bayram
isim
1. isim Millî veya dinî bakımdan önemi olan ve kutlanan gün veya günler
2. Özel olarak kutlanan gün
“Üzüm bayramlarının eğlencelerinde bulunmak istiyorum.” – H. E. Adıvar
3. Sevinç, neşe
“Sandalda, gemide bir sevinç, bir bayram, el çırpmalar, gülüşler, yaşalar.” – N. Cumalı TDK
Bi Köşe’nin bir sonraki sayısı (yani bu sayı) Ramazan bayramına gelecek diye özel bir bayram yazısı yazmadım. Bu şekilde aslında bir taşta iki kuş vurmuş gibiyim. Bakıyorum da nasıl bir kaytarmaysa bu içerik üretmek konusunda. Neyse efendim, Hepinize, mutlu, huzurlu nice bayramlar dilerim.
Nerede o eski bayramlar…
Tabi bu şekilde klasik bir yoruma girmeyeceğim. İnsanlar bozuldukça, bayramlar da bozuldu ve bozulmaya da devam ediyor. Maalesef bu bozulma genetik aktarımla kaldığı yerden üstüne koyarak devam ediyor. Bence düzelmesi de biraz zor. Evet düzelmez mi, düzelebilir ancak bu işi genetik aktarıma bırakmamak, eğitime bağlamak gerekli. Madem dünyanın egemeni, bütün mahlukatlar bize hizmet edecekmiş gibi düşünüyoruz bu farkı ortaya koymamız, dengeyi sağlamamız lazım. Dengeyi sağlamak içinse bilinçlenmek lazım.
Bayram olgusuna geri dönersek, belkide insanoğlunun yaratılışından itibaren anlam yüklediği şeyleri kutladığı günler bunlar. Ölümün sonrasını bilmiyorum ama zaten yaşadığımız süre içerisinde insanın varlık olarak dünyada bulunması zaten bayram değil mi? Yani yaşam süresi içerisinde her gün bayram. Ama nedense biz sadece “deliye her gün bayram diyoruz“. Ve bu şekilde meşru olan bayramı yani asıl yaşama hakkını rafa kaldırıp yapay bayramlara sarılıyoruz. Öyle bir hal alıyor ki bu iş, zaten düzen kölesi olmuş insan için bu yapay bayramlarda anlamını yitiriyor birer tatil, nefeslenme gününe dönüşüyor. Ve maalesef, bu da genetik aktarımla bir sonraki nesillere geçiyor. Varlığımızı, unutuyoruz, anlam yüklediklerimiz unutuyoruz sonunda her şeyi unutacağız. İşte bu sebepten, kanunlar, devletler, dinler çıkıyor. Evrilerek değişerek. Değişime uğramayan her olgu da unutulmaya mahkum. Yine de her şey insan safken, temizken güzel. Yani çocukken. Maalesef onu da bozmaya başladık.
Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var; Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var! Necip Fazıl Kısakürek
Kelime yine ölüme vardı
Sanıyorum Bi Köşe’nin vazgeçilemez konusundan biri oldu ölüm. Dönüyor dolaşıyor aynı yere geliyorum. Öyle çok ölüm meraklısı da değilim. Şimdi eski yazıları okuyanlar, hatta ilk yazılara gidenler benim nasıl bir yalancı olduğumun ortaya çıktığını düşüneceklerdir. On küsür senedir insanın değişmesi oldukça normal değil mi? Gerçi o zamanlar daha karamsardım. Karamsarlık adı üzerinde karanlığa doğru yürümek. Ve bir gerçektir ki karanlığa varmayanlar aydınlanma yaşayamazlar. Aslında o zamanları da özlüyorum. Sanki daha çok bendim ve şu an benden çok farklıyım. Yukarıdan bakıyorum, etrafında dolanıyorum, bazen içinden geçiyorum ama bir türlü ben olamıyorum. Bernard Shaw‘dan alıntılarsak sanki buna biraz yakınım. Ya da kafam karışık. Bıraksanız ya beni.
Ne korkunçtur, sonsuza dek kendinle baş başa kalma düşüncesi. Sizi seviyorum, ama kendimi sevmiyorum. Değişmek istiyorum; daha iyi olmak istiyorum, yeniden, yeniden başlamak istiyorum; tenimi değiştirmek istiyorum yılanlar gibi. Bıktım artık kendimden. Bir gün değil, günlerce değil, sonsuza dek kendime nasıl katlanırım? Bunu düşünmek bile korkutuyor beni: karamsar, kin dolu, susmuş oturmuşum bu nedenle. Siz hiç düşünür müsünüz bunları?
Bernard Shaw
Benim garip rüyalarım
Garip rüyalarım olduğunu biliyorsunuzdur. Yazdığım bir çok hikaye de bunlara dayanır, yazamadıklarım da. Hiç bir şikayetim yok fazlasının da olması için sürekli kendimi şartlandırıyorum. Zaman zaman işe yarasa da, nerede o eski rüyalar diyorum bayramlara atıf atarak.
Son dönemde ise sürekli tekrarlanan bir rüyamı paylaşmak istiyorum. Sürekli tekrarlanması ilginç, gerçekleşecek mi diyorum ama olma olasılığı biraz düşük gibi. Bu arada benim rüyalarım genelde rüya gibi değil. Sürekli bir gözüm açık rüya görürken. Yani normal hayattan da bağımı koparmıyorum.
Sanırım Karl Köprüsü. Hatırlıyor gibiyim. 1500’lerden kalma köprünün üzerindeyim. O tarihlerde miyim yoksa yeni bir tarih mi emin değilim. Hava karanlık, gün yavaş yavaş alaca karanlığa uzanıyor. Köprünün iki yanı ahşap korkuluklarla bezenmiş, henüz heykeller dikilmemiş. Yani 1500’lerde olmam olası. Yürüyorum. Telaşlı da değilim. Köprünün düzensiz taşlarında ayağım kayıp yere düştüğümde üzerime beliren bir gölge fark ediyorum. Gölgenin ihtişamından korkarak hızlıca dönerek oturuyorum kıçımın üzerine. O an başımı bile kaldırmadan, göğsümde elindeki, uzun, ince, sivri, yeni doğan güneş ışığında bir ay gibi parlayan, belki daha önce hiç kullanılmamış ya da sürekli kullanılmanın etkisiyle parlamış bir kılıcın yansımasını görüyorum. Kılıcı tutan gölge bana biraz daha uzanıyor. Öylece acı veren bir duygu hissediyorum göğsümün üstünde.
İnsan olmak

Bir insan söyledikleri kadar söylemedikleri ile de insanlaşır. Albert Camus
Albert Camus’un cümlesinden yola çıkarak aslında “Bir insan yaptıkları kadar yapmadıkları ile de insanlaşır” diyebiliriz. Bu yapılabilecek tüm eylemler için değişkenlikte gösterir. Yani kendi çapımızda düşünebiliyor olmak bizim istediğimiz şeyi yapacağımız anlamına gelmez. Bu düşünceye sahip insanlar hastalıklı ve tedavi edilmesi gereken insanlardır. Düşünceler özgür olmalı ancak zarar vermeye yönelik olan düşünceler sadece düşünce olarak kalmalıdır. Yani kendinden güçsüz bir varlığı sırf keyif için işkence etmek tanımladığımız anlamda insanlığa sığmaz.
Bu cümlelerimi küçücük bir köpeğin ayaklarının ve kuyruklarının kesilip ormana atılması sebebi ile kuruyorum. Hangi mantık bu, hangi akıl bunu eyleme dökebiliyor anlamış değilim. Aldığı zevk nedir o da ayrı bir konu. Aslında bu gibi olayları sosyal medya sayesinde duyar olduk. Önceden yok muydu sanki? İşin aslı bu gibi insanların kanunen yargılanmaması. Hoş o değer verdiğimiz (!) insanların ölümüne bile kanun tepkili davranmıyor. İnsanın insanı öldürmesine bir şey demiyorum. Ancak kendini yüksek görenin, kendi kendine hikayeler uyduran ve şahlandıran insanın bunu keyif için yapmasını uygun bulmuyorum. Et yemiyor musun diyen olabilir. Evet yiyorum belki sonrasında fikrim değişir ama besin zinciri olarak hayvanların makul ölçüde kullanılabileceğini düşünüyorum. Hayvan derken bu genellemeye insanları da katıyorum. Yöneten ve akıllı olduğumuzu savunduğumuz yerde besin kaynaklarını ama varlık için yönetemiyorsak, bizden güçlüler gelsin bizi, biz insanları da yesin. Hatta hep bizi yesinler. Şimdi yamyamlıktı insanlar bundan vazgeçti diyoruz ama ben kaynakların tükenmesi halinde yine bu yola baş vurulabileceğini düşünüyorum.
İşi biraz daha karıştıracak ama, yapay et üretimi başarılı oldu. Yarın bir gün klonlama ya da fabrika üretimi insan olduğunda onların da besin zinciri olma olasılığı olası. İlerleyen zamanlarda yapay zekalı robotlarla yaşıyor olacağız. Onları nasıl kabulleneceğimiz bir muamma. Of iş biraz sarpa saracak konuyu kapatıyorum burada. Gerçi bizim kapatmamıza gerek yok, biz yol, inşaat derken daha çok zamanımız var.
Söylemem o ki, ne olursa olsun keyif için sırf ölüyor yada acı çekiyor diye keyif almak için yapılan bu eziyetlerin cezasız kalmaması taraftarıyım. Umarım bu küçücük köpeğinde ölümüne sebep olan mahlukat ektiğini biçer ve aynı şekilde dişler arasında can verir. İlahi adalet yerini bulur.
Sonuç
Hitler “Aklın bittiği ve sustuğu yerde son karar şiddete aittir.” der. Bunu kendisi için de demiş olabilir bilmiyorum ama dediği çok doğru. Aklımızı kullanamadığımız bu dönemlerde şiddete meyil etmemiz olası ve ne yazık ki biz Türkler kaba kuvvetimiz ve savaşçılığımızla övünürüz. Buradan yola çıkarak aklımızın olmadığı ve sürekli susup kabullendiğimiz fikrini ortaya atabiliriz. Bu önerme biraz tepki toplayacak gibi oldu. Gerçeklik payını düşününüz lütfen. Aklı kıt yönetimlerin/kişilerin başvurduğu yegane usul bu.
Oysa insan olarak yaklaşmamız gereken Yunus Emre’nin sözleri “Yaratılanı severim yaratandan ötürü.” Eğer buna inanmıyorsak, yaratana da inanmıyoruz demektir. Hani böbürlenerek anlatıyoruz ya.
Bu arada eski Bi Köşe sayıları için “Bi Köşe” etiketini kullanabilirsiniz.