Üç
Üç gün geçmişti. Oldukça sıradan geçen üç gün. Bu üç gün içinde de Mehmet’e ulamamıştık. Neslihan Teyze de çeşitli bahanelerle bizi başından savmıştı. Onun yokluğuyla birlikte biz de adı koyulmamış bir anlaşmayla olayları pek irdelemiyorduk. Ben kitapları araştırmaya devam ediyor, eşe dosta cinniler hakkında sorular sorup kulaktan dolma bilgiler edinmeye çalışıyordum. Bu gün sabah erken kalkmış bir süredir ara verdiğim Poe hikâyelerine geri dönmüştüm.
Öğle ezanı sonunda telefonumun uyarı sesi ile kafamı kitaptan kaldırdım. İki satır ekranı üzerinde, saatin tam üstünde mesaj sembolü yanıyordu. Mesaj kutusuna girdiğimde, mesajın Mehmet’ten geldiğini gördüm. O esnada, kalbimin sıkıştığını, nefesimin darlandığını, tarif edemediğim bir korkunun içinde dalgalandığımı hissettim. Parmaklarım mesajı bir alt satıra geçirmiyor, bilinçaltım sanki mesajı okumak istemiyordu. İçimde büyük bir tereddüt yaşadım. Açmalı mıydım, devam etmeli miydim? Kendimi bokun içine daha fazla sokmaya gerek var mıydı? Her şeyi böylece bırakıp ilerde anlatılacak yarım bir yaz macerası olarak bırakabilirdim. Bir yanım ise bitmemiş hikâyenin arkadaşımı yüz üstü mü bırakacağımı söylüyor, bitmemiş hikâyenin hiçbir albenisi olmadığından bahsediyordu. ‘E sonra’ diyecekti herkes.
Bir süre telefonu elimde tuttum. Sonra yatağa fırlatarak mutfağa geçtim. Bir bardak su doldurdum kendime ve pencereden dışarıya bakmaya başladım. Tepedeki güneş iyice kavurmaya başlamıştı ortalığı. Ben dışarısını izlerken telefondan bir mesaj sesi daha duydum. Heyecanım iyice artıyordu. Elimdeki bardağı başıma diktim ve ardından bir bardak su daha doldurdum. Salonu geçerek odama vardım. Mesajları okumamda bir sakınca yoktu. Okuyabilirdim ama bir tepki vermeme gerek yoktu. Telefonu elime aldım. İki satır ekranda “Yeni Mesaj: Mehmet” yazıyordu. Oku’yu seçerek mesajı okumaya başladım.
“Akşam dokuzda buluşalım.” Hayal kırıklığına uğramıştım. Daha farklı bir mesaj bekliyordum ama okuduğum duygusuz, düz, donuk bir mesajdı. Bende hiçbir hissiyat uyandırmamıştı hatta az önce yaşadığım tüm karmaşayı da götürmüştü. Bir süre ifadesizce odanın duvarlarına baktım. Bir ara babaannem kapının ucundan göründü.
“Götün yapıştı yatağa, kalk az dolaşta kendine gelsin.”
Haklıydı. Hemen kalktım hazırlandım. Kızgın güneşe aldırmadan sokağa atım kendimi. Hemen hemen bütün ilçeyi turlamıştım ve iyi gelmişti bu bana. Akşam eve döndüğümde saat yediye geliyordu. Yorgunluktan yatağıma bıraktım kendimi.
Sekiz gibi annem akşam yemeği için söylenerek uyandırdı beni. Ben ise umutsuzca dokuzun geçmesini bekliyordum. Bir dakika bile geçse üzerimdeki baskıdan kurtulacaktım sanki. Çocuklarla da konuşmamıştım hiç. Acaba onlar ne yapacaklardır? Birkaç parça ekmek attım ağzıma domates yemeğine bandırdığım. Sonra tabak bitene kadar hepsi otomatik olarak gerçekleşti. Hiçbir şey düşünmüyordum. Zihnim büyük bir karanlıktan ibaretti adeta. Bu boşluk içerisinde saat tam dokuzda buluşma yerimizdeydim. Salih ve Ömer gibi. Sanki programlanmış gibi.
Birkaç dakika sonra Mehmet geldi. O ana kadar hiç konuşmadık.
“Yardımınıza ihtiyacım var.” dedi Mehmet daha yanımıza varmadan telaşla.
“Ne yardımı? Kaç gündür nerelerdesin sen?” diye çıkıştı Sahih. Kendisinden beklemediğim bir çıkıştı bu.
“Anlatırım sonra.” dedi Mehmet. “Hadi vaktimiz yok.” Benim yanıma gelmiş kolumu tutmuştu. Silkeleyerek kolumu kurtardım.
“Hayır, önce ne olup bittiğini anlatacaksın. Kaç gündür neler yaşadığımızdan haberin var mı senin?”
“Söz anlatacağım ama önc…” Ömer lafını kesti.
“Hayır, abicim, önce ne bok olduğunu anlatıyorsun.”
Mehmet saatine baktı. Sıkılarak girdi söze.
“Birkaç ay önce bir kızla tanıştım. Âşık olduk birbirimize. Ama sonra nedendir kız benimle görüşmek istemedi. Bende kıza köpek gibi aşığım üsteledim. Sonra öğrendim ki kıza cinler musallat olmuş, ben üsteleyince bana da geldiler. Şimdi ise bu işten kurtulmam lazım. Yardım etmeniz lazım bana kısaca bu.”
“Siktir git lan.” dedi Ömer. “Hoca mı buluyorsun ne bok buluyorsan bul bizi karıştırma bu işe. Daha Sübhaneke’yi okuyamıyoruz biz sen gelmiş bize cin min diyorsun.”
“Oğlum zamana az. Size bir şey olmayacak söz. Bütün işi ben halledeceğim. Sadece siz yanımda olun ve güç verin bana.”
“Bence sen de bulaşma.” dedi Salih. “Kodumun memleketinde başka kız mı yok?”
“Ben gidiyorum” dedi Ömer. Birkaç adım attı. Ardından Salih’te ona katılı. Mehmet onların ardından daha önce görmediğim bir ifadeyle bakıyordu.
Bende “Kusura bakma” dedim ve evin yolunu tuttum. Ardımdan Mehmet’in homurdandığını duydum ama tam olarak ne dediğini anlamadım. Sakince eve girdim. Doğru odama geçtim. “Walkman”in kulaklığını takarak “play” tuşuna bastım. Ünlünün, “O ve Z Hikâyesi” yankılanmaya başladı kulaklarımda.
İçimden bir his Mehmet’in anlattıklarında bir şeylerin yanlış olduğunu söylüyordu. Ancak üzerinde pek durmadım. Bu hikâye bizim için kapanmıştı varsın eksik olsun. Bitmişti. Bir süre sonra uykuya daldım.
Gece yarısı olmuştu sanırım. Bir uğultuyla yatağımdan fırladım. Derin, kulakları yırtan metalik bir ses beynimi kafatasımdan söküyordu adeta. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Ardından derin bir sessizlik kapladı ortalığı ancak beynim uğuldamaya devam ediyordu. En azından acı verici değildi ta ki bir sonraki sese kadar. Sonra bir sessizlik daha, akabinde bir uğultu daha. Buna ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum. Göz bebeklerim yerinden fırlayacak gibiydi. Kulaklarımda hafif bir ıslaklık hissettim. Ellerimle başımı sıkıştırarak yatağımda secde pozisyonu aldım. Bir sonraki çınlamaya kendimi hazırlıyordum ama acı kendimden geçmemi sağlamıştı. Gözlerimi açtığımda ise eski evdeydim.
Anlamsızca etrafıma bakındım. Sadece birkaç metre ilerimde bir alev görüyordum. Kalan her şey sis bulutu içerisinde kaybolmuştu. Birkaç ayak sesi duydum. Yerden bir karış kadar yüksekte kalan sisin ardından iki çift ayak gördüm. Bana doğru geliyorlardı. Adımlar bana yaklaştıkça bu gelenlerin Salih ve Ömer olduğunu fark ettim. Onlarda beni görünce biraz olsun rahatladılar.
“Neredeyiz amına koyim.” dedi Ömer. Salih muhtemelen bildiği bütün duaları okuyordu.
“Bilmiyorum, sanırım eski evdeyiz.” diye yanıt verdim.
“Nasıl olur evdeydim ben, nasıl geldik buraya?” Diye sordu Ömer. Bilmiyordum verecek bir cevabım yoktu ve sustum. Etrafa bakındım ve bir çıkış yolu aradım.
“Ne taraftan geldiniz?”
“Buradaydık, sadece birkaç adım attık” dedi Ömer. Salih hiç konuşmuyor, hipnoz olmuş gibi sadece dua okuyordu.
“Bir yerden çıkış olmalı.” dedim. “İlerleyelim.”
Yavaş yavaş, temkinli bir şekilde yürümeye başladık. Gözlerimiz ben önde, arkamda Ömer onun arkasında da Salih. Birkaç adım sonra bir şeye çarptık. Koltuktu bu. Geçen günde buradaydı. Tam karşısında bir koltuk daha vardı. O bizimle konuşan kadının oturduğu koltuk. Ortadaki sehpada tencere içinde yanana bir alev. Ters istikamete gittiğimizde çıkış kapısına ulaşabilirdik.
“Dönmemiz lazım.” Dedim. Dikkatlice ters yöne doğru yürümeye başladık. Birinci adım, ikinci adım, üçüncü, dördüncü, beşinci. Şimdiye kadar varmış olmalıydık. Beki hesabı yanlış yapmışımdır diye birkaç adım daha ilerledim. Ne de olsa adımlarımız oldukça küçüktü. Salih ve Ömer sulasizce beni izliyorlardı.
En sonunda Ömer “şimdiye kadar varmış olmamız lazımdı” dedi. Onun bu cümlesi karşısında Salih panikleyerek buradan çıkamayacağız diye sayıklamaya başladı. Duaları yerini “buradan çıkamayacağıza” bırakmış ve yavaş yavaş benim de sinirlerim bozulmaya başlamıştı. Birkaç adım sonra ileride yine bir alev gördük. Ardından yine koltuğa çarptık. Sanki aynı yerde dönüp dolanıyorduk. Tam bu sırada üst kattan hızlıca inen ayak sesleri duyduk. Kendimi her zaman olduğu gibi, izlediğim filmler, okuduğum kitaplardaki sahnelere hazırlıyor çıkabilecek şeylere karşı nasıl bir plan yapabiliriz diye düşünüyordum. Aslında düşünmeye çalışıyordum. Bunu düşünmeliyim diye telkinler veriyordum kendime ama bir türlü aklım eski düzeninde çalışmıyordu.
Birden sis tabakası aralanmaya başladı. Sisin ardında siyah giyimli uzun ince bizim boylarımızda biri yaklaşmaya başladı. Sis gitmişti ama sanki gözlerime siyah bir perde inmişti. Düşüp bayılmamak için kendimi zor tutuyordum. Arkamda duran Ömer koluma tırnaklarını geçirmişti. Acı hissetmiyordum ama kolumu rahat hareket ettirmediğim için bunu anlıyordum. Nihayet bir çığ gibi büyüyen adımların ardından beynimin görüntüsünü algıladığı kişi Mehmet oldu. Elimden tuttu ve beni çekiştirmeye başladı. Dolayısıyla diğer çocukları da.
“Gelin fazla vaktimiz yok.” İstemsizce de olsa onunla gittik. Biliyorduk ki, bizi buradan kurtarabilecek varsa o da Mehmet’ti. Kaç basamak çıktığımızı hatırlamıyorum ama her şey çok ani oldu.
Bir salondaydık. Salonun dört tarafı aynalarla çevriliydi ama dikkatlice baktığımda kendimi göremiyordum. Salih ile Ömer’i de. Sadece Mehmet kara şekilsiz bir duman gibi gözüküyordu tüm yansımalarda. Ortada bir yer sofrası, üzerinde garip şekilde olan birkaç kâğıt parçası ve bir hayvan kellesi vardı. Sofranın etrafında da üç tane büyükçe metal leğen.
“Hemen leğenlerin içine girin” dedi Mehmet. Sanki onun tarafından yönetiliyormuş gibi girdik leğenlerin içine. O esnada fark ettim ayaklarımın çıplak olduğunu. Salih mırıldanmayı bırakmış, Ömer anlamsız ifadeyle olan biteni izliyordu.
“Merak etmeyin, o leğenlerin içerisinde kaldıkça size bir şey olmaz. Sadece dediklerimi yapın yeterli.” O esnada Mehmet’in tam karşısında yerde yatan bir karartı hissettim.
“Ne yapıyorsun olum?” diye bağırdım Mehmet’e.
“Kes sesini kimse konuşmasın!” diye bağırdı bana. Sonra sesini normal seviyeye indirerek ekledi. “Ne duyarsanız duyun, ne görürseniz görün cevap vermeyin. Onlar yalan söyleyecek.”
Onların kim olduğunu bilmiyorduk. Bir süre gözlerimi sıkıca kapadım. Sadece Mehmet’in mırıldanışlarını duyabiliyorum onlar da bana pek anlamsız gelmiyordu. Mehmet’e ne kadar güvenebilirdik onu da bilmiyorum. Bizi bu çaresizliğin içine itmişti.
Gözlerimi açtığımda aynadaki yansımalar arasında dördümüzden farklı bir görüntü gördüm. Sanki aynanın ardından bir başka dünyaya bakıyorduk. Aynı yerdi. Yine camlarla çevriliydi. Sofranın etrafına dört siluet vardı. Bu kez şekillerine bir türlü anlam veremiyordum. Görebildiğim kadarıyla her birinin yüzü kocaman ve çirkin bir hayvanı andırıyordu. Diğer taraftan anlamadığım dilde bir şeyler geldi kulağıma. Onlar bir şeyler mırıldandıkça mideme kramplar giriyor acıdan iki büklüm oluyordum ancak bulunduğum yeri terk edemiyordum bir türlü. Salih ve Ömer’de aynı şekilde. Salih’in bu kadar acıya nasıl dayanabildiğine anlam verememiştim. Oysa o hafif acık yarada bile kendinden geçerdi.
“Ey âdemoğlu” dedi dışarıdaki ses. “Bu cinninin peşini bırak.”
O duraksama anında Mehmet anlamadığımız dilde bir şeyler söyledi.
“Ey âdemoğlu bu cinninin peşini bırak. Yaradanın adıyla emrediyorum sana. Yoksa ademe karışacaksın. Bilmez misin ki iki dünya arasına perde çekildi. Bu dünyaya müdahaleye hakkın yok.”
Sadece olup biteni izliyordum. Bir şeyler tersti ama ne olduğunu tam olarak çıkaramamıştım. Aslında tek isteğim bir an önce yatağımda uyanmaktı. Bu bir rüya olmalıydı. O saçma rüyalardan biri.
Mehmet kadının bu sözlerine cevap vermedi. Yazılı kâğıtları bir mum yardımıyla yaktı ve masanın üzerine bıraktı. Masadaki kelleyi eline aldı. Birkaç kelime söyledi ve üfledi. Sonra kellenin dişleri arasına dilini yerleştirdi ve iyice sıktı. Ta ki kanayana kadar. Kandamlaları kellenin içinde süzülürken, Mehmet’in çenesinden de kan akıyordu yere doğru. Kelle elinde bir şeyler mırıldanarak ayağa kalktı. Bizim bulunduğumuz leğenlerin içine tükürmeye başladı. Bir refleks olarak Salih ondan kaçmaya yeltendi ama başaramadı. Birkaç tur döndü etrafımızda bu şekilde. Daha sonra bir bıçakla yanımıza gelerek bir elimizi kesti ve birkaç damla daha akıttı kellenin ağız kısmına. Biz ise tam anlamıyla hareket edemiyor, bilimcimiz yerinde olmasına rağmen herhangi bir tepki gösteremiyorduk. Bir an için Ömer bir şey söyleyecek gibi oldu ama Mehmet onu susturdu. Aynanın diğer tarafında ise toplu şekilde bir şeyler söylüyorlardı.
Mehmet yerine oturdu. Kellenin ağzından akan kan boğazına doğru iyice süzülmüştü. Ağzına götürerek tüm kanı emdi. Ondan sonra seri bir şekilde hareketle kellenin iki çenesini birbirinden ayırdı. Şiddetli bir kemik kırılma sesi duyuldu etrafta. Tam o esnada aynaların ardındaki üç yaratık ikiye katlandılar ve ince bir çığlık atarak cansız bedenleri yere düştü. Mehmet bir kez daha anlamadığımız cümleler kurmaya başladı. Benim ve Ömer’in ortasında duran, siyah bir karartı yavaş yavaş yükselmeye başladı. Aynanın ardındaki hayatta kalan karartı ise yavaş yavaş yok oluyordu. Mehmet aynanın karşısındaki karartı iyice yer ile yeksan olana kadar mırıldanmasını sürdürdü. Önümüzdeki karartı ise bir insan boyutuna varmıştı adeta. Mehmet mırıldanmayı bıraktığında önümüzdeki karartı yere düştü. Ben de hareket etmeyi başarmıştım.
Ne olup bittiğine anlam vermeye çalışıyordum. Mehmet düşen karartının yanına koştu ve onu kontrol etti. Kucağına alıp merdivenlere doğru yürüdü. Ben ve diğer çocuklar ayaklarımız hissetmiyormuşçasına olduğumuz yere yığıldık.
“Bu neydi amına koyayım” dedi Ömer. “Nasıl bir boka bulaştık.”
Kendimi toparlar toparlamaz diğerlerini de çekiştirerek hızlıca merdivenlerden aşağıya indim. Dış kapı açıktı. Dışarıya çıktığımızda terleyen vücuduma çarpan rüzgar adeta enerji vermişti bana.
“Koşun,” dedim. “Mehmet’i bulmalıyız.”
“Ben eve gidiyorum ne hali varsa görsün.” dedi Salih. İlk defa konuşmuştu.
“Bakın oğlum bu işte bir iş var. Neye bulaştığımızı bilmiyoruz. Her şey bitti dedik yine çekildik buraya bir daha olmayacağının garantisi yok. Bu işi çözmemiz lazım. Yoksa siktin sene kurtulamayız bu beladan alırız elimize.”
Ömer homurdanmaya başlamıştı. Bu kararsız kaldığı anlamına geliyordu ama benim dediğimi yapacaktı. Salih başını öne eğmiş ne derseniz o tavrın takınmıştı.
“Mehmet’i bulmalıyız. Ne bok yediyse ki bunların hepsi onun başının altından çıktı onu bu işi çözmeliyiz.”
“Nereden bula…” Salih cümlesini bitirmeden bir kedi çığlığı duyuldu.
“Hadi, sese doğru.” Parka doğru yürümeye başladık. Artık korkmuyordum. Ama sudan mıdır terden mi bütün kıyafetlerim sırılsıklam olmuştu. Tam ardan çıkıp sokağa girecektik ki beyaz bir kedi atladı önümüze. Refleksle geri çekildik ve birbirimize takılıp yere düştük.
Birkaç saniye kendimi kaybettim sanıyorum. Beyaz bir perde indi gözerimin önüne. Beyazlar içinde siyah saçlı bir kız gördüm. Güzelce bir kız. Yanıma yaklaştı ve “beni kurtar” dedi. Gözlerinde azı vardı. O gözleri görmem bile içimin acımasına yetmişti. Biz hüzün kapladı içimi, derin bir sıkıntı. Yanağımdan akan birkaç damla gözyaşını hissedebiliyordum.
“Nasıl?” dedim.
“Sadece yardım edin” dedi. “Kelle…” diye ekledi ardından.
Birden kendime geldim. En çelimsizimiz en altta üt üste yığılmıştık adeta.
“Gördünüz mü?” dedi Salih heyecanlar.
“Evet” dedi Ömer.
“Hadi gelin geri dönmeliyiz.”
“Nereye, neden?” diye bağırdı Salih. “Kız öyle söyledi” dedim.
Koşarak eski eve doğru girdim. Ardımdan onlarda geldiler. Üst kata çıktığımızda her şey yerli yerindeydi.
“Kelle dedi kız kelle ile bir şeyler yapmalıyız.”
“Ne yapacağız ki?” diye sordu Ömer.
“Bilmiyorum.” dedim ve kellenin iki parçasını da elime aldım. O esnada nasıl oldu bilmiyorum ama ayrılmış iki parçayı bilinçsizce bir araya getirdim. Bir gürültü koptu. Kapının eşiğinde Mehmet belirdi.
“Ne yaptınız siz” diye haykırdı.
Tam arkamda o an bir esinti hissettim. Arkamda bir şeyler vardı ve mırıldanıyordu. Kaçamak bakışla aynadan ne olduğunu görmeye çalıştım. Ömer ve Salih büyülenmiş gibi bana bakıyorlardı. Bana değil aslında arkamda olana. Birden arkamdaki elimi tuttu. Ondan süzülen birkaç parça da diğer çocukların elini.
Kış vaktiydi. Yerde yaklaşık beş santim kar vardı. Lapa lapa yapan kar, adımlarımın ardında bıraktığı izleri hemen kaybediyordu. Soğuk olmasına rağmen üşümüyordum. Kar içimi ısıtmıştı adeta. Yıllar önce de bu şekilde yağardı kar. Bunu da gördüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Etrafta kimse yok. Birkaç adım atıp ilerlediğimde ardımdan gelen başla ayak sesleri duyuyorum. Tam arkamı dönecekken sırtımda bir kartopu patlıyor. Sonra bir ikincisi. Refleksle kendimi yere atıyorum daha fazlası vardır diye. Arkamı döndüğümde Ömer ve Salih’i görüyorum. Hep burada mıydık? Ne zaman alıştık buraya? Bende yattığım yerden onlara cevap vermeye çalışıyorum ama onlar da kendini kara atıyor. Bir tek Mehmet yok. Sanki hiç olmamış gibi. Bir süre sonra bir karartı beliriyor başımızda. Kar üzerimize daha az düşüyor. Gözlerimi açıyorum tanıdık bir sima ama kim olduğun çıkaramıyorum. Yanımıza oturuyor biz de onu görecek şekilde oturuyoruz.
“Ben kendi dünyamda huzur içinde yaşıyordum” diyor bize. “Bir gün beni gördü. Benden hoşlanmış. Biz farklıyız ama bende başlarda bu farklılığa kapıldım. Olacak gibi değildi. Siz bilmezsiniz ama bu bizim için de eziyet. Görüşmeyelim dedim. “ Dudakları oynamıyordu sanki. Bütün olan biten bizim beynimizdeydi. “Kabul etmedi. Sonra bir büyü bulmuş ve…”
Anlatmıyordu sanki. Tüm duygularını hissedebiliyorduk. Nefretini, hüznünü, çaresizliğini. Tüm duyguları bizdeydi adeta. Sanki bizden daha insandı. Öylece kaldık. O gittiğinde bile. Salih, ben ve Ömer. Bir karar vermiştik kıza yardım edecektik. Ne olursa olsun.
Geri dönmüştük. Karanlık rutubetli pis kokan odaya. Mehmet at o elindekini diye bağırıyordu. Atmayacaktım. Üzerime gelir gelmez Salih ve Ömer önüne geçtiler. Ancak bir kelime ile sağa sola fırlattı onları. Bunları yapmayı nerden öğrenmişti bilmiyorum. Oysa grubun uçuk çocuğu bendim. Bana doğru yürümeye başladı. O esnada kız önüne geçti. Bir şeyler yapmalıydım ama ne yapacağımı bilmiyordum. Ama kız Mehmet’i geriye doğru fırlattı. Mehmet’ten daha güçlüydü şimdi. Sanki biz yanında olduğumuz için. Mehmet duvarın köşesinde iki büklüm olmuş bağırıyordu.
“Kurtarın beni, öldürecek beni” diye. Bulunduğu yerde bağırmaya başladı. “Hayır, gelmeyin, kurtarın beni.” Bir grup karartı üzerine çullandı. Mehmet bağırdıkça daha şiddetli geliyorlardı.
“Hırıldayan seslerle ben sizin arkadaşınızım, yardım edin dedi ve sustu.”
Mehmet’in bu haline acımıştım. Öne doğru bir adım attım. Ömer ve Salih’te yanımda duruyordu. Kız yanımıza geldi ve elimdeki kelleyi aldı. O eline alır almaz kelle un ufak oldu ve yere düştü. Elinde kalan birkaç tozu yüzümüze üfledi.
Bir hafta sonra Mehmet aklını yitirmiş olarak çıkıp geldi. Artık o mu geldi yoksa bıraktılar mı bilmiyorum. İlk karşılaşmamızda onun bu durumunun sorumlusu gibi hissettim kendimi. Sanki o da boş bakılarının ardından bu suçlamayı yöneltiyordu bana. O günden sonra bir daha onu görmedim. Diğerlerini de. Duyduğuma göre birkaç sene sonra kalp yetmezliğinden ölmüştü. Ailem cenazesine çağırdı ama namazına gidip nasıl “iyi bilirdik” diyebilirdim ki?
Bizi kimse ayıramaz dediğimiz çocukluk arkadaşlığımız o olayın ardından böylece bitmişti. Hem de içimizden birine zarar vererek. Kan kardeş olup birbirimizi kollayacağımız yeminini bozarak.
Son
Siz ne düşünüyorsunuz?