Bölüm 2: Sütun Üstündeki Sen
Yağfur Ustanın dükkânından çıktığımda gökyüzü hafif aydınlanmıştı. Bulutlar hızlı hareketlerle İstanbul’u terk ediyorlardı. Onların bu hızlı hareketleri kendine bile hayrı olmayan güneşi biraz daha çıkarıyordu ortaya. Kaç saat o küçük dükkanda kaldığımı hatırlamıyorum. Ancak yediğim nefis dönerin tadı hala damağımdaydı. Uzun süredir böyle lezzetli bir şey yememiştim. Bir de verdiği o sigaranın tadı. Tabi ayranı da unutmamak lazım. Bana ikram ettiği her şey mükemmel denecek derecede güzeldi. Tad algımın o kadar iyi olduğunu söyleyemeyeceğim ancak burası gerçekten iyiydi.
Bir kaç adım sonra soğuğa rağmen beynimin dönmeye başladığını hissetim. Yaşadığım bir nevi sarhoşluktu. Bir kaç adım attım. Adımlarım yere ulaşmadan sanki diğer ayağımı kaldırıyordum. Ay üzerinde bir astronot gibiydim. Bilmediğim yerde, kontrol edemediğim uzuvlarım beni bir yerlere taşıyordu. Dikkat etmeden yürüdüm. Dikkatimi sadece atacağım adımlara veriyor buna rağmen onları kontrol edemiyordum. Sanki metal soğuk bir elbisenin içinde bir başkası tarafından yönlendiriyordum.
Nereleri dolaştığımı bilmiyorum. Vücudumun kontrol kabiliyetini yeniden elime geçirdiğimde ağzımın kuruduğunu hissettim. Öyle bir kuruluktu ki damaklarım birbirlerine yapışıyordu adeta. Çantayı sırtımdan indirdim. Sağa sola bakınarak etrafta kimsenin olmadığını görünce şarap şişesinden büyük bir yudum aldım. Şişenin ağzından boğazıma doğru bocalan şarap boğazıma hızlıca dolmuş yutkunmama fırsat vermemişti. Yavaşça ağzıma dolan şarabı kontrol ederek boğazımdan aşağıya yuvarladım.
Rahat bir nefes alıp soluklandığım anda bir çığlık sesi duydum.
Başımı yukarıya kadar kaldırdığımda, eski evlerin arasında duran bir kaide dikkatimi çekti. Oldukça yeni gözüküyordu. Yıkık dökük evlerin arasında bu denli ihtişamla duran bir esere tanıklık etmek bir an için aklımı başımdan aldı. takdir edesini ki biz toplum olarak tarihi eserleri koruyan bir millet değiliz. Şimdi kaidenin üzerinde yeni yapılmış gibi duran sütun dikkatimi çekmişti. Üzerindeki gravürler gerçek gibi duruyordu. Sütun, kaideden başlayarak en tepesine kadar bu gravürlerle süslüydü. O kadar gerçekçi gözüküyorlardı ki sütunun etrafında dönerken zaman zaman onların sütundan sıyrılıp bana saldıracaklarını düşündüm bir kaç kez.
Sütun yaklaşık üç buçuk kulaç genişliğinde bir kaidenin üzerine oturtturulmuştu. Sanıyorum kareydi. Sağ ve sol yanındaki sütuna dayalı evlerden tam olarak net bir şekil çıkartamıyordum. Sütunun yüksekliği on yedi, on seki kulaç kadardı. Göz kararı bir hesap yaptığımda bu kanıya vardım. Sütunun en tepesinde de bir heykel vardı.
Ben sütuna kilitlenmiş onu dikkatli bir şekilde incelerken sokaktan geçen birinin bana baktığını gördüm. Ben nasıl sütuna kitlendiysem o da bana kitlenmiş bakıyordu. Sütunun tam da heykelin başının etrafında bir bir düzine kuş dönüyordu. Gözlerimi sütundan indirip adama, bana bakan adama baktığımda adam başını indirip devam etti. “Bela istemiyorum” der gibi bir tavrı vardı. Evet bende bela istemiyordum.
Hava kararmaya başlamıştı. Eminim açık bir alanda ufuk çizgisinde kızıllığı görebilirdik. Ancak burada binaların arasında sadece karartıya tanık olabiliyordunuz. Bir de civardaki evlerin, sokak lambalarının ışıklarına. Karanlık çökmeye başladıkça ortalık daha da sessizleşiyor, tarihle bezenmiş sokak daha da ürkütücü bir hal alıyordu. Ortalığı aydınlatan insan yapımı duygusuz ışıklarsa, beni daha fazla korkutmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Hep tarihten ders almamız gerektiği söylenmişti okullarda. Tarihi bilip onları anlayıp geleceğimizi ona göre yönlendirmemiş gerektiği. Devletler için bu bir gerçek olsa da tarih kişiler için ürkütücüydü. Şimdi burada bu sokakta bütün yaratılıştan beni yaşamış insanların ruhlarının dolandığını hissedebiliyordum.
Neden hep insanlardan korkuyordu ki? Tamahkâr oldukları için mi?
Düşünceler içerisinde sütunu izliyordum. Güneş kızararak sütun üzerindeki heykeli hafifçe aydınlatıyordu. O sırada ufak bir sarsıntıyla heykelin hareket ettiğini gördüm. Muhtemelen hayal görüyordum. Bir heykel nasıl olurda hareket edebilirdi? Ancak heykel yavaşça, uykusundan uyanırcasına gerindi. Sırt bölgesinden iki kanat hafifçe açıldı. Bir kaç kez. Kanat çarptı. Derin bir uykunun ardından geriniyormuş gibi bir hali vardı. İkinci kanat çırpışın ardından heykelin etrafında dönen kuşlar birden yete düşmeye başladı. Bir tanesinin kanadı burnumu yalayarak yere düştü. Yere düşen kuş kafasını bir kez havaya kaldırmaya çalıştı ancak başaramadı. Kafasını yere bırakmış etrafa bakıyordu. Göz kırpışlarını görebiliyordum.
Kahverengi bir kuştu. Oldukça şişmandı. İki okka kadardı. Kahverengi parlak tüyleri kısa boynuna kadar devam ediyordu. Boynu beyazdı aynı şekilde paçalarında beyazlıklar vardı. Beyazlık kafasının üzerine kadar uzanıyordu. Küçük siyah gözlerinin etrafında kırmızı parlak tüyler bu kırmızılığı çevreleyen yeşil, siyah karışımı tüyler vardı. Tıpkı Yağfur’un dükkanındaki kapının rengi gibi. Hemde aynı canlılıkta. Daha sonra bu kuşu araştırdığımda ona benzettiğim en yakın kuş sülündü.
Kuş uyuşturucu almış gibi öylece yatıyor hareket etmiyordu. Göğüs kafesinin kalkıp indiğini görebiliyordum. Yere eğildim. Kuşa doğru uzandım. Bir tepki bekliyordum ama kuş gözlerini kırpmaktan başka bir şey yapmıyordu. Eğildim. Tüylerini okşadım. Küçük kalbinin atışını ve sıcaklığını hissettim. Kuş ile göz göze geldiğimizde gözlerinin kenarında birikmiş bir damla gördüm. Kuşlar ağlıyor muydu? Bilmiyordum. Hiç bir şey bilmiyordum. O anda yaşama dair hiç bir şey bilmediğimi bir kez daha anladım.
Kuşu yerden kaldırdım. Yere düştüğü için vücudunun bir kısmı çamura bulanmıştı. Umursamadım. Onu sol kolumu kırarak içine yerleştirdim. Kalp atışları daha da hızlanmıştı ama tepkisizdi. Sıcaklığı koluma yayılmaya başlamıştı. Başımı kaldırıp etrafa baktığımda kucağımdaki ile aynı kaderi yaşayan bir düzine daha kuş gördüm. her biri farklıydı. Sokakta savunmasızca yatıyorlardı. Şimdi sokaktan bir araba geçse hepsinin ezilmesi içten bile değildi. Onlara bakmak için yanlarına gittim. Yavaşça yürürken elimdeki kuşun yeşil tüyleri üzerine bir kan damlası düştüğünü gördüm. Panikleyerek gökyüzüne baktım. Sanki gök yüzünden kan yağabilme ihtimali varmış gibi. Peki kuş yağa bilme ihtimali var mıydı? Aslında evet bir kaç haberde böyle bir olay okumuştum.
Kuşu kaldırdım etrafını kontrol ettim. Hiç bir şey yoktu. O sırada burnumun ucundan süzülen bir şey hissettim. Soğukta burnum akıyor olmalıydı. Sağ elimin tersi ile burnumu sildim. O zaman kanın kaynağını keşfettim. burnumdan geliyordu. Sanırım kuşun kanadı çarpınca burnumu çizmişti. Neyse ki önemli bir şey yoktu.
Diğer kuşları gezdim. Hepsi hareketsiz bir şekilde bana bakıyorlardı. Hepsi elimdeki kuşun halindeydi. Etrafta korunaklı bir yer aradım. Sütunun önündeki çöp tenekesini biraz ileri ittim. Çöp kutusunun arkasında kalan sütun kararmıştı. Ancak arkasında kaidenin içine doğru bir delik vardı. Elimdeki kuşu o deliğin kenarına koydum ve diğer kuşları getirmek için gittim. Gittim ama aklım bıraktığım kuştaydı. Bu arada kedinin biri gelip onu götürürse tam yağmurdan kaçıp doluya yakalanmış olurdum.
Kuşların güvenliğini sağladıktan sonra, sütun üzerindeki heykele bakmak aklıma gelmişti. Hareket eden heykele. Bense bu bilinmezin yerine bir kaç kuşun canını kurtarmaya çalışmıştım. Ne düşünmüştüm bilmiyorum. Muhtemelen hareket eden heykel hayaldi, ama bu kuşların her birine dokunmuştum yani her biri gerçekti.
Başımı sütunun tepesine çevirdim. İyice azalan ışık sebebi ile tam olarak ne olduğunu göremiyordum. Ancak birden bire parlayan ışık sütunun tepesindeki şeyle göz göze gelmemize neden oldu. Acıyla bakıyoru. Bir insandı. Yani taştan falan yapılmış, oyma bir şey değildi. Canlı kanlı gibiydi. Sırt bölgesindeki kanatlar arkasına toplanmıştı. Çıplaktı. Büzüşmüş öylece bana bakıyordu. Biraz daha gözümü kısarak dikkatle baktığımda gördüm. Sendin o.
Tereddüde düşmüştüm. kendimi sorgulamaya başlamıştım. Nasıl bir müptelaydım ki sana baktığım her yerde karşıma çıkıyordun. Bir heykelde bile. Sanıyorum artık doktora gitmemin zamanı gelmişti.
O esnada hareket ettin. Tam kendimi hayal olduğuna inandıracakken kanatlarını açarak yukarı savurdun kendini. Birden uçup gidecekmişsin gibi bir hisse kapıldım. Ancak ayağına bağlı zincir senin arşa yükselmeni engelledi ve bir çığlık atarak sertçe sütunun tepesine kondun. Bu esnada bir patırtı koptu. Kenara koyduğum bütün kuşlar havalandı. Birden yerimden sıçradığımı hatırlıyorum gürültü sebebi ile.
Nasıl bir hayal görüyordum?
Kuşların uçuşuna bakarken yine sütunun üzerindeki tutsak sana baktım. Dizlerinin üzerine çökmüştün, yere doğru eğilmiştin. Göğüslerin bana doğru uzanan ellerin arasında sıkışmıştı. Beni çağırıyordun. Gitmek istedim ama bir yanım onun sen olmadığını söylüyordu. Elinde tuttuğun bir şeyi bıraktın. Parlayarak yere düştü bir kaç kez sekti. Eğildim. Aldım. Bir mermerdi. Anahtar şeklinde bir mermer.
Siz ne düşünüyorsunuz?