‘Beni ne kadar tanıyorsun’ diyerek gecenin soluk karanlığında bir şimşek gibi parlayan gözlerindeki hırçınlıgı üzerime salarak sormuştu. Bir an için yolun ortasında markasının ne olduğu önemli olmayan bir tavuk gibi kala kalmıştım. O bedenini hareket ettiremiyordu belki ama ben ise her o övündüğüm hazır cevaplılığımla ona söyleyecek bir duygu ifade eden, dudaklarım arasından çıkacak sesi bile çıkartamıyorum. Ani bir yağmur başlamıştı. Hemde kaynağının ben olduğum. Kısa bir sürede vücudumun terden sırılsıklam olduğunu farkettim. Üzerimdeki incecik tişörtü sıksam, şiddetli bir yağmur altında kalmış gibi bir sürü insanı ıslatabilirdim. Aklım küçük kelime oyunlarını bana oynuyor, kelimeler bir yakalamaya oyunun içinden bana sesleniyordu. Onları duyabiliyordum, duyabiliyordum ama erişemiyordum. Düşünceler içindeydim. Kuyruğuna sarılı kelimelere ulaşmaya çalışıyorum. Bu sorunun cevabı bu kadar zor olmamalıydı. Evet çok fazla tanımıyordum belki ama tanıdığımı hissediyordum. Hissetmek, tanımanın yerini doldurur mu?  Bunları mı söylemeliydim? Belki evet ama içimde daha sonra keşke bunu da söyleseydimin korkusuyla hiç bir şey diyemiyordum. Sessizlik savunma mıdır? 

‘Cevap bile veremiyorsun.’ Evet veremiyordum. Charon’a her türlü şeyi vermeye hazırdım beni bu cehennemden kurtarması için. Karanlık etrafımı sarmış, diş etlerim çekilmeye başlamış, midemde akşam yemeğinden kalan her bir parça ayarlanmış, vücudum titremeye başlamıştı. Bir hastalık kurtuluşun en kat-i yoludur belkide. 


Yorumlar

Siz ne düşünüyorsunuz?