“Kimler geldi?” diye sorarsanız pek bir bilgim yok. Zaten insanların çoğunu tanımakta zorlanıyorum. İlk kez gördüğüm bir insan sanki ikinci kez gördüğümde yüz değiştirmiş gibi geliyor bana. Bunun üzerinde çok düşündüm. Hafızamın kötü olduğunu söyleyemem. Hatta fotoğrafik hafızayım diye övünürüm etrafta ancak bir yüzü ikinci kez gördüğümde hatırlayamamak tüm övünç kaynağımı bir utanç kaynağına çeviriyor. Bu benim ne kadar çelişkili bir insan olduğumun ilk kanıtı olabilir. Elbette büyümeyen küçük yalanlardan ibarette olabilir bu. Büyüme ihtimalini göze alırsak belkide kendimin bile inanacağı bir yalan. Ama insanlar zaten kendilerini korumak için yalan söylemeler mi? Yalan ikinci kişiye taşınca aslında yalan olur…
Şimdi anlatacaklarımın doğru olmasına rağmen yalan sayılacak şeylerden. Bir şeyin doğru olduğunu kanıtlamak için herkesin hemfikir mi olması gerekiyor? Evet bunlar doğru, şimdi anlatacaklarım… Belki de gerçeklerin ortaya çıkmaması için söylenen yalan doğrulardan… Ne kadar kafa karıştırıcı…
Kışın sonlarına yaklaşmıştık. İş değişikliği, yoğun tempo, hafta sonu kursları derken bedenimin yavaş yavaş, yorulduğunu hissedebiliyordum. “Bedeni gençken yormayacaksın da ne zaman yoracaksın” derdi babaannem tembelliğime laf ederek. Belkide doğru söylüyordu ancak önemli olan beyni tembelliğe alıştırmamaktı. O da kötü ya beyin çalışmaya alışında beden ne kadar yaşlanırsa yaşlansın durmuyor çalışmak istiyor… Sonrada erken gelen, erken mi sayılır bilmem ya hastalıklar… Yine kendi kendime konuşmaya başladım…
Kışın son günleriydi. Hava bırakın günler arasını, saatler arasında bile kendini değişik durumlara sokabiliyordu. Hatta dakikalar… Şimdi ise sabahın kör saatlerinde başlamış olan yağmur yerini güneşe bırakmış… Monutumu çıkardım, boynumdan sağ kalçama doğru sallandırdığım çantamın üzerine astım. Şu an hava olası bir yaz gününden farksızdı. Güneç siyah tişörtümün üzerinden bedenimi kavuruyor, omurlarımın etrafında salınarak dolanan ter damlalarını hissedebiliyordum. Yaklaşık kırk saniyede bir esen buz gibi rüzgar ise bedenimi ürpertmekten başka bir işe yaramıyordu. Bu tezatlıkları seviyordum aslında, hayatımın her noktasında…
Güneş birden bire kendini karartmıştı. Gökyüzü saniyeler içerisinde iri siyah bulutlarla kaplanmış, rüzgar şiddetini hılandırmıştı. Rüzgarın az uğradığı bir köşede durdum ve montumu tekrar giydim. Sanki sol kolumu soktuğum anda içinde barmaklarımın bir şeye çarptığını hissettim ve kolun içerisinden bir kağıt parçası yere düştü. O ara bu köşeye uğramayan rüzgar, sert eserek kendini belli etti. Benim gibi köşeye saklanan çöp parçalarına karışmıştı düşen kağıtta yada ben öyle hiddesiyordum. Aslında o da bir çöp parçasından ibaret olup rüzgarla uçup düşmüş olabilirdi… Yere eğildim düşürdüğüm yada düşürdüğümü sandığım kağıdı aramak için…
Siz ne düşünüyorsunuz?