Bir yeni yıl yazısı yazma ihtiyacı duymadım. Sonra bir kaç gündür blog yazı girmediğimi gördüğümden bir yazı yazma ihtiyacı doğru içime. Eksik kaldım yani. Usuldendir yazan kişinin yeni yıl yazısı yazmaması olmaz. Temennilerimi yazmayacağım elbet. Muhtemel bir klişeyi aralamış olacağım ama 31 Aralık 2015’ten 01 Ocak 2016’ya geçişin gecesi hiç bir fark olmadı. Nitekim bu günde 2016’nın ilk pazartesisi de aynı sendromla geçti. Sendrom deyince Pazartesi Sendromu Kuşağına baya ara verdim. Yavaş yavaş geri dönmek lazım.
Blogta ufak tefek değişiklikleri fark etmişsinizdir. Tasarımı biraz sadeleştirdim ve klasikleştirdim. Bu temaya karar verene kadar türlü türlü tema denedim. Öyle fonksiyonu olsun, böyle baksın, şu şekilde amuda kalksın diye… Sonuç olarak günlerce uğraşın sonu sade temiz bir tasarıma “lanet olsun dostum” deyip, klasiğe döndüm. Sonuçta Elliot Alderson gibi kod bilgim yok. Benimki olsa olsa 3 sql komutunun, 5 css satırıyla çarpılmasıyla eş değer. Gerçi şimdi rahmetli ilk okul öğretmenimin sesi çınladı kulaklarımda. Elmayla armutu çarpamazsın oğlum.
Nerede kalmıştık? Bu yıl blog 10. yılı içerisinde. On yıldır bu işi yaptığımla övünmeliyim sanırım. Hem de aylık yirmi küsür yazı kapasitesiyle. Lakin bir şeyler eksik. Sürekli bir şeylerin eksikliğini hissediyorum. Neyin eksik olduğunu bilmiyorum belki okuyucunun yardımıyla bu eksiklikleri giderebilirim. Bu açıdan yorumlarınızı eksik etmezseniz sevinirim.
10 sene oldu dedim yani bende on sene yaşlandım. Yolun yarısını geçmiş durumdayım. Aslında bu on yıllık değişimin bu blogtan rahatça görülebilir. Bende arada bakıyorum eski yazılara. Biraz daha karamsar, biraz daha derin yazılar karşılıyor beni. Bazı yazılar için ben mi yazmışım diyorum. Evet biraz yazım konusunda profesyonelleşmişim ama bu profesyonellik sanki duyguları biraz almış götürmüş… Hala karamsar bir insan mıyım? Nispeten. Yani zaman zaman geliyor. Malesef yaşama dürtüsü asıl olamam gerekeni elimden aldığından geride kalan ben sosyal kaygılara düşmüş görüyorum kendimi. Bu kaygıları kısmen burada dile getirdim ama bir çoğu bende saklı.
Etrafımda çoğu eşim dostum blog tuttuğumu bilmez. Hatta yazdığımı bile bilmezler. Şurada adımı bile söylememişimdir. Nedir bu gizem diye zaman zaman kendime sordum. Neyden saklanıyorum ki? Cevabım kendimden oldu. Belki çoğu insan gibi ben de çift kişilik yaşıyorum ve bir diğerinin öbürüne karışmasını istemiyorum. Son dönemlerde ise bu farkın olmaması gerektiğini düşünmeye başladım. Sanki bu fark beni tam bir kimliğe oturmaktan alıkoyuyor. Bu saatten sonra koyuverir miyim bilmiyorum. Onu da zaman gösterecek. Şu blogta yazanlara bakarak entel izlenimi mi yarattım bilmiyorum sanki öyle sezinlenmeler var. Lakin sonuçta bende ne ondan ne bundan sıradan bir insanım.
Sıradanlığa gelelim. Sıradan insan olmak istedim mi hiç? Aslında istemedim. Yazayım bir farkım olsun istedim hep. Ancak hayat gailesi bir yerden kırpıyor sürekli. Benden de yazmayı kırptı. Yok ya aslında onu kırpan tembelliğim oldu. Ama o kadar işin gücün üstüne tembelliğim de olmasın mı? Tembellikte dediğim okumak ve izlemek. Gerçi izlemek… aptal kutusu demişler ya… sanki izlemenin hepsi bir aptallık…
durmak, izlemek, bakmak, duran eylemlerin hepsi aslında aptallık. eyleme geçmek lazım sanki. ama nasıl?
yazıyı yazarken bir an dikkatim dağıldı. nasıl devam edeceğimi kaçırdım ve yukarıya doğru baktığımda çok fazla yazdığımı gördüm. aslında iyi de oldu öyle dertleşmek gibi. uzun zamandır kimseyle dertleşmemiştim… iyi geldi…
arada sırada tekrarlamak, saçmalamak gerek…
Siz ne düşünüyorsunuz?