1. Firebird

Bütün saçmalıklar beni bulur. Şimdi anlatacağım da bunlardan birisi. İnanmayacağınızı biliyorum. Zaten inanmak zorunda da değilsiniz. Ama samimiyetle söylüyorum ki anlatacaklarımın hepsi gerçek. Bazen ben de bu yaşadıklarına inanamıyorum ve hepsinin bir hayal olduğunu düşünüyorum. Bu sebepten dolayı sizden inanmanızı da beklemiyorum. Ama hikayemi dinleyince böyle bir şey nasıl hayal olabilir deyip beni delilikle suçlayabilirsiniz. Bunu anlarım ama sizi temin ederim ki ben deli değilim. İstediğiniz takdirde gerekli testleri bile yaptırabiliriz. Gerçi vakti zamanında yaptığım IQ testlerini de gösterebilirim size. Bu bir delinin IQ’şu 170 olmaz değil mi? Yani ben sıradan biriyim. Ne çok deli, ne çok akıllı. Sadece tuhaf şeyler beni bulur. Çok tuhaf şeyler…

Çocukken çok uysalmışım. Bir köşeye bıraktıklarında sesimi, soluğumu çıkarmadan öylece saatlerce biri beni alana kadar olduğum yerde sessizce kalırmışım. Öyle ki beni çok unuttukları ve bulamadıkları olmuş. Aslında simdi de öyleyim. Çok fazla şeye karışmaz, herhangi bir kriz durumunda olayı fazla büyütmez, başımı genelde öne eğer yada bir şey duymamış gibi öylece umursamadan çekip giderim. İster korkaklık deyin ister başka bir şey, bence bu yıllardır aklımın geliştirdiği bir korunma mekanizması. Her ne kadar zaman zaman basıma gelen tuhaflıkların bundan kaynaklandığını düşünsem de aslında bir çok oluşabilecek sorundan da korunduğumu  düşünüyorum.

Neyse zaten konu benim düşüncelerim değil. Yaşadığım garip olay. Ya da olaylar demeliyim ama bir iki satır da olsa beni tanıyın istedim. Aklımın yerinde olduğundan. Şimdi hikayeme geçebilirim.

Adım Deniz. Babam Deniz Baykal’ı çok sevdiği için adımı Deniz koymuş. Bana sorarsanız eğer kendisini hiç sevmem. Bu yüzden bu isim konma işinin bahsini de çok yapmam. Çok sıkıştıran olursa babam denizi çok severmiş der geçiştiririm. Siyaset yapıp ikileme düşmeye gerek yok.  Ama bu kaset meselelerinden sonra babamla konuşmayı isterdim. Ne derdi acaba? Gerçi cevabını tahmin edebiliyorum. “Erkek adam şeyde mi yapmasıydı?”

Evet şimdi anlatmaya başlıyorum. Sanıyorum gereksiz ayrıntılarım buraya kadardı.

Sessiz sakin olduğundan bahsetmiştim. Hatta bazen unutulduğumdan. Bu sadece küçükken yaşadığım bir olay değil. Mesela şimdi de unutuldum. Kimse beni tanımıyor. Çoğu kez insanlar görmezden geliyor. Thruman Şov setindeyim ve herkes beni görmek için anlaşmış. Şu an yaşamıyor da olabilirim. Belki de araftayım. Bu sizi üzüp korkutmasın. Ben bu duruma alıştım. Hatta bazen keyifli bile oluyor. Belki bu kısımları da anlatırım.

Ocak ayıydı. Yılın ilk günleri soğuk geçmişti ama ilk haftasından sonra soğuk yerini ılık bahar günlerine bırakmıştı. Havaların bu dengesizliği herkes gibi benim metabolizmamda da garipliklere sebep olmuştu. Mesela çok çabuk yoruluyordum, akşamı bile edemeden esme!eler halinde uyku tramvayları yaşıyordum. Tam!on edersiniz ki bu da dikkat sorununu beraberinde getiriyor.

Aksam iş çıkışı eve doğru yürümeye başladım. Yürüdüğüm kaldırımın yanından Yıldız’a kadar uzanan yol trafik sebebi ile arabalara park yeri olmuştu adeta. Motor sesleriyle birlikte, anlamsızca çalan korna seslerini tahmin edebiliyorsunuzdur. Yani sıradan bir akşamdı. Bu sıradanlığı bozan duyduğum, bir adamın bağırışları oldu.
“Şerefsizsiniz siz… şerefsiz… birde kadın var yanında kadın denirse…”
Adamla aramda beş metre kadar vardı. Hemen kaldırımın kenarında durmuş, yolun solunda park terinde duran arabaya bakıyor ve bağırıyordu. Ne oldu diye merak ettim ancak adımlarımı hızlandırmadım. Aynı hızımı koruyarak dikkatimi biraz daha karşımda olan biten olaya vererek yürümeye başladım. Adama yaklaştığımda, son kelimelerini saffetti ve önümden hararetli hararetli yürümeye başladı. Bir yandan telefonunu çıkarmış, dokunmatik telefonun ekran kilidini açmaya çalışıyordu. sanki az önceki harareti gitmişti. Adamın az önce bağırdığı yere geldim ve merakıma yenik düşerek o tarafa doğru baktım. Kırmızı eski model bir araba gördüm. Arabalardan çok anlamam ama bu Pointac’tı. Bir Pointac’ı nerede görsem tanırım hemde 1979 model Firebird. Tabi 1982’de olabilirdi. Sonuçta benimle yaşıt bir araba karşımdaydı ve çöken karanlığa rağmen göz alıcı bir şekilde parlıyordu.

İlk defa bir Pointac’ı gözlerimle görmüştüm. Pointac merakımın nereden kaynaklandığını bende pek hatırlamıyorum. Sanırım bunun sebebi Transformes’taki Jazz’ın Pointac olması. Jazz, Pontiac Solstice’di ama tüm Pointac’ların çizgisi aynı. Yani bir Pointac her zaman kendini belli eder.

Firebird’den gözlerimi alıp arabayı kimin kullandığını kontrol etmek istedim. Durmamıştım ama adımlarımı durmaya yakın atıyordum. Şoför koltuğunda kel bir adam vardı. Bildiğiniz klasik memur tipi. (Bu arabaya benzini nasıl yetiştiriyorsa?) Yolcu koltuğunda ise sarışın bir kadın. Hem de o kelin yanına yakıştıramayacağım güzellikteydi. Hemen arka koltukta da bir başka kadın oturuyordu.

Firebird’in motorundan çıkan ses ile birlikte vücudumun da sarsıldığını hissettim. Sanki sekiz silindirin tüm titreşimlerini hissedebiliyordum. Sanki o an bütün sesler kesilmişi sadece Firebird’ün sesi çıkıyordu. O esnada burnuma dolan benzin kokusu da beni mest etmişti. Derin bir gaz sesi duydum. İstemsiz gözlerim şoföre doğru kaydı. Gördüğüme inanmak istedim ama aklım bana oyun yapıyor olabilirdi. Adamın gözeri kocamandı hatta kadının gözleri bile. Sanki Walter Keane’in* bir tablosu gibiydi karşımda duran manzara.

O esnada araba birden hareket etti ve istemsizce arkasından baka kaldım. Hem yürüyor hem bakıyordum Gördüğüm gerçek olamazdı. Kendimi topladım. adımlarımı onlara bağırdığımı düşündüğüm adama doğru hızlandırdım. Telefon ile birileriyle konuşuyordu. Ne dediğini duymak istedim. Sanki tüm şehrin gürültüsü bir kaç kat artmıştı. Hiç bir şey duyamamıştım. Adam önümden markete doğru döndü ve gözden kayboldu.

Üç gün hiçbir şey olmadı yada ben fark etmedim. O akşam eve gittiğimde daha saat yedi bile olmamışken uykuya daldım. Sorunsuz bir uykuydu. Ne bir rüya ne de başka bir şey hatırlıyorum. Ertesi sabah sekizde uyanmıştım. Çok uyumanın verdiği bir rehavet vardı üzerimde. Üçüncü günün sonunda artık olan biteni unutmuştum bile. Üçüncü günün sabahı, sanıyorum ayın yirmi ikisiydi saat yedi buçukta ise gitmek üzere evden çıktım. Apartmana sığınmış kedinin dışarı çıkmasını beklerken sokağın köşesini dönen bir Firebird gördüm. Yine kan kırmızısı rengindeydi. Bir an için üç gün önce yaşadıklarımı hatırladım.

Etrafıma biraz daha dikkatle bakara yürümeye başladım. Sanki her köşeyi döndüğümde bir Firebird benden saklanırcasına o da köşeyi dönüyordu. İstanbul’da bu kadar Firebird olduğunu fark etmemiştim. Ya da aynı Firebird beni izliyordu.

Beni neden izleyebilirdi ki? Yani izlemesi için hiç bir neden yoktu. Acaba beni onlara bağıran adam mı sanıyordu? Yok canım, o olmadığım pekala belliydi. O günden sonra ne olmuştu? Yani ben bu Firebird’leri görmüş müydüm? Yo hayır.

Ana caddeye çıkana kadar döndüğüm her sokaktan kaybolan bir kırmızı alev gördüm. Alev gibiydi ve onları her gördüğümde vücudum yanmaya başlıyordu. Yavaş yavaş kendimi kaybetmeye başlamıştım, kesin biri beni izliyordu. Bu şüphe beni daha temkinli ama garip hareket etmeye itmişti. Mesela sık sık arkama bakıyordum. Hatta yürürken karşıma çıkan mini etekli kadınlar bile dikkatimi çekmiyordu.

Kırmızı ışıkta beklerken etrafıma tekrar bakındım. O esnada yanımda benimle birlikte bekleyen bir kara kedi gördüm. İstemsizce sağ elim saçıma gitti ve parmaklarıma asına sıkışan bir tutam saçı çektim. Hemen kulağımın arkasındakileri. Daha gür olanları yani. Kara kedi uğursuzluk getirirdi hatta bu kapkara biraz irice kedinin bazı rivayetlere göre şekil değiştirmiş cin olma ihtimali bile vardı. Her ne kadar saçımı çeksem de böyle hurafelere inanmam. Saç çekmemi sorarsanız o da tamamen refleks.

Yeşil yandığında hareket ettim. Kedi de benim bir adım arkamdan geliyordu. Evrim bu olsa gerek, hayvanlar da toplu yaşama alışıyorlardı. İnsan olarak her şeyi kendimize benzetiyorduk vesselam.

Bir kaç adım attım. Kedi hala peşimdeydi. Demek ki aynı yöne doğru gidiyorduk. Kedinin peşimde olması biraz olsun Firebird’leri aklımdan uzaklaştırmıştı. Taki karşı şeritten ard arda gelen üç kırmızı Pointac’ı görene kadar. Şaşırıyordum, takdir edersiniz ki şaşırmakta hakıydım da. Firebird’lere bakarken yanımdan bana arkasını dönerek geçen bir kadın fark ettim. Kısaca kadının arkasından baktım ve o esnada yanımdaki kedinin tüylerinin kabarmış olduğunu hissettim. Sanırım kadın kediden korkmuştu.

Yürümeye devam ettim. akan trafikte he üç arabada bir Pointac görüyordum. Bu tamamen deli saçması bir olaydı. İstanbul’da bu kadar çok Firebird olması imkansızdı. Yine aynı araba tarafından takip edildiğim hissine kapıldım. Bu kez arabaların plakalarını kontrol ettim. Her biri farklıydı. Yani durup plaka değiştirmiyorlarsa hepsi farklı arabaydı. Plaka değiştirmeleri de bana imkansız geliyordu.

Birden aklıma bir fikir geldi. Nedense bu aklıma fikir gibi geldi. Arabanın içindekilere bakmak. yani gözlerine. Sonuçta bu Pointac’lar nasıl hayal değilse, üç gün önce karşılaştığım koca gözlerde hayal olmazdı.
Tabi bu kendimi akıllı çıkartma çabalarımdan biriydi.

Evet, hayal görmemiştim,. Nasıl sevindim size anlatamam olduğum yerde sıçradım. hareketlerimi hızlandırdım. Heyecan dolmuştu içime. Sonra her geçen arabanın içine dikkatle baktım. Gözlerim koca gözlü birilerini arıyordu ama sadece Firebird’lerin içindekilerin gözleri Türk kahvesi fincanı kadar büyüktü. Ben onlara ne kadar dikkatle bakıyorsam onlarda bana o kadar dikkatli ve tedirgin bakıyordu. İyice meraklanmaya başlamıştım. Onlar neyse yada kimlerse benim onlardan korktuğum kadar onlarda benden korkuyordu.

Çalıştığım binaya kadar geldim. Fark ettim ki kedi hala peşimdeydi. Ben binaya girerken kayar kapının önünde durdu ve etrafa bakınmaya başladı. Masama geçince hemen bilgisayarın başına oturdum ve araştırmaya başladım. Ne araştıracağımı da bilmiyordum. “Büyük gözler” yazdım, “Firebird kullanana büyük gözler” yazdım, hatta saçmalayıp ” fincan göz” bile yazdım. kayda değer bir şey bulamadım tabi ki.

* Margaret Keane

Siz ne düşünüyorsunuz?

Back to Top
%d blogcu bunu beğendi: