Beyaz

“Kar yağıyor” diye bağırdı içi içine sığmayan bir hevesle. “İlk karda söylenen yalan kaile alınmazmış.” Kim söylemişti bunu? Hangi kültürde vardı. Bir yalan söylenecekse bu 1 Nisan’da olmalıydı. Oysa 29 Kasım. Herhangi bir ayın biri bile değil. Pencerenin içinden nasıl geçtiğini bilmiyorum. Lapa lapa yağan karın altında dans etmeye başlamıştı bile. Üzerinde uzun saçlarının altında kalan, yer yer beyazlaşmaya başlamış kırmızı mantosu. Elinde bir eldiven. Muhtemelen benimkiler. Elleri açık, kendi etrafında dönerken bir şeyler mırıldanıyor. Dudak hareketlerini görebiliyorum. Birkaç harf sanırım anlayabildiğim. “S.e.n.i…” Nasıl tamamlamalıyım bunu bilmiyorum. Bir insan “seni” derse bunu nasıl tamamlarsınız? “Senin” olsa… Oysa “seni”. Sonuna koymak istemediğim kelimeler… Düşüncelerin ardına saklanıp uyuyor muyum? Nerdeyse kaplamış yeryüzünü. Sadece senin arsızlığın üzerinde bu beyaz örtünün. Yanına gitmek istiyorum. Saflığı bozmak istemiyorum da. Her yerim karanlık. Ürkek adımlarla dışarı çıktı. İncitmek istemezcesine parmaklarının uçlarında. Bu ben olmalıyım. Etrafı kirletmemek için takındığım bir alışkanlık bu. Hala etrafında dönerken nasıl oldu bilmiyorum ama kara gözlerine denk geldim. O karanlık içine çeken. Bir başka yerdeydim sanki. Büyük bir boşlukta, derin bir sessizlikte. Yalnızdım. O kimsenin olmadığı odaya kapattığım değil, sadece hissettiğim. Hissetmek, yalnız olmaktan daha zormuş. Gözlerimi kapadım. Bu kez yalnızlıktan kurtulmak için. İnsan tek başınayken yalnızlığı hissetmiyor. Etrafında birileri varken başlıyor yalınlık. “Ne kadar kaçabileceksin?” “Bilmiyorum.” “Beynindeki koca karanlıkla yaşayan benim oysa.” “Senin gerçeklikle yüzleşmek gibi bir durumun yok.” “Hava çok soğuk hadi içeri girelim.” “Ben üşümüyorum.” Parmaklarımı birbirine sürmek bile kâfi derecede ısıtmıyordu ellerimi. O kendi etrafında pervane olurken, ben ise bir yıldız kümesinin içinde esir düşmüştüm sanki. “Bunu onun için yapamayacak mısın?” Etrafımda uçuşan birbirinden farklı desenler. İçlerine karışıp yok olmak istiyorum bazen. “Buna da şükür.” “Evet yağması bir mucize.” “İkinci bir mucize olmayacak biliyorsun değil mi?” Bir an için zaman durdu sanıyorum. Ama karşımda o hala dönüyordu. “Güneş neden kendi etrafında dönemeye mecbur?” “Bilmiyorum bir astrolog değilim nihayetinde?” Oysa bir güneş gibi dönüyordu etrafında. Ben ise biraz daha dursam “Ölüm Öpücüğü”ne ikinci bir model olacağım sanırım. “Hadi içeri girelim.” Sesim sanki ulaşmıyor. Beyaz şeffaf bir perde aramızda. Biraz elimle sarsmaya çalışıyorum ama nafile. Bir duvar benim tarafımdan açılmayacağını düşündüğüm. Üstünde kocaman bir yazı. “AMEL”. Acaba insanlar kötü şeyler yazmak için mi keşfetti alfabeyi? Beyaz pamuğun ardında görünmüyor adeta. Gözlerimi kapatıyorum, kahverengi karanlığı örterken üzerine. “Parmakların donmuş, burnun. Hadi içeri.” “Hissetmiyorum, biraz daha kalalım lütfen.” Gözlerindeki karanlık yayılıyor içimdeki yok oluşla bir olup. Korkuyorum. Gözlerimi kapatacağımı düşünüp. “Bir, iki, üç…”

Aynı kapının önündeyim. Kırmızı bir yazı aramıza şerit çekmiş. “İYATH”. Duvarda nereye gidersem gideyim bakışlarından kaçamadığım bir kadın. İşaret parmağı yüz hizasında. Birden çıkıp üzerime atlayacakmış gibi. Sessizim. Susuyorum. Uzaktan duymaya çalıştığım bip sesleri. Kesik, kesik. Şeridin ardında. Geçemediğim o yasaklı bölgede. Bir süre sonra uzun. Ayaklarım titriyor. Olduğum yere yığılıyorum. Aşil tendonum ağırlığına dayanamıyor düşüncelerimin. Birkaç topuk sesi ilişiyor kulağıma. Şimdi tam vakti, kendimi hazırlıyorum. Duvardaki kadın. Parmağı dudaklarının üzerinde hala. Elini bana uzatıyor. Güveniyorum. Elini tutuyorum. Sanki yeni bir jeton atılmış gibiyim. Kalkıyorum. Benimle birlikte gri, soğuk, plastik koltuğa geliyor. Çevre dostu değil sanırım. Bir merasimdeymişçesine elimi bırakmadan. Uzun bip. “Bu mesafeden duyabileceğini mi sanıyorsun?” Duymuyorum sanırım. Hissediyorum. Ama bunu açıklayamıyorum. “Keşke kırmızı olsa.” diyorum oysa her yer bembeyaz. Hem de iyi olmayacak kadar. “Tüm koridorlar böyle mi?” Yüzüme bakıyor. “Beyaz olmasa, siyahta olmazdı değil mi?” diyor. Cevabından emin inatla soruyor. Beynindeki karanlık. Sanırım nüksediyor. Düşmeden yakalayabilseydim keşke. Gürültülü de olsa yanıp sönen kırmızıya ne kadar muhtacım şimdi… Bu beyaz beni kahrediyor. Her şey olabilir, öfkenin, hidayetin, masumiyetin her tonu. Yeter ki beyaz olmasın… Gülümsüyor. Sadece dudakları hareket etmiş. Gözleri ise aynı boşluğa bakış ifadesi. “Sakince otur. İnsanlar iki şey için yaratılmıştır. Doğmak ve ölmek için. Fazlasını beklemek biraz saçmalık.” “Bunlar başlangıç ve son. Ya aradakiler, yaşananlar?” “Şu dünyadan kaç kişi geldi geçti. Kaç kişinin yaşantısını hatırlıyorsun. Herkes gibi, kimse hatırlanmayacak.” “O zaman neden?” “Bu senin keşfetmen gereken bir şey.”

Yüzüme sirenin sıcak kırmızılığı vuruyor. Yerdeki beyazlıklar bozulmuş. Bir hikâye yarım kalmış gibi. Soğuk bir rüzgâr yüzüme nerden geldiğini kestiremediğim. Kırmızının sıcaklığını savuran. Ama o hala üzerimde. Burnundan sızan kırmızılığı silerken kucağımdan alıyor yatan bedeni. Seni… Kelimeler donmuş. Tarif edemiyorum. “Beyin” diyorum usulca gürültülü sirenin ardından duyduklarından habersiz. “Tümö…” Kırmızı çarpıyor yüzüme. Her yer beyaz. Kötülük bu kadar beyaz olmamalı. Bir kırmızılık çarpıyor yüzüme, eğiliyor nefesini hissediyorum. “Lahmacun olmalı.” “Karnım da açıktı. Sanki bu kokuyu almadan önce daha iyiydi.” “Maalesef kaybettik.” Hiçbir koridor bu kadar aydınlık olamamalı. Yerden kaldırmıştım, hızlıca. Ağrıdı, bir ölüm ağırlığı vardı sanki üzerinde. Gözleri kapanmıştı içinde kaybolmamı istemezmişçesine. Derin bir karanlık beyninde… İçinde kaybolduğumu bilmezmişçesine… Birazdan yanıma gelecek kımızı şeridin adından. “ANE” ve birlikte düşeceğiz.