Bu gün umutsuluğumun kaçıncı günü. Damarlarım ne kadar zamandır taşımakta hüzünler silsilesini sessizce. Haykırışlarımın ilk günü. Bu gün, kurumuş göz bebeklerim, odamın duvarından sarkan hayaletlerin oluşturduğu benliğim… bu gün berber çocuğun geleceği gün. Gözlerim çökmüş, bedenim bir tarla korkuluğundan farksız, iskeletime yapışmış üst derim. Her şey hayaletlerden ibaret. Hatırlamakta zorluk çektiğim ruhlardan. Uzaktan uzanan babam, yanıma biraz daha yaklaşmış olan kuzenim. Şimdi sizi hayırlıyorum, bir günah çıkarma gibi. Sizi unuttuğum günlerin yarısı kadar uzuyorsunuz üzerimde, hiç kıpırdamadığınızı biliyorum dört dubar üzerime yürüyor, ağzını açmış kementim, yerinde durmayan jiletim ve boyaları kabarmış tuvaletimin, tek parçası tutan klozet kapağı. Önlümün her anını yaşıyorum. Komidinin üzerinde duran son kullanma tarihini bile hatırlamadığım haplarım. Na kadar yakınsınız bana. Ne kadar sıcak gülümsemeniz.
Bilinmezliğin eşiğindeyim. Ne olursa olsun içinde bulunduğum durum sadece kendimi itmek istediğim durumdan ibaret. Biliyorum ne en meşhur ilim kitapları nede en ilahi sayılan din kitapları buna çare. Sessizliğim içimde bir sır. Bazen helikoptere binip uçtuğumu gördüğüm rüyalarla uyanıyorum. Kimsenin anlam getiremediği bir riyayla baş başa. Hiçbir kitap bedenime batan yalanları, içime dolan ızdıraba ait kalıntıların açıklamasını yapamadı. Yüzleşemediğim ne, her seferinde kaçmaya çalıştığımı sandığım?
Odamın duvarları solmuş. Eski günlerimden uzanan posterlerimin izleri hala duvarlarıma kazınmış durumda. İşte burası Nilgün Marmara’nın lirik gülümsemesi. Bu kadar tekdüzeleştirmeli miyim hayatı?. Cümlelerim şimdi beni terk etmeye başlamışken. Bir şubat gecesi, evimin camlarını rüzgar dövüp, dışarıdan uzanan ağaç dallar ölümün dansını ederken… bu gün uykusuzluğun yedinci günü ve sabahın ilk ışıklarının ilk insanın üzerine düştüğü anda, berberin çırağının geleceği gün. Artık onun varlığına yok demeliyim hayatımda. Aylardır gördüğüm ilk insanın hayatımdan çıkmasına. Peki o? Riyalarıma nükseden güzelliliğin kelimelere taşınamaz haline…
gün ağarıyor. Seni, rüyalarımdaki seni, bar köşelerinde aramak üstüne üstlük yok olamana inat içimde hırçınlaşan varlığının duygusuna yenik düşüp, seni sessizliğime ortak etmek belkide kaderim. Üçümden düşüncelerime uzanan ses ise tam tersi… uzaklardan gelen…
“paranı al soru sorma”ydı berberin çırağına son söylediğim. O saatten sonra çenesini kapadı berberlik mesleğine inat bir tavırla çenesini bile açmadı tıraş boyunca. Evde birikmiş çöplerin kokusu yer yer onu ağzından derin nefes almaya itiyor ve her seferinde karşılaşacağım bir soruya odaklanırcasına bende dikkatimi ona topluyordum. Neyse ki saç tıraşım bitmişti. Yüzüme şöyle bir baktı. Parlak mavi gözleri hatta bilinçsizliğin mutluluğunu haykırıyordu yüzüme… kaşlarını çattı. Çenemden sanki acıyacağını bilircesine yüzünü buruşturup tutarak kafamı sağa sola çevirdi. Çıkarlığına yakışmaz bir tavırla “bence tıraş etmesek daha iyi olur” dedi. “neden” anlamında bip bakışla karşıladım bu sorusunu. Gözlerimin içine baktı ve başımı sağa sola çevirerek yanıtladı. “Yüzünüz çok çatlak, sakaldan çok deriyi götürebiliriz.” bir an için düşündüğümü hatırlıyorum. Giden bir deri olsa…” gözlerinin içine baktım, ket solukta çıkan sert bir cümleyle tıraş et” dedim…
Siz ne düşünüyorsunuz?