Tam iki yıl olmuştu. İki yıl önce bu gün yani 21 Aralık 2012’de binlerce insan hayatına son vermişti. Belki de kahinlerin bahsettiği felaket buydu. Dünyanın birbirine gireceği ve bir çok insanın öleceği kehanetleri… Aslında bunlar şartlandırmadan başka bir şey değildi. Her şey kahinlerin dediği gibi yönlendi. Büyük bir dünya savaşı çıkmadı ama küçük yerel yerleşimler, etnik köken, din, dil, ırk ayrımları, insan öğesinin en küçük parçaları, aile birimleri bile birbirine girmişti. Felaketlerin başlangıç tarihi ise, 21 Aralık 2012 idi. Son bir senesini rahat yaşamak isteyen insanlar ortalığı yağmalayarak tam anlamıyla savaş alanına çevirmişlerdi ve bu tüm ülkelere de yayılmıştı. Bazı siyasiler dünya çapında, bir örgütlenme, bir terör faaliyeti olarak adlandırmıştı olanları. Ancak onlar izin zaten herhangi bir hareket zaten terör hareketiydi.
Olaylar 21 Aralık tarihine kadar sürmüştü. 21 Aralık sabahı, kendilerine Cennet İzcileri adını veren ve hatırı sayılır bir üyesi olduğunu gördüğümüz bir topluluk, güneşin doğması ile birlikte, toplu intihar etmişti. Dünyanın bir çok kısmı bu şekilde birbirini yerken olayların yaşanmadığı tek yer ise açlıktan ağzı kokan, kabileler, ülkeler olmuştu. Şimdi ekonominin, siyasetin, toplumun, insanların birbirine girdiği yerde, onlar yükselişe geçmiş gözüküyorlardı. Bir diğer kahinin dediği gibi; batı çökecek, doğu yükselişe geçecek…”
20 Aralık gecesi bazıları merakla saatin 00.00 olmasını bekledi. Hayatlarının sonuna geldiklerine inanlar, dünyanın yok oluşunun acısını görmemek için canlarına son verdi, bazıları Tanrılarına daha çabuk ulaşmak için. Bazıları güneşi doğuşunu bekledi, bazıları öğle vaktini, bazıları ise akşam ezanından sonra sur’un üflenmesini. Ancak saatler ertesi günü, göstermesine rağmen, beklenenlerin bilinenlerin hiç biri olmadı. Ortaya yeni tezler atıldı. Bilinçsizlik içerisinde kalmış insan toplulukları ne yapacaklarını şaşırdı. Çünkü amaçlarını kıyametle birlikte yitirmişlerdi. Belki de en büyük kıyamet insan için amaçsızlık olacaktı. Kimse sevinmedi, üzülenlerin sayısı ise daha fazlaydı. İnsan toplulukları meydanlara toplanmış bilinçsiz bir şekilde, gök yüzünden bir alev topunun gelmesini bekliyorlardı. Ya da yerin yarılıp parçalara ayrılmasını. Yaşayanlar içerisinde kendini, ölü olarak görenler bile oldu. Onlara göre bir hayalet gibi ortalıkta dolanıyorlardı… Her biri araftaydı…
İnsanlar bir sene kadar bu başıboş bilinçsizlik içerisinde dolanıp durdu. Daha sonra yeni hiyerarşiler kurma yoluna gidildi. Din, dil, ırk her türlü ayrıma sebebiyet verecek kimlik kutuplaşması ortadan kalmış ya da yada etkileri çok azalmıştı. Belki de kahinlerin söylediği, o kutsal kitaplarda geçen, barış, sessizlik hali buydu lakin insan doğası gereği bunun uzun sürmesi imkansızdı. Dünya yine coğrafi bölgelere ayrılmış, yine devlet rejimleri altına bürünmeye başlamıştı ve kendini ilk toparlayan pastadan en büyük payı alacaktı. Yaşanan şokun üstüne aslında insanların bir tabiiyet altına girmek gibi hayalleri yoktu. Görünen şuyduki bu barış hali uzun süre devam edecekti.
Yaşananlara göre kıyamet kopmamıştı. Maya takvimi son bulmuş, yeni bir döneme geçilmişti. Mayalara göre ışıltılı insanların ortaya çıkacağı bir dönemdi bu. Diğer kahinlere göre ise, insan ırkının yükseleceği bir dönem. Yeni doğacak insanların bu yeni döneme uyum sağlayacağı safsatası yıllardır dolanıyordu ortalıkta. İnsanlar yeni doğan bebeklerdeki farklılıkları görmek için, onları incelediler, üzerlerinde deneyler yaptılar. Ancak normal bir bebekten daha fazlasına ulaşamadılar. İnsanlar için bir kehanet, bir tez daha hayal kırıklığına uğramıştı… Kalan insanlar de beyinlerini tam anlamıyla kullanamıyordu. Yani onlara da doğa üstü bir güç gelmemişti…
Tam iki yıl sonra bu gün her şey normale dönmüş gözüküyordu. İnsanlar olan bitenden bahsetmiyor, eski rutin hayatlarına dönmüş gözüküyorlardı. Olan bitenden bahsetmeme sebebi belkide yaşadıkları yıkımdı. Dünya nüfusunun yarısına yakını yok olmuş bu kez insanlar, Tanrıya ihtiyaç duymadan kendi kendilerini cezalandırmıştı. Belki bu da bir çeşit insan yükselişiydi.
Yaklaşık dört sene kadar sonra ilk defa resmi bir futbol maçı düzenlenmişti. Merkezlerden uzaklaşan insanlar, merkezlere tekrar geldiğinden yapıların arasına yerleştirilecek futbol sahaları inşa edilmiş, var olan sahalar ise revize edilmişti. Belki insanlar çağ atlamamış olabilir ama, çağ atlayan bir şey varsa o da inşaat sektörü olmuştu. Yeni yapılan binaların bilim kurgu filmlerinde gördüklerimizden hiç bir farkı yoktu. Bu gün ise ben ve iki arkadaşım Fenerbahçe, Galatasaray derbisini izlemeye gitmiştik.
Maç başlayalı, on dakika olmuştu. Bulunduğumuz yerden saha tam anlamıyla görülemiyor, maçın büyük bir kısmını dev ekranlardan izlemek zorunda kalıyorduk. Biraz yeni stadyumların biçiminden bahsetmem gerekirse, benim yaşımda olanlar hatırlarlar, eskiden açılır kapanır akordiyon gibi bardaklar vardı, saha tam anlamıyla onların açık şekline benziyordu. Sahaya olan açı gayet dikti. En üst katta olan bir insan aşağıya bakarak maçları izlemek zorunda kalıyordu. Futbol maçlarına eski rağbet kalmamış, üç beş kişi haricinde izlemeye gelen yoktu. Zaten eski yetenekli oyuncular da artık sahalarda yoktu.
Ortak bir karala maçan ayrıldık. Sahadaki sessizlik, oyuncuları tam anlamıyla göremeyişimiz, ayada alamadığımız tat bizi bunu yapmaya itmişti. Bana bu teklifi sunduklarında hiç tereddüt etmeden evet demiştim. Bir kaç gündür başım ağrıyor, gözlerimden yaşlar akıyordu. İçimde karamsarlık bulutu tüm yaşam isteğimi almış, hiç bir şey yapmak istemiyordum. Stadtan çıktığımızda arkadaşlarımla yollarımızı ayırdık. Artık ulaşmak isteyeceğimiz her şey, yürüme mesafesindeydi. Boş sokakta yürümeye başladım.
Artık Aralık o kadar soğuk geçmiyordu. Mevsim gün içerisinde değişiyor, bu yüzden her hava şartına hazırlıklı olmak gerekiyordu. Şimdi ise rüzgar çıkmış, hava iyice soğumuştu. Küçük kar taneleri, gök yüzünden, yer yüzüne düşmeye başlamıştı. Bu altı senedir yağan ilk kardı. Biraz karda yürümenin bana iyi geleceğini düşünerek yolumu uzattım. Kar kime kendini iyi hissettirmez ki? Eminim insanlar karın yağdığını gördüklerinde, evlerinden dışarı çıkacaklardır. Adımlarımı hızlandırdım ve yağan karın sessizce tadını çıkarmak için şehir merkezinden biraz uzaklaştım. Uzaklaştıkça kar yağışı ve rüzgar şiddetini daha da arttırmıştı.
Yavaş yavaş kardan adama bürünmeye başlamıştım. Ellerimle kar tanelerini havada yakalıyor, onları yakalıyor, nefesimle onları daha yere indirmeden eritmeye çalışıyordum. Yer beyazlamaya başlamıştı. Ayak izlerime şekil yapmaya başladım. Bir çocuktan farkım yoktu. Soğuğu hissetmiyor, karın benimle arkadaşlığı içimi ısıtıyordu. Bir sağa bir sola amaçsızca, sırıtarak koştum. Dışarıdan görenler olmuşsa eminim bana deli demişlerdir.
Nefesimin kitlenmeye başladığı anda eski bir evin pervazı altına oturdum. Etrafımdaki, karları toplayarak, küçük bir kardan adam yaptım kendime ve onu dizime oturtarak konuşmaya başladım. Anlatacak çok şey vardı. Yağmayalı nereden bakarsan beş sene olmuş, yokluğunda küçük çaplı bir kıyamet kopmuştu bile. Ortalık sessizdi, rüzgar ve benim sesimden başka etrafta hiç bir ses yoktu.
Bir süre daha kardan adamla konuşmaya devam ettik. Artık yollarımızı ayırmamız gereken zamana gelmiştik. “İşte böyle…” diye cümlemi bitirdikten sonra uzaktan bir ses duydum. Bu bir ağlama sesiydi, bir hıçkırık… Hem de bir çocuğa ait… Sesi dinlemeye koyuldum. Kardan adamı elime alarak sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Tek tük hıçkırıklar yerini ağlamaya bırakmıştı. “Kim var orada?” diye seslendim. Ağlama sesi kesildi, ancak hıçkırıklar belirli aralıklarla devam ediyordu. Yıkık bir evin yanına doğru yaklaşıp, başımı ileriye doğru uzattım.
Önce gördüklerime inanamadım. Küçük bir oğlan çocuğu duvara doğru yaslanmış ağlıyordu. Çırılçıplaktı, dört beş yaşlarında, sarı saçlıydı. Onun burada bu halde olması beni hayrete düşürmüştü. “Hey ufaklık burada, ne işin var?” diye seslendim ancak pozisyonunu hiç değiştirmedi. “Hey sana söylüyorum”. Çocuğun sağır olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu sebeple buradan geçen insanları duyup çıkmamış olabilirdi. Ancak buradan geçenler de mi onu duymamıştı? Yanına yaklaştım. gözlerim beni yanıltıyor olsa gerek, yanına yaklaştıkça çocuğun şeffaflaştığını fark ettim. Evet gözlerim yanılıyor olmalıydı, soğuk mu halisünasyon görmeme neden olmuştu acaba. Bir kaç adım daha attım, hayır yanılmıyordum, karşımda gördüğüm gerçekti. Ona yaklaştığımı fark edince arkasını döndü. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu, hemde gri renkte parlayarak. Beni görünce burnunu çekti. Hala şeffaftı. Ona baktığımda duvarı görebiliyordum.
Beni görünce kendini biraz geri çekti. Şaşırmış bir ifade vardı suratında, aynı benim gibi. Yüzü hala ağlamaklıydı. Parlayan gözyaşları gözlerinden süzülüyor, yere damlıyordu. Gözyaşları kuruyana kadar yerde parlamaya devam ediyordu. Elimi uzattım. diz çöktüm. Benimde onunla aynı boyda olmamın ona güven vereceğini düşünerek, ama ben güvende miydim bilmiyorum…
“Burada ne işin var?” diye sordum. Bu yaşta bir çocuktan aslında mantıklı bir cevap beklemiyordum. Hele ne olduğunu anlamadığım bir yaratıktan. Acaba konuşabiliyor muydu? “Sen” dedi, sesi cılız çıktı, “üşüyorum”u ekledi ardından. Montumu çıkardım yavaşça, ona doğru uzattım. Bir adım attı bana, bu adım bana güven vermiş olacak ki, ani bir hamle ile montumu çocuğun vücuduna sardım. Bu hareketi kendimden beklemiyordum aslında, o da beklemiyor olacak ki, kendini biraz geri çekti. Ona sarıldım. ısınmaya başlamıştı, kokusu tarif edemeyeceğim bir kokuydu, lavanta, kestane çiçeği? Bazı benzetmelerde iyi değilim ama eminim ki böyle bir koku yoktu yer yüzünde… Ne diyeceğimi bilmiyordum. Isınmaya başladıkça çocuk sarı renkte ışık yayıyordu ortaya. Gözleri ile bana baktı, lacivert gözleri ile ve gülümsedi. Gülümsemesinde bile ağlamaklı bir hal vardı. Gözlerine baktıkça kendimi kaybettiğimi hissediyordum. Boğazım düğümleniyor, midem sıkışıyordu. Çocuğun göz yaşları yavaşlamışta olsa, akmaya devam ediyordu. Bir damlanın elimin üzerine düştüğünü hissettim. Sebebini bilmediğim bir hıçkırık patladı ağzımdan ve göz yaşlarına boğuldum. Bu istem dışı bir ağlamaydı, ancak durduramıyordum kendimi. Birden ellerim çocuğun üzerinden kaydı ve yere düştüm. Vücudumda hiç takat kalmamıştı. Olduğum yere yığıldım. Cenin pozisyonu alarak hıçkırıklar içerisinde ağlamaya başladım.
Çocuk diz çöktü, eliyle başımı okşadı, gözyaşlarımı sildi. “Eve gitsek iyi olacak” dedi. Elimden tuttu. Sanki bir güç gelmişti bana. birden ayaklandım. Çocuk eski şeffaflığını yitirmiş, biraz daha matlaşmıştı. Yavaşça yürüyerek eve geldik. Kendimi sanki daha güvende hissediyordum artık.
Beraber yaşamaya başlayalı iki hafta olmuştu. Pek konuşmuyor, sadece televizyonu izliyordu. Belki de insanları tanımaya çalışıyordu. Onun hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Sormaya da cesaret edememiştim. Ancak bildiğim bazı şeyler vardı; evde kıyafet giymiyor, dışarıya çıkmıyor, en önemlisi de, onu benden başka kimse görmüyordu. Onun hayali biri olduğunu düşünmeye başladığım anda ona benzeyen başkalarının da olduğunu kulaktan dolma laflarla duydum Bir akşam iş çıkışı, bir kız çocuğuna da rastladım bana gülen… Demek ki akıl sağlığım yerinde, peki neden onları herkes göremiyor? Biz yeni döneme ayak uyduran insanlar mıyız? Yoksa kehanetlerde belirtilen ışıltılı insan türü onlar mı? Yoksa arafta son günümüzü mü bekliyoruz? Ya da bir notta okudum, onlar kürtajla alınan çocuklar mı?
Siz ne düşünüyorsunuz?