Gökyüzü
Sarsıntılı bir yolculuktan sonra nihayet araç durdu ve işlemler tersine tekrar etmeye başladı. Etraftan duyulan çocuk sesleri belirsiz bir müzikle karışıyor, üzerine binen değişik seslerle pekte çekilesi olmayan bir gürültüye sebebiyet veriyordu. Sandık yerinden kaldırıldı. Yaklaşık yirmi adım kadar sallandıktan sonra yere bırakıldı. Bütün kuklalar bağlarını tavana dikmiş sandığın kapağının açılmasını bekliyordu. Bu sebeple hepsi yere düzensizce yatmış insanoğlunun şüphelenmemesi için karışık bir pozisyon almışlardı. Beklediler. Bu o kadar uzun bir bekleyişti ki sonunda birkaçı dayanamayıp sandığın tahta parçalarının arasından sızan ışıktan dışarıya bakmak için sıraya geçti.
Sandıktaki hava artık tümüyle değişmişti. Bunun farkına başka kim vardı bilinmez ama havanın tazeliği içlerinde bir dirginik yaratmıştı.
“gökyüzünde bir kuğu
elleri kolları bağlı
aslında hep yan yana
biri ölmüş olsa da…”
Sandığın kapağı birden açıldı. Gökyüzünü görmek için ayaklanmış kuklalar kendilerini kapağın ilk hareketiyle birlikte yere doğru bıraktılar, baygın bir insan gibi. Üzerlerine düştükleri kuklaların bir kaçından homurdanma sesi geldi. Ama bu kuklacı adama tahtaların birbirine çarpmasıymış gibi geldi. Üstüne üstlük o kadar çok gürültü vardı ki, az işiten kulakları ayrıntıyı duyacak kadar hassas değildi.
Kapak açıldığında içeri dolan güneş ışığı çoğunun gözünü yaktı ama gözlerini kırpamadılar. Olmaları gerektiği gibi cansız hallerine dönmüşlerdi yine. Yaşlı adamın elleri kasanın ucundan tuttu. Fört şapkasından dışarı saçılan beyaz uzun saçları küçük suratını çevreliyorudu. Yüzündeki derin çizgilerin ardından mavi gözleri, yaklaşık bir kilometre ötedeki denizin, yansımasını veriyordu. Gözleri kararsız bir bakış attı.
Gökyüzü masmaviydi. Beyaz bulutlar çözülmesi eğlenceli bir bulmaca gibi, şekilden şekile giriyordu. Eylül ayının son günleriydi. Sıcaklık eylülün başlarına rağmen hissedilir bir düşüş göstersede bu gün yazdan kalan günlerden biriydi. İnsanlar da bu günü kaçırmamayı görev bilmişlerdi…