Üniversitede falan okuyorduk. Her birimiz farklı şehirlere dağılmış, uzun bir aradan sonra yaz tatili ile birlikte tekrar memleketimize dönmüştük. Ekip toplanır toplanmaz klasik sokak lambası altı muhabbetlerimize başlamıştık. Önce üniversitedeki sınıf, sınıftaki kızlar derken gece bir hayli ilerlemişti. Birkaç kez annelerimiz pencereden, balkondan sarkarak eve girmemiz için çağrıda bulunmuştu ama, yarım ağız ‘geliyoruz’ demelerimizden sonra ateşli muhabbetimizi bir daha kesmek istememişlerdi. Aslında önümüzde koskoca iki ay vardı konuşacak ama hevesle koca sekiz ayı bir gecede bitirmek istiyorduk. Üniversite hayatı, dersler, şehir yine kızlar derken saat gece yarısını geçmişti. Gecenin en sessizi ise o sene bir yere yerleşememiş olan Mehmetti. Mahallenin habercisi olarak bir o kalmıştı aramızda. Gerçi bir kaç ay kendisine ulaşamamıştık ama zaten yeni hayatımıza sağlamaya çalıştığımız uyum zamanın nasıl geçtiğini hissettirmemişti bize.
Serinlemeye başlamış hava, beyaz ama kirden sararmaya başlamış sokak lambasının etrafında dönen sinekler, gecenin sessizliğini kırmaya yetmiyordu. Zaman zaman bizde bu sessizliğe kulak kabartarak uzaktan gelebilecek sesleri dinlemeye çalışıyorduk. Bizden başka hiç bir ses yoktu. Küçük bir yerde yaşıyorsanız bir saatten sonra sessizliğin çökmesi çok olası birşey. Biz de bu sessizliğe aldırmıyorduk.
Duruş planımızı şöyle açıklayabilirim. Ben kaldırıma oturmuş ellerimi arkama doğru yere koymuş onlara yaslanıyordum. Hemen yanımda Salih oturuyordu. Dizlerini kırmış elleriyle onları sıkıca sarmalamıştı. Sağ yanımda ise elektrik direğinin basamağına ise Ömer oturmuştu. Mehmet ise gece boyunca oturmamış, tam karşımızda ayakta bize bakıyordu.
Gece iyice ilerlemişti. Vücudumuza ağırlık çökmüş, artık kendimizi yavaş yavaş salmaya başlamıştık. Israrla evlere dağılmıyorduk. Birden bire bir kararının arkamızdan hızlıca geçtiğini, üstüne üstlük geçerken de elime bastığını hissettim. Çöken ağırlığın da verdiği rehavetle kafamı karanlığın geçtiği yöne doğru çevirdim. Kedi olabilir diye düşündüm. Ancak kafamı çevirdiğimde karşılaştığım şey kedi değil bir ondan da büyük koca bir gemeydi. Birden bire kaybettiğim algılarım yerine gelmiş, koca kıçını sallayarak köşeyi dönen yaratık beni bizi kendimizde getirmişti. “Hassiktir, fareymiş ya lan, elimin üzerinden geçti.” Afaki içime dolan andanalin ile farenin peşinden. Diğerleri de benim peşimden geldi. Köşeyi döndüğümüzde karanlık araya doğru bakarken, bir karartı gördük. Hiç bir anlam veremedik tabi karartıya. Muhtemelen, bir kaç metre ötedeki kendimizi bildiniz bileli duran eski ahşap evin ışık kırılmalarıydı bu. Şu hayatta herşeyin mantıklı bir açıklaması var sonuçta. Bu fikri benimsediğinizde nazı şeyler daha eğlenceli oluyor. Küçükken ne hikayeler uydurur kendi kendimizi korkuturduk bu evden. Diğerleri ama şimdi bu ev hiçbir hissiyat uyandırmıyor bende.
Biz tam geri dönecekken Mehmet öne atıldı. İşte orada dedi. Hepimiz tekrar karanlığa baktık. Hiç birşey göremiyorduk ama, oraya doğru yürüyen Mehmet’i takip etmeden durmadık. Bu gece boyu Mehmet’in ettiği onuncu kelimeydi nerdeyse. Toprak yerler taşlı araya girdiğimizde karanlık sanki biraz daha çökmüştü. Ayaklarımızın altınaki taşlar adımlarımızı sağlam atmanızı engelliyor, dengemizi zaman zaman şaşırtıyordu. Serin bir rüzgar vücutlarımız arasında dolandı. Tüylerim diken diken olmuştu eminim ki diğerleri de aynı şeyleri hissediyordu benimle. Derin soluk alışları bunu kanıtlıyordu sanki. Vücuduma bir titreme, bir ürperti geldi. Birden bire tüm kıllarımın harekerlendiğini hissettim. Sanki bir tüy mıknatısı hepsini çekiyordu. Bir ara ağzımdan her nefes alış verişimde çıkan duman gördüm. Muhtemelen bu bir halisünasyondu, belki tüm gece gördüklerimiz gibi… Bu hava da ağızdan çıkan buhar… İnanılır gibi değil…
Siz ne düşünüyorsunuz?