Soğuk gecelerin kovaladığı, yalnızlık yüklü bulutlar, gökyüzünde dolanırken; insanoğlundan şen şakrak, sıcak gülümsemeler bekleyemezsiniz. Nitekim, Ahmet Bey’de somurtkanlığını takındığı suratını, günün ilk ışıklarıyla birlikte keyfi bir şekilde yağmakta olan kara gösterdi. Kar taneleri Ahmet Bey’in bu suratını görünce, onu görmemezlikten gelerek aynı ahenkle yavaşça kapladıkları zemine düşmeye devam ettiler.
Ahmet Bey on beş yıllık pardesüsünün yakalarını kaldırdı. Fötr şapkasını ışında kalan ve anında donmuş kulaklarının bir kısmını kapattı. Rüzgarı kesilen kulaklar sanki sönmekte olan bir sobaya el uzatmış gibiydiler.
Ahmet Bey hızlı adımlarla apartman kapısının sertçe vurmasına aldırmadan, apartmanın küçük bahçesindeki iki metre genişliğinde, dört metre uzunluğundaki yolundan geçti ve dış kapıyı açmak için üstteki tutamacını tuttu. Parmakları demir kapıya değdiğinde bir buzu tutmuş gibi irkildi. Bir an için “derim yapışır mi” diye düşündü. Çoğu çocuk gibi vakti zamanında o da dilini buza yapıştırmıştı. O zaman çocuktu ama şimdi ise bir yetişkin.
Otuz senelik memuriyet hayatında, bakmaya yükümlü olduğu üç çocuk ve haddinden fazla konuşan bir eş sebebiyle hayatı daire ile ev arasında geçip gitmişti. Hayattan bir beklentisi olmamakla birlikte tek isteği fazla masraf çıkmamasıydı ama üç çocukla bu ne mümkün. Affedersiniz sıçsalar para gidiyor. Tabi bu sadece onların sorunu değil tüm memleketin hali bu şekildeydi. Ahmet Bey için de bu en büyük bahaneydi.
Ahmet Bey klasik bir memurdu. Tam klasik. Sanırım eski Türk filmlerindeki memur tiplemesi desem hakkında başka bir şey yazmama gerek kalmaz. Zaten ben de bu sebepten dolayı Ahmet Bey diyorum ona. Ahmet desem sanki ayıp edecekmişim gibi…
Ahmet Bey, ağzından kötü söz çıkmayan, ailesini seven, onlara sahip çıkan, yardım sever, örnek diyebileceğimiz bir insan tipi. Yardım sever dedim ama kendi mantığınca yardıma gerekli gördüğü zaman yardim eden birinden bahsediyorum. Eğer başına bela açılacağını hissederse, yardımı aklından çıkarıp oradan uzak duran bir tip.
Ahmet Bey’in en büyük korkusu ise karakola düşmek. Karakoldan korktuğu için tabi haliyle polisten de korkuyor. Şu yaşında bile polisi görünce yolunu değiştirdiği olmuştur. Polisin şapkasının rengi önemli değil o tarzdaki bir şapka bile onu tedirgin eder.
Evinin karşı köşesindeki dar, karla kaplı sokağa girdiğinde ardından birinin kendisine seslendiğini duydu. Kafasını kaldırdı, rüzgarın suratına çarptığı tokada aldırmadan karşısına, sağına, soluna ve arkasına baktı. Bu eylemleri yaparken durmuştu. Biraz daha burada oylansa yeni on beş otobüsünü kaçıracak bir sonraki otobüs için yarım saat daha beklemek zorunda kalacaktı. Tabi bu da işe geç kalması anlamına geliyordu ki, bu memuriyet hayatında bir kez olmuştu. Hastalıkta dahil, izin günleri haricinde işe gitmemezlik yapmamış, ne rapor, ne de idari izin kullanmamıştı.
Gaipten bir ses duymuştu Ahmet Bey. Küçükken babaannesinin kulağına küpe ettiği sözünü hatırladı. “Çağırırlarsa gitme oğlum.” Yıllardır da çağıran olmamıştı. Eğer çağıran biri varsa muhtemelen babaannesinin bu sözü üzerine onun artık gelmeyeceğini düşünmüş ve çağırmaktan vazgeçmişti Ahmet Bey’i. Tabi birinin çağırmamış olma, tüm bunların bir hayal ürünü olma ihtimali de vardı. Muhtemelen bu da öyle bir durumdu. Eskileri bilirsiniz çok fazla vesveselerle donatılmışlardır. Bazen ben öyle bir üçüncü kuşak olamayacağım için üzülürüm. Neyse konu ben değilim zaten.
Ahmet Bey ortalıkta kimseyi göremeyince yürümeye niyetlendi. Muhtemelen uzaktan rüzgarın taşıdığı bir sesi duymuş, bu garip sese de bilinç altı, adını yüklemişti. Sağ ayağını kaldırıp yere indireceği sırada çok yakınından bir çocuk kahkahası duydu. Bu kahkaha tüylerini diken diken etmişti. Yine etrafa bakındı kimseyi göremedi. Tedirgin olmuş, tedirginlik onun soğuk terler atmasına sebep olmuştu. Termometrelerin eksi onu gösterdiği bir havada siz düşünün onun şu anki halini.
Ahmet Bey yavaş yavaş kasveti ile onu korkutmaya çalışan bu eski sokağı hızlıca geçmeyi düşündü. Kendini buna göre hazırladı. Adımlarını tereddütsüz ve hızlı bir biçimde yere vurdu. Henüz iki adim atmıştı ki, yine bir çocuk kahkahası duydu. Aynı zamanda basının üst kısmının birden üşüdüğünü hissetti. Ne olduğunu anlamak için elini başına götürdü ve şapkasını yerinde bulamadı. Rüzgar mi uçurdu derken yanından bir şey geçti. Ne olduğuna anlam vermeye çalışırken bir kaç adım ötesinde kırmızı pardösülü bir çocuğun ona sırıttığını gördü. Biraz daha dikkatli baktığında Ahmet Bey şapkasını çocuğun elinde görmüştü.
“Seni velet.” diye orta sesle bağırdı. “Getir şapkamı buraya.” Çocuk ona nanik yaparak cevap verdi.
Nedense çocuğun bu hareketi Ahmet Bey’i çok kızdırmıştı. “Getir onu buraya” diye bağırarak çocuğun arkasından koştu. Normalde bu hiç yapmayacağı bir şeydi. Ama bu kez…
Ne kadar koştuğunu bilmiyordu ama soğuk rüzgar ciğerlerini yakmış, dalağı şişmişti. Buna rağmen çocuğa yaklaşmıştı. Elini uzattı parmak uçları çocuğun kırmızı kapşonuna dokundu tam dokunacakken dengesini kaybederek yere düştü. Anlaşılan bu gün işe geç gideceği ikinci gün olacaktı. Düşerken gökyüzüne baktı. Derin bir nefes aldı. Yere çarptığını, nefesinin yetmediğini, ciğerlerinin patlayacağını hissetti. Soğuğun alamadığı bir acı başının arkasına yerleşti, sonunda bilincini yitirdi. Düştüğü yerde öylece kaldı. Derin bir karanlığın içinde koşusuna devam ediyordu sanki.
Siz ne düşünüyorsunuz?