Uzun başlığı attıktan sonra tüm meramı anlatmışım gibi bir boşluğa düştüm aslında. Ne yazardım ki? Ucunu o kadar açık bırakmıştım ki yazının, olayın, hikayenin nereye gideceği konusunda korkuya kapılmaya başladım.
Size de öyle oluyor mu? Muhtemelen oluyordur çünkü bu klasik yazan problemi. Nasıl anlatsam, nerden başlasam, kaç kişiydik o zaman bak, kaç kişi kaldı şimdi… Durun iş ÖFM’ye kadar gitti. Ama bazen de öyle oluyor. Bir şeyler başka şeyleri çağrıştırırken onları alaşağı edince yeni bir şeyler çıkıyor ortaya. Nasıl hayat akıyor ve bu akış içinde bazı şeylere müdahale edemiyorsak ya da bu şeyler kendiliğinden gelişiyorsa, işte bu şekilde yazıyı da serbest bırakmak gerekiyor. Serbest bıraktığınızda hem doğal hem akıcı oluyor. Sonuçta hayatta herkesin her şeyini bilemiyorsunuz değil mi? Bir bölüme, bir kesime odaklanmanız gerekiyor. İşte o odak yazacaklarınızın kalıbı kurgusu oluyor. İş bu kadar basit.
Şimdi burada Ötekileşmiş Filmlerin Mesaisi’nden bahsedecekken konu gitti yazmak üzerine döndü ya, işin biraz ucu kaçtı gibi. Ama eminim ki sizi yaylı koltukların süngerini yırtmış ucundan çıkan yaya kadar rahatsız etmemiştir. Böyle bir durum da vardı eğil mi? Sıkıştırılmış samanlı koltuklar falan…
Geçmişte yaşamak tam anlamıyla bir eziyet.
Neyse ki geçiş hatıralarda kalıyor ve çoğunu zaten yeniden yazıyor kurguluyoruz. Uyduruyoruz. Ah bakın yeni bir yazım tüyosu size: Geçmişinizden bir şeyler yazını. Nasıl olsa anlattıklarınızın çoğu yalan.
Evet şimdi dönelim başlığın ilk iki kelimesine. Aslında şuradaki yazımda çok yanılmadım. Düşüncelerimin bir çoğu çıktı. Şimdi emin olamadım bundan. Çıkmadı sanırım. O yüzden bununla ilgili bir şey yazmadım. Bu arda gündemi nasıl da takip ediyorum görüyorsunuz. Yani stokçu değilim ben. Yazıyorsam o an yazıyor “yayımla” butonuna basıyorum. Yazmıyorsam ya unutmuşumdur ya da tembellik etmişimdir. Bunun devamını daha da getiririm. Çirkinleşirim de. Zaten bu aralar yine kendimle kavgalıyım. Bu arada Diken’de gözlerimin önünde eriyor, onun için de çok üzgünüm. O yüzden bu şarkıyı size bağışlıyorum. Ayrılmadan dinleyin diye de yana sıkıştırıyorum.
Vallahi ergenliğime götürdü bu şarkı beni. Benim ergenliğim de uzun sürdü aslında. Bazı şeyleri sanırım tam anlamıyla hazmederek yaşıyorum. Hala kendimi genç hissederken, bir yandan da vücudumun dediği dur’lar gerçeği yüzüme vuruyor. Ama çoğunlukla kafasının içinde yaşayan ben, bundan da bir çıkar yol bulacağımı düşünüyorum. Tabii buna ömrüm yeterse.
Sanıyorum benim de bu dünyadaki azabım “vah”lanmak. Yani yukarıda da yazdığım gibi sürekli kendimle didişmem. İşte insanların dertleri farklı oluyor. Ben de dönüp dönüp aynı yere geliyorum. O yüzden hayatım tekrarlarla dolu. Sürekli aynı filmleri izliyorum, sürekli aynı şarkıları dinliyorum. Sürekli aynı kitap aralarındayım. Sanırım “coğrafya kaderdir” dedikleri şey bu. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yaşıyorsun. Groundhog Day filminin içine sıkışmış gibi. Herkesin farklı bir tekrarı var. Ve ne yazık ki bu tekrardan bir kişinin çırpınışıyla çıkamıyorsun. Tekrarlar sürekli ve herkes için olunca haliyle birlikte hareket etmen gerekiyor. İşte o birlik bizde yok.
Olmayacak! Olamayacak! Kendimden biliyorum. Kendimle o kadar kavgalıyım ki, bir bir başkasıyla uzlaşmam imkansız. Çünkü hepimiz öyleyiz. Daha doğar doğmaz başlıyoruz kavga etmeye. Kadını erkeği, çocuğu çoluğu, ayakkabısı, kapısı… Her şeyiyle. Genetiğimizde yok bu. Kodlanmamışız. Mutlu değiliz. Mutlu olamıyoruz. Hepsinin daha fazlasını istiyoruz. Bu istek, arzumuz silinse belki bir şeyler değişecek. Tabii buna eklenecek çok şey var… Her birine olan açlığımız, onu körükleyerek daha da beter ediyor. Hiç bir şeyi kullanmayı bilmiyoruz. Zaten kullanma kılavuzlarını okumayan bir milletiz. Kendi kılavuzumuzu da okumuyoruz. Hep deneyerek, kulaktan dolma tecrübelerle anlamaya çalışıyoruz kendimizi. Sonuç ortada. Aslı olmayan bir mitin peşinden koşuyoruz sonra ve ona inanıyoruz. İnanmayı bırakın o kadar sıkıştırıyoruz ki kendimizi, on ikiye, üçe, bire bazense sıfıra indirgiyoruz. Lakin ne kadar daraltırsak daraltalım yine de anlamıyoruz ama güzel yönetiliyoruz.
Belki de biz öğrenmeliyiz. Öncelikle neyi nasıl öğreneceğimizi bilip. Belki de biz…
Yazının devamına şarkının oynat tuşuna basıp devam edenler (oynat kelimesi içime sinmedi yazının burasında belirtmek istedim) normal bir okuma süresi içerisinde muhtemelen şu an şarkının nakaratına geldiler.
Her şeyi gören sen, göremedin mi beni? Her şeyi duyan sen duyan sen, duyamadın mı beni?
O zaman biraz duralım ve bu haklı serzenişe katılalım.
.
.
.
Bir yandan da yazıyı başlığa nasıl getireceğimi düşünüyorum. Bunun en kolayı yazının ortasına üç noktayı koymak. İster yan yana, ister alt alta. Genelde yazım dilinde yan yana tercih edilir. Bir zorunluluk değil tamamen ticari kaygı. Hepsinde olduğu gibi. Mesela bir Bond filmi varsa listede neden En İyi Orijinal Şarkı ödülünü ona vermeyelim ki. Sonuçta geçmişi olan ne olursa olsun pirim yapacak bir film. Tamam eskiden yenilikçiydi de, şimdi standart aksiyondan başka ne kaldı. İşte arada çıkan şarkıları. Ona da verelim bir ödül artık.
Mesela giriş yapmış oldum. O zaman bu dakikadan sonra yazının akşını değiştirebilirim. Dune çok ödül almasına rağmen ben en iyi filmi beklerdim. Ama CODA’dan zaten ümitli olduğumu belirtmiştim. Ancak En İyi Uyarlama Senaryo ödülü oldukça uyarlama olmuş. Jane Campion’da nasıl En İyi Yönetmen Ödülü aldı onun da gönlü olsun demişler işte. Encanto nasıl aldı ödül onu da anlamadım yani daha iyi görsellik, daha sağlam hikaye olan animasyonlar da vardı neye göre değerlendirdiler ki? İlginç vallahi. Bir diğer ilginçlik ise en iyi erkek… Zaten sansasyon da oldu. Alacak kadar iyi miydi? Kesinlikle hayır. Şovunu yaptı mı, kesinlikle evet. Vallahi Will Smith rolüne girmiş. Yazıda bahsetmiştim ya Richard’ın kızlarına yaptığı iyi mi, kötü mü düşünülür diye. Heh Will’de onu yaptı. Neyse giden gider kalan sahalar bizimdir.
.
Bazen de böyle şeyler yapmak lazım. Bilindik isimleri kullanıp merak uyandırıp yazının sonuna iki paragrafla işi bitirmek. Sonuçta okumak zor zanaat. Yazmaksa daha zor.
Siz ne düşünüyorsunuz?