1803

Henüz sabah olmuştu. Gözyaşlarımı karıştırdığım uykusuzluk, gözlerimin şişmesine sebep olmuştu. Aslında benim için en zor anlar bu anladı. Sabahı bir çırpıda etmiş ancak işe gitmem için kalan iki saati nasıl değerlendireceğimi bilmiyordum. Aslında bu yüzden gündüzleri sevmiyorum. Zaman gün ışığında daha fazla belli ediyor kendini ve insanı daha yavaş kemiriyor.
Elbette uyuyabilirim, ancak uyandığımda kendimden daha da nefret edeceğimi biliyorum. Yüzümün maskesi daha da düşmüş olacak, bir boka benzemeyen bu suratla insanların göz zevkini bozmak istemiyorum. Bu gün için izin alabilirim ama şu anda hiç bir köşesine oksijen gitmeyen beynimin bu konuya karşı çıktığını görüyorum. Koca gün evde ne yapabilirim ki?

Şehir yeni aydınlanmaya başlamış. Sokak lambaları daha sönmemiş. Hava normalinden biraz daha soğuk. İçimin titremesiyle birlikte, dişlerimde birbirine vuruyor. Nereye gideceğimden habersizim, ayaklarımın beni sahile doğru götürdüğünü görüyorum. Sefil bir haldeyim. Biliyorum içimdeki titreme soğukla alakalı değil. Evimin dökük duvarları ile artık o kadar bütünleşmişim ki artık onlara bile yalan söyleyebilecek seviyeye gelmişim. Şimdi ise rüzgar içimdeki tüm huzursuluğu dışarıya vuruyor ve çenem söyleyemediğim tüm kelimeleri sayıklıyor usulca. Her düşüncem keskin bir yansımayla vuruyor gözlerime… Yavaşça kapşonumu başıma geçiriyorum yüzümün tamamını saklayacak şekilde.

Sanki hayalarım birer birer esiyor bana. Buz kesmiş vücudumda dudaklarımın üzerine akan bir sıcaklık hissediyorum. Elimin tersi ile sildikten sonra onu, bir kaç boş adım düşüncelerim ile sarsıyor ben. Düşmemek için bir destek arıyorum. İçimden bir ses “ne olacaksa olsun artık” diyor ve ne olacağını bilmeden. Gözlerimi kapatarak yürüyorum. Sanki bir başka dünyanın kapısı aralanıyor. Karanlık birden aydınlanıyor. Yanımdan geçen bir kaç ayak sesi bile beni kendime getirmeye yetmiyor. Biliyorum hepsi ayrı bir tiksinti ile bakıyor bana. Herkes gibi…