraz düşünmek lazım. Demokrasi sürekli iktidarda olan bir zümre ile olmaz. Olursa da o demokrasi olmaz. O yüzdendir ki bu konuda kısıtlamalar gelmiştir. Değişen cumhurbaşkanlığı sebebi alengirli bazı olaylar var ama işin aslı bir kişinin iki kez seçilmesi üzerinedir. Geçmişe bakıldığında üst üste iki dönem ve geçmişte de üç dönem olarak düzenlenmiş. Aslında zamanına başbakanlık seçimleri için böyle bir kısıtlama yoktu. Ancak o dönemde de cumhurbaşkanı alınan bazı kararlara müdahale ettiği için aslında kısmen göz ardı edilebilecek bir durum.

Ancak şu an devran değişti.

Yani sistem değişti…

Bunları da geçtim. Siz kime uzun süreli yetki verirseniz bu ben de olabilirimi o yetki ve güç kendine ve etrafındakilere konfor alanı yaratır. Bu insanların hayatını, yaşam kalitesini ilgilendiren bir seviyede yetki ise bu süre kesinlikle belli kısıtlamalara dahil olmalı. İşin aslı budur. Maalesef bir takım olaylar sebebi ile bir metrelik oy pusulasını dolduracak kadar partiye sahip ülkede sadece bir, iki parti kalmıştı. Hatta bir ara bir de diyebiliriz. Şöyle geçmişe baktığımızda çok nadir üst üste iki dönem başbakanlık yapmış parti mevcut. Yani halk birilerini sürekli deniyormuş. Şimdi ne oldu da böyle oldu? İşte bu sorunun cevabı uzun ve dipsiz bir kuyu.

Aslında bana kalırsa her sene bir parti alsın yönetimi bakalım kim ne yapıyor, kim daha istikrarlı, sonrasında biz de içlerinden birini seçelim. Eh ülke zaten lay lay lom ne değişecek ki 🙂

Velhasıl bakın bu konuda yazamadığım, siyaset yapamadığım belli… Böyle düşüncelerim saçma sapan alakasız yerlere gidebiliyor. Ama dediğim gibi. Nerde çokluk orada bokluk demiş ya atalarımız… İşte oldu olacağı her yer boka battı. Artık silkinmenin zamanı geldi.

Kişisel gelişimcilerimizin dediği gibi: Konfor alanımızdan çıkalım.

Kim olursa olsun, şimdiden daha özgür, daha konuşabilen, daha güçlü, en önemlisi de daha eğitimli olabiliriz.

Biraz kitap: Osamu Dazai – İnsanlığımı Yitirirken / Amin Maalouf – Uygarlıkların Batışı / Jan Løhmann Stephensen – Yaratıcılık / Annie Ernaux – Boş Dolaplar

Zaman nasıl geçiyor emin değilim. O da emin değil ki nasıl geçtiğini bilmiyor. Hal böyle olunca ha bugün ha yarın, yazardım ederdim derken, ki yazmamamın da bir sebebi var ki yakında kokusu çıkar (buraya yazmaktan bahsediyorum elbet). Bu sebeptendir ki sürekli zikrettiğim bu hususa girmeyip, uzun zamandır yapmadığım bir kaç kitap önerisinde bulunayım.

Osamu Dazai – İnsanlığımı Yitirirken: Kendini yalnız, umutsuz ve hayattan bıkmış hisseden bir karakter (acaba kim bu?) olan Yozo’nun hikayesini anlatıyor. Kitap, Yozo’nun iç dünyasının derinliklerine inerek ve onun yaşadığı depresyon, kaygı ve intihar eğilimlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Kahramanımızın psikolojisi, çocukluğundan itibaren yaşadığı travmatik deneyimler sebebiyle bozuluyor. Ailesi, onu sürekli eleştiriyor ve hor görüyor, bu da onun kendine güvensiz olmasına ve kimlik krizi yaşamasına neden oluyor. Ailesinin toplumsam statüsü sebebi ile toplum tarafından kabul edilebilir davranışlar sergileme baskısı altında kalan Yozo, kendini tamamen yalnız hisseder ve kendini ifade etme konusunda da büyük zorluklar yaşar. Kendini ifade edememesi etrafındaki insanların ona yabancılaşmasına neden olur. İnsanların onu anlamadığına inanarak, kendi kendini yalnızlaştırır ve içine kapanır.
Yozo, birçok kez intihar etmek istese de, bunu yapmak için yeterli gücü veya cesareti bulamaz. Bu, onun kendine karşı duyduğu nefret ve kendini suçlama duygularını arttırır. Kitap boyunca, bu mücadelesi ve içinde bulunduğu psikolojik durumlar detaylı bir şekilde anlatılır. Sonunda amacına da ulaşır.
Kitabın Osamu Dazai’nin bir otobiyografisi olduğu düşünülmektedir. Kendisi biraz bu durumu reddetse de kısa söre sonra kitabındaki karakter gibi intihar etmiştir.

Amin Maalouf – Uygarlıkların Batışı: Maalouf bu kitapta tarihte beş büyük uygarlığı ele alır: Batı Roma İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, İslam Uygarlığı ve Song Hanedanı Çin’i. Ve her uygarlık, neden çöktüğüne dair ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulur. Bunu yaparken de kendi kökeninden ve aile geçmişinden anlatıalrda bulunur.
Maalouf, uygarlıkların çöküşüne ilişkin birçok neden öngörür. Bu nedenler arasında dış etkenler, iç kargaşalar, siyasi istikrarsızlık, savaşlar, ekonomik krizler, doğal afetler ve kültürel çatışmalar yer alır. Yani bilinmedik, yaşanmadık, yani şu tarihte görmediğimiz bir şey yok. Bazen bu kadar çok şey yazılıp çizilmişken neden hala bir şeyleri anlamıyoruz bilmiyorum. Biliyorum aslında. Okumak şart!
Bugün, geçmiş uygarlıkların çöküşlerinin etkileri hala hissedilmektedir. Kültürel çatışmalar, siyasi istikrarsızlık, savaşlar ve ekonomik krizler hala dünya genelinde yaşanmaktadır. Ancak, tarihte yaşanan olaylardan ders çıkarmak ve gelecekteki uygarlıkların çöküşünü önlemek için çaba göstermek önemlidir. Meraklıysanız okuyun derim.

Jan Løhmann Stephensen – Yaratıcılık: Kitap yaratıcılığı tanımlayan ve neden yaratıcılığın bugünün dünyasında ne kadar önemli olduğunu açıklayan bir dizi bölümlerden oluşmaktadır. Stephensen kitapta, yaratıcılığın sadece sanat ve tasarım dünyasında değil, aynı zamanda iş dünyasında da önemli olduğunu ve inovasyonun anahtarı olduğunu savunur. Kitap, yaratıcılık ve yenilikçilik sürecindeki temel adımlar hakkında pratik bilgiler ve öneriler de sunar. Stephensen, yaratıcılığın herhangi bir disiplinde geliştirilebileceğine ve herhangi bir seviyedeki yaratıcılığın özgün ve değerli olabileceğine inanır. Kitap, yaratıcılık ve yenilikçilik sürecindeki zorlukları ele alır ve bunların nasıl aşılacağına dair ipuçları sunmaktadır.
Aynı zamanda kitap, yaratıcılık ve yenilikçilik sürecinde takım çalışmasının da önemli olduğunu vurgulamaktadır. Takım çalışmasının yaratıcılığı nasıl artırabileceği ve farklı disiplinlerden insanların bir araya gelerek inovasyonu nasıl artırabileceğini de açıklar.
Okunmadı gereken bir kitap.

Annie Ernaux – Boş Dolaplar: Kitap, Denise Lesur’ün çocukluğundan yetişkinliğine kadar olan hayatını, toplumsal ve kişisel tarih arasında bir köprü olarak ele almaktadır. Kitap, Denise Lesur’ün yaşamının deneyimleri üzerinden, toplumun geniş anlamda geçirdiği değişimleri de yansıtmaktadır. Kitap, özgün bir otobiyografik roman olarak kabul edilir. Kitap, karakterin çocukluğundan başlayarak, yetişkinliğine kadar geçen sürede iç dünyasındaki değişimleri ve psikolojik süreçleri ele alır. Bu şekilde yazar, okuyucuya kendi deneyimlerini bu şekilde anlatırken, aynı zamanda okuyucunun kendi yaşamlarına da bir ayna tutar.
Yazar kendi hayatındaki deneyimler üzerinden, toplumun genelinde yaşanan değişimlerin de yansımaları görülür. Kendi ailesi ve toplumsal sınıfı hakkındaki betimlemeleri, Fransa’nın dönüşümü üzerine ipuçları verir. Yazar, ailesindeki değişimlerin kendi kişisel hayatında da yarattığı etkileri ele alarak, okuyucuya kişisel hayatın nasıl toplumsal değişimlerin bir yansıması olduğunu gösterir.
Kitapta, yazarın kendi psikolojik süreçleri de ele alınır. Yazar, kişisel hayatındaki değişimlerin, özellikle cinsellik konusundaki tabuların nasıl psikolojik etkiler yarattığını ve kişiliği nasıl etkilediğini anlatır. Bu psikolojik betimlemeler, okuyucuların yazarın düşüncelerine ve duygularına daha yakından bakmasını sağlar.

bir uykusuzluğun ardından

Tüm günü hatta ve hatta akşamı uykulu geçirdikten sonra nedense yatağa girdiğimde birdenbire uykum açılıyor ve o ana kadar uyuşukluk konusunda eline su dökemeyeceğim beynim tüm enerjisini o kısacık zaman aralığında sarfetmeye çalışarak beni uykumdan ediyor. Ya arkadaşım tamam düşün, taşın, tasarla buna bir lafım yok ama bunu uyumak için yattığım vakit yapmasan ya! Sabahında kalkıp çalışmak işe gitmek gibi bir sorunsal var.

İşte bütün sorun bu aslında. Sabah işe gidip zamanını orada harcamak. İşte hal böyle olunca birinden birini erteliyor ya da tercih etmek zorunda kalıyorsun. İlham dediğin şey ya da o yazma, düşünme, kurgulama arzusu istediği zaman gelmiyor insana. Tamam bu işi de çalışarak bir şekilde örtbas ediyorsun ama yine de bir yerden mumu yakacak kıvılcımın çakması gerekiyor. İşte o kıvılcımı daha sonra çalışarak büyütüp yeşertiyorsunuz.

Benim ilk kitap da öyle olmuştu. Aslında ikincisi de öyle oluyor. Zaten var olan o çok hayalperest olduğum dönemden gelen ve zamanla oturmuş pratikle birlikte kendini geliştiren bir şeydi. Aslıda dün yaşadığım da böyle bir şeydi. Son kitabım aslında, son okuma için raftan inmişken birdenbire aklıma farklı bir fikir geldi. O muydu bu muydu böyle mi olsaydı derken, benim uyku uçup gitti. Üç saat yatakta debelenerek geçti. Aslında yapmam gereken kalkıp aklımdaki her şeyi kurgulamak usulüne uygun bir kurgu ile akışa sokmaktı ama elbette bunu yapmadım.

Bilin bakalım neden?

Çünkü sabah erkek kalkmam lazımdı.

Bu sebeptendir ki bu sebeplerden dolayı bütün izinlerimi, tatillerimi heba ettim. Bu sene etmem ama.

Durun ben ne anlatıyordum? Yine uyku bastırdı. Malum sabah erken uyandım.

Bu arada Ahhh Belinda’dan bahsedeyim. Son dönemlerde filmlerden çok bahsetmedim. İzlemediğimden değil. Ama ne bileyim yazmak biraz zor geliyor. Bari podcast yapayım dedim, konuşmak bile zor geldi. Bu arada iş vesilesi ile iki üç saat konuşmak zorunda kaldım. Artık ne kadar süredir konuşmuyorsam çenem ağrıdı resmen. Bir de poscastde. Ne bileyim ya. Aslında sorunum kocaman beyaz kışım da değil ama bilemedim işte. Var bir şeyler var bir tutarsızlık.

Neyse kesiyorum.

Yok ya Ahhh Belinda demiştim. Olmamış ya. Ya da ne gerek varmış? Netflix bu kadar para harcamaya niyetliyse neden bana para vermiyor ki? Hemen istifa eder, merkez bankasını kıskandıracak şekilde film, senaryo, kitap basarım.

Durun ne diyordum?

Evet olmamış. Olmamış…

B-5: Bilgisayarınızdaki şeytan: Evilspeak

Herkes yapay zekanın bu kadar içine düşmüşken, size teknoloji, bilgisayar ve bunun gibi şeylerin şeytan icabı olduğunu bir kez daha net mi net gözlerimize sokan bir hikâyeyi anlatmak isterim. Efendim bu mübarek günlerde halkımızın kurtuluşu için bizim de sofrada bir tuzumuz olmasın mı?

Hikayemiz Stanley Coopersmith adında bir kardeşimiz hakkında. Anasız, babasız garip bir yetim olan Stanley, askeri akademide vatanına milletine yararlı bir evlat olmak için eğitim görmektedir. Ancak bu kardeşimiz hem sınıf arkadaşları hem de öğretmenleri tarafından dışlanmak suretiyle eziyete maruz kalmaktadır. Tabi hal böyle olunca Stanley kardeşimiz kendini sağa, sola, bodrumlara atar. En çok takıldığı yer ise kilisenin altındaki eski bir şapeldir. Buraya indirdiği bir bilgisayar ile de hem robotik kodlama öğrenir hem de yazılımını geliştirir. “Bilgisayarım ve ben birbirimize yeteriz” diye ortalarda dolanırken, yıllar önce bu şapelde rahipler tarafından yapılan ritüellerin kopyasının bulunduğu bir kitap geçer eline.

Zorbalığa uğrayan Stanley kardeşimiz. Uyuyan yılanı uyandırdınız o’lum.

Stanley başta bunun ne olduğunu anlayamaz ve bilgisayara bu yazıların mealini sorar. İntel’in iAPX86 işlemcisinden hallice işlemci, şeytanı da arkasına alarak quantum işlemcilere de taş çıkartır ve 8 bit ekranda suretini göstermekle birlikte canlanır kanlanır. Garibim Stanley ise dünyalar arası bu bilgisayarın keyfini çıkarırken, derslerini geçmek için küçük büyüler yapar.

Ama şeytanı kutuya kapatamazsınız. Bir yandan sesiz sedasız ilerleyen kötülük sonunda Stanley’i gaza getirerek, ona kötü davrananlardan intikam almak için aklına girer ve Stanley bu gazla herkesi öldürmeye başlar. Son olarak şeytan bedeninde zuhur bulur ve herkesi katleder.

ilim irfan, işte görmek istediklerimiz, no instagram no tik tok

Kiliseyi yakar, domuzları insanalar saldırtır, onların kalplerini söker, kellelerini uçurur. Tabi Stanley kendi sonunu da böylece kendi getirmiş olur.

Onlar erer muradına… Yok bu değildi…

Uzun lafın kısası bu hikayeden çıkaracağımız sonuç, bu ve bunun gibi şeytan icatları ile uğraşmamanız yönünde. Maazallah şeytan, şeytan olmasa bile ağ aracılığı ile yayılan Dâbbetü’l-arz sizi eline geçirebilir. Bakınız bu her şey olabilir. Bırakın Stanley kardeşimiz gibi ondan bundan intikam almayı, kıyameti bile getirebilirsiniz.

Kana susamış şeytanlardan uzak durunuz.

Hem ne işiniz var arkadaşım sizin bilgisayar, internet, telefonla. Oturun bokunuzla oynayın…

uçur beni bebeğim, pardon bilgisayarım, yok şeytanım…
midem bulanınca ben vs şeytan
Back to Top