Blog iyice film bloguna döndü. Zaten istatistiklere baktığımda da genelde filmler ön planda. Yıllardır bir şeyi yanlış yaptığım kesin ama hala ne olduğu konusunda emin değilim. Emin gibiyim ama bunu ispat edemem. Yanı söyle söyleştiğimi, video yapan insanlar o kadar iş tutturuyor ki on beş senelik blogda ben bunu beceremedim. Bunun sebebi memleketimdeki insanların okumaması mı yoksa benim bunları üne kavuşturacak kadar ünlü olmamam mı?
Neyse bir ses efektiyle geçiyoruz. Eh video çekmiyorum diye böyle fışşşııt bam diye efekt sesi yapmayacak değilim. Bu arada bam diye bu sitemkar adamın gidip ceketli papyonlu memleketimin tv stüdyolarında pardon evinin bir köşesinde yorum yapan bir adamı düşünün. Heh işte o.
Şimdi aslında ben bunları Instagram’da yazmıştım. (Son dönem bunu çok yapıyorum değil mi? Ama ne yapayım, her şey orada dönüyor. Gerçi burası için de bazı kaygılarım var. Neyse papyonlu halime dönüyorum.) Ona şuradan ulaşabilirsiniz Mesela beğenip, takip de edebilirsiniz. (Tam youtuber gibi oldum değil mi? Yapacağım bu işi.) Blog’da olsun diye buraya da ekleyeyim dedim ve belki de bazı eklemeler yaparım diye düşündüm. (İçimden bir ses sürekli gevezeliğe devam et diyor. Yazmıyorum yazmıyorum, sonra da durduramıyorum kendimi. Neden bu işkencem?)
En iyi film ve en iyi animasyon olarak iki bölüme ayırdım. Ve benim seçimlerim en sonda yer alacak. O zaman başlayalım.
En İyi Film
Licorice Pizza ve West Side Story‘nin yönetmenlerinden ötürü bir artısı var tabi. Ama Oscar verilir mi konusunda tereddütteyim. Ancak Paul Thomas Anderson, 8 kez Akademi Ödülleri’ne aday gösterildi ve alamadı. Bu sene film kıtlığında sırf gönül almak için ödül verirler mi bilmedim Belki En İyi Yönetmen falan. Bunun haricinde West Side Story artık ezberlediğimiz bir hikaye daha ne kadar gözümüze sokulacak bilmiyorum. Ki bunu da Steven Spielberg‘in yapmış olması biraz düşündürücü. Ama sonuçta Amerika bu her şey olabilir.
Sağ tarafta aşağıda yazdım yazmadım değil. Hala neden aday bilemiyorum. Tamam Will Smith iyi oynamış ama yani ben artı göremedim filmde. Yönetmen koltuğunda Reinaldo Marcus Green var. Daha önce hiç bir filmini izlemediğimi gördüm.
Film, Amerikalı ünlü tenisçiler Venus ve Serena Williams‘ın babası Richard Williams hakkında. Richard kızlarını başarıya ulaştırmak için elinden geleni yapar ve biz de bunu izleriz.
Yazıda Richard’ın hikayesine giremeyeceğim demişim ama burada yeri gelmişken biraz gireyim. Şimdi bu filmde ne görmemiz gerekiyordu? Kızlarının iyiliğini düşünen, onları koruyup kollayan bir baba mı, yoksa kendi kurguladığı dünyasında kendi hayallerini hayata geçirmek ve rahatını sağlamak için çocuklarını kullanan bir baba mı? Yani aslında hikayeyi biraz daha spor ve başarı odağından çıkarırsak hikaye buraya kadar gidiyor. Peki bu kızlar geçekten bu sporu mu yapmak istediler yoksa Richard bu işte para var diye onları zorunlu mu tuttu?
Neyse asıl konumuza dönelim. Bence bu senenin Oscar’ları için çok sönük bir film.
Aslında film hakkında söyleyeceklerimi yanda özetlemişim. Filmi, Kenneth Branagh‘ın yazıp yönetmiş ellerine sağlık ancak neden siyah-beyaz çözmüş değilim. Bir Roma etkisi yaratır diye mi emin değilim. Ama görsel olarak iyi olsa da Roma’nın etkisini vermiyor. Bir çok yönden iki filmin ortak yerlerini kıyaslama işine girebilirim. Ancak Belfast bir komedi-drama filmi. Ama işte böyle deyip aradan çıkamıyorsunuz. Arada çok keskinlik var ve bu durum çok fazla odak kaybettiriyor. İzlerken hiç bir karakterle empati kurmadım. Ne anlatıyor, ne anlatmaya çalışıyor çok kopuk olmuş.
Müzikler falan güzel belki o kısımda adaysa bir Soundtrack ödülü alır ama bence en iyi film çık zor. Sanki yoklukta ekleyelim film olsun demiş gibiler.
The Power of the Dog, Thomas Savage‘ın 1967 tarihli aynı adlı romanından, Jane Campion tarafından uyarlanmış. Görsel olarak fena olmamakla birlikte çok fazla son dönem western sevmeyen ben zaten filmi direkt elemiştim. Tabii kendi çapımda. Ancak bu film için olayı westernden soyutluyorum. Yanda da yazdığım gibi film anlatmak istedikleri içinde boğulmuş ve hiç bir şey anlatamamış. Hepsi imgesel olarak kalmış. Sonuçta biz de izleyici olarak bir gelişme ve sonuç istiyoruz değil mi? İşte bu filmde yok. Tamam bunlar da olmasın ama an azından bir kıvılcım olsun.
Oyunculuklara bir şey demiyorum. Oldukça başarılılar. Hikayeyi ise size anladığım kısmı ile özetleyeyim. Hani en maçolar en erkekler, aslında en yumuşaklardır ya heh işte film onu anlatıyor. Sert ve aşağılayıcı kimliğinin altındaki yumuşak gay’i. Ve bunu da ne yazık ki Netflix anlatımıyla yapıyor. Yine 6 numaraya gelmiş bende o da, Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons hatırına.
Nightmare Alley, William Lindsay Gresham‘ın 1946 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Tabii direkt uyarlanma değil de film biraz da 1947 tarihli Edmund Goulding versiyonunun biraz etkilenmiş. Solda belirttiğim gibi görsel ve kostüm olarak çok başarılı bir film bekliyor bizi. Ancak hikayeye baktığımızda Guillermo del Toro‘nun anlatımının diğer filmlere oranla biraz eksik kaldığını görüyoruz. Belki bu kopukluk ara verilen çekimlerle alakalıdır ama yine de Guillermo del Toro gibi bir yönetmene yakıştıramadım. Ya da ben mi zaman zaman beklentimi yükseltiyorum bilmedim.
Neyse sonuç olarak belki görsel konusunda bir şeyler alabilir ama en iyi film ya da yönetmen konusunda çok emin değilim.
Film hakkında çok konuşuldu, PR’ı güzel yapıldı ama Oscarlık bir film mi diye sorarsanız buna yine hayır derim. Gerçi bir yerde düşünmüyor da değilim. Aslında artık bizim izleme algımız mı değişti bu dijital platformalar sayesinde? Evet keyifle kendini izletti hakkında konuşturdu ama ödül alacak film böyle bir film mi olmalı konusu bende büyüm bir muamma.
Sanıyorum ben daha eski filmler gibi filmler istiyorum ama bu nesilde büyümüşler için de film aslında son dönem yapılanlar olacak böyle de bir gerçek var.
Şimdi filmin kadrosu iyi, oyunculuklar ve konusu fena değil ama ödüllük bir film de değil. Yönetmenliğini ve senaristliğini Adam McKay yapmış. Kendisi hakkında bu filme kadar bir malumatım yoktu. Hem daha çok yapımcı olarak karşımıza çıkmış. E tabii bu toplamak başka türlü kolay olmasa gerek.
Aslında sol tarafta yazdıklarıma ekleyecek bir şeyim yok. Bence filmin en az bir ödülle dönmesi gerekli. Bunun en iyi film olabileceği konusunda tereddütlüyüm ama en iyi yabancı film yada yönetmen alabilir.
Filmin üzerinde çok düşünülmüş tartışılmış orası kesin. Her bir sahne ayrıntıyla işlenmiş. Ryusuke Hamaguchi filmi yazıp yönetmiş ve hikaye Haruki Murakami‘nin 2014 yılında yazdığı Men Without Women adlı kısa öyküsüne dayanıyor.
Filmin dili anlatımı güzel demiştim. Nacak yine belirtmek isterim ki bana biraz gereksiz uzun geldi. Daha kısa olabilirdi. Ancak yine de dediğim gibi bence ödülle döner.
Ben Oscar’ımı bu filme verirdim ama neden vermedim de ikinci sıraya koydum o da ayrı bir konu. Yine ayrıntılı bir şekilde sağda anlatmışım. Şimdi düşünüyorum da ne ekleyebilirim diye aslında yok.
Film, Sian Heder tarafından yazılmış ve yönetilmiş. Film Emilia Jones adındaki genç bir kısın, sağır bir ailenin tek işiten üyesi olmasını ve sorumluluklarını, ilenin ona bağlılığını anlatır.
Film güzelliğinin yanı sıra aslında müzikleri konusunda da çok iddialı. Emilia çünkü bir müzisyen olmak istemektedir. Aradaki ikilemi şimdi siz düşünün. Müzik konusunda da bir çok yerden başarılı dönüşler almış.
Bu arada CODA sağır yetişkinlerin çocuğunu ifade eden kısaltmaymış. Bunu da öğrenmiş oldum.
Muhtemelen herkesin adayı benim gibi Dune olmuştur. Adaylar içine baktığımda aslında en iyi film ödülünü alması gereken en yüksek film. Bunun yanı sıra bence bu senenin rekorunu kıracak film. 10 dalda adaylığı var ve bence en az altısını alır.
Film hakkında çok bir şey demeyeceğim zaten solda aklımda kalanları da yazmışım. Yine de Dune bu sene için şampiyondur. Denis Villeneuve bence en iyi yönetmeni bu filmle artık alır.
En İyi Animasyon
Yönetmen koltuğunda Byron Howard ve Jared Bush‘un olduğu film yanda da dediğim gibi senaryo bakımından zayıf olmuş. Eğlenceli bir izlenim sunarken müzikalmiş gibi gözüküp de müzikal olmaması kısmı ya da benim bir şekilde sınıflandıramamam biraz canımı sıktı. Hikaye kendin olma içindekini keşfetmeyi anlatırken sanki sonlara doğru biraz kendi içinde çelişiyor gibi. Bir de karakterler bağlamında Meksikalı bir aile izlerken zaman zaman orijinal dublajda dilin kayması benim dikkatimi dağıttı. Ve bir de şu müzikle. Neden böyle hissettim bilmem ama ben bir bağlantı kuramadım.
Bence Oscar için zayıf bir yapım olmuş.
Eğlenceli bir Pixar filmi olmuş ama diğer Pixar filmlerine kıyasla biraz sönük kalıyor. Dağıtım ise Disney tarafından yapılmış. Aday olan diğer Disney filmlerinden biraz olsun sıyrılıyor bu da sanıyorum Pixar farkı. Filmin yönetmeni ise Enrico Casarosa.
Hikayede denizin diplerinde yaşayan ve karaya çıkınca insan görünümüne dönen ve insanlar tarafından canavar olarak tanımlanan deniz canlılarının hikayesi anlatılıyor. Film farklılığı farklı olmayı ya da bize dayatılan kabuğumuzu kırmamamız lazım olgusunu çok iyi betimlemiş. Bazı okuduğum yorumlarda eşcinsellik anlatılıyor denmiş ama aslında öyle bir şey de yok. Aslında bu durum sizin farklılığa nasıl baktığınızla alakalı. Ben filmi izlerken öyle bir şey hissetmedim. İtalyan yorumlarını sevdim.
Neyse izlemelik eğlenceli ancak ödüllük mü tartışılır.
Düşüncelerimi yan tarafta yazdım. Şimdi bu film değerlendirilirken neye göre değerlendirilecek? Sadece animasyon, yönetim, müzik, anlatım olarak değerlendirirsek tamam ama hikaye olarak bu film mesela biraz daha sert. Biz ise animasyonların biraz da diğer adaylar gibi olmasına alıştık. Bu ise çok farklı bir kategoride. Aynı zamanda Flee en iyi yabancı film ödülüne de aday.
Film gerçek bir öyküden uyarlanmış ve Jonas Poher Rasmussen yönetmenliğini yapmış. Etkileyici ve akılda kalıcı bir film olmuş. Hikaye Amin adında Afganistan’dan kaçmayı başaran genç bir erkeğin yaşadıklarını anlatıyor. Hikayenin işlenişi Amin’in her iki yerde de insanlara yaklaşımı başarılı bir şekilde anlatılmış. Ancak ben filmin süresinin biraz daha uzatılıp daha ayrıntıya girilmesini beklerdim. Kaçış hikayesi, gittiği ülkede karşılaştıkları biraz hızlı geçilmiş. Yine de etkili bir film.
En iyi animasyon olmayabilir ama muhtemelen aday olduğu en iyi belgesel ödülünü alır diye düşünüyorum.
Hikayesi falan tahmin edilebilir mi, bir çok yapımda bu kurguyu gördük mü, evet. Ancak izlemesi keyifli ki nasıl aktığını fark etmiyorsunuz. Aksiyonu ve animasyonu oldukça başarılı. Animasyon kalitesi de oldukça iyi. Bu vesile ile hani olay animasyon ise ödülü alır bence.
Don Hall ve Carlos López Estrada filmin yönetmen koltuğunda. Yaratılan dünya güzel. Vallahi daha ne yazayım bilemedim. Burada özgün değil hikayesi aynı polemiğine girmeyeceğim zaten gerekli mecralarda girmişler. Filmin az tanınmasının sebeplerinden biri de bence reklamının çok yapılmaması. Mesela bu animasyon Netflix’de yayınlansa bence en çok izlenenler arasında olurdu.
Dönüyorum duruyorum yine aynı yere geri dönüyorum ne olacak bu animasyonlar neye göre değerlendirilecek?
Ben ikinci sıraya koydum. Alırsa şaşırmam, almazsa da üzülmem. Hem neden üzüleyim ki?
Yine olay örgüsü bakımından biraz sınıfta kalan ancak hikayenin güncelliği ve kapsayıcılığı bakımından keyifle izlettiren bir film olmuş. Akışı, hikayeyi, karakterlerin ne yapacaklarını sürekli tahmin ediyorsunuz ama zaten böyle bir şeyle karşılaşsak biz yapmaz mıydık diye düşünürken araya girilen durum komedileri filmin hikayesini bir şekilde kurtarıyor.
Genel oalrak bakıldığındaysa eğlenceli, akıp giden, sorgulatan bir film çıkıyor ortaya.
Filmin yönetmen koltuğunda ise Mike Rianda var. Adaylar içinden bu filmi çıkarırsak, diğer filmler biraz daha dram ağırlıklı ama bu film tamamen komedi olarak düşünülmüş. Yani dram/aksiyon değil aksiyon/komedi. Kendine özgü bir dili de var. Animasyon tarzı ise bu filme tam oturmuş.
Ben izlerken çok keyif aldım ve bence bu senenin en büyük adayı.
Bonus
Paul Thomas Anderson filmi olarak biraz en sönük bulduğum filmlerden biri oldu. Belki de ben çok şey bekledim kendisinden. Ya da beni öyle alıştırdı.
Bu film ise tamamen çizgisinin dışında. Senaryoda boşluklar mevcut. Arada kopmalar var. Film oldukça stabil ilerliyor. Hangi tonda başladıysa o tonda devam ediyor.
O kültürü çok bilmediğimden midir nedir ben karakterler ile pek bap kuramadım. Müzikleri ve 70’lerin görselleriyle o dünyayı birazda düz ve şatafatsız bir şekilde anlatmış.
Oyunculuklar başarılı bu durumda kopuk hikayeden kopmamanızı sağlıyor. Oldukça stabil ilerliyor dedim ya filmin komedi, dram vs… olmak gibi bir kaygısı yok olduğu gibi yansıtıyor her şeyi.
Yine de Anderson gibi bir isim değil de başka birisi bu filmi çekmiş olsaydı aday olabilir miydi diye sormadan edemedim kendime. Muhtemelen kıyıda köşede kalan reklamsız bir film olurdu.
Oscar bence alamaz. Ama alabilir mi alabilir de? (Değişik oldu.)
Siz ne düşünüyorsunuz?