Not: Aslında hikayenin biraz daha düzenlenmiş hali vardı ama bulamadım.
Bir
Üniversitede falan okuyorduk. Her birimiz farklı şehirlere dağılmış, uzun bir aradan sonra yaz tatili ile birlikte tekrar memleketimize geri dönmüştük. Ekip toplanır toplanmaz klasik sokak lambası altı muhabbetlerimize başlamıştık. Önce gittiğimiz şehirler üniversite hayatı, yeni arkadaşlar, dersler derken muhabbetin büyük bir çoğunluğunu kaplayan kız muhabbetlerinden sonra saat bir hayli ilerlemişti. Elbette hepimizin bir de fazla uyduracak macerası vardı bu konuda. Birkaç kez annelerimiz pencereden ve balkondan sarkarak eve girmemiz için çağrıda bulunmuş, yarım ağız ‘geliyoruz’ demelerimizin ardından, ateşli muhabbetimizi kesmemek adına bir daha kendilerini göstermemişlerdi. Aslında önümüzde koskoca üç ay vardı konuşacak ama biz hevesle koca dokuz ayı bir gecede bitirmek istiyorduk.
Havanın kararmasıyla başlayan muhabbetimiz gece yarısına kadar hararetle sürmüştü. Gecenin en sessizi ise o sene bir yere yerleşememiş olan Mehmet’ti. Mahallenin habercisi olarak bir o kalmıştı aramızda. Gerçi son bir kaç ay kendisine ulaşamamıştık ama yeni hayatımıza sağlamaya çalıştığımız uyum bu duruma yoğunlaşmamızı engellemiş, zamanın nasıl geçtiğini hissettirmemişti bize.
Hava serinlemeye başlamıştı. Beyaz, ama beyazlığına şahit olamadığımız, kirden sararmaya başlamış sokak lambasının etrafında dönen sineklerin bıraktığı gürültü, gecenin sessizliğini kırmaya yetmiyordu. Zaman zaman bizde bu sessizliğe kulak kabartarak uzaktan gelebilecek sesleri dinlemeye çalışıyorduk. Bizim çıkardığımız sesten başka hiç bir ses yoktu. Biz de bu sessizliğe uymak adına ses tellerimizi en düşük seviyede titreştiriyorduk. Küçük bir yerde yaşıyorsanız bir saatten sonra sessizliğin çökmesi çok olası bir şey. Biz de bu rahatsız edici sessizliğe aldırmıyorduk.
Duruş şeklimizi şöyle açıklayabilirim: Ben kaldırıma oturmuş ellerimi arkama doğru uzatmış, ellerime batan beton kaldırımın çıkıntılarına aldırmadan onlara yaslanıyordum. Hemen sol yanımda Salih oturuyordu. Bir karış mesafe vardı aramızda. Dizlerini kırmış elleriyle onları sıkıca sarmalamıştı. Yine tünemiş derdi babaannem Salih’i bu şekilde ne zaman görse. Sağ yanımda ise, dökülen bilmem kaçıncı asfalttan sonra artık baldır hizasına gelmiş elektrik direğinin ilk basamağına kaba etini dayamış Ömer vardı. Mehmet ise gece boyunca oturmamış, zaman zaman sağa sola sallanmış tepemizde bize bakıyordu.
Artık vücudumuza ağırlık çökmeye başlamış, kendimizi serinlemeye başlayan betonun üzerine yavaş yavaş salmaya başlamıştık. Israrla evlere dağılmıyorduk. Birden bire bir karartının arkamızdan hızlıca geçtiğini, üstüne üstlük karartının geçerken de elime bastığını hissettim. Çöken ağırlığın da verdiği rehavetle kafamı karartının geçtiği yöne doğru yavaşça çevirdim. Kedi olabilir diye düşündüm. Ancak kafamı çevirdiğimde karşılaştığım şey kedi değil bir ondan da büyük koca bir gemeydi (keme). Birden bire kaybettiğim algılarım yerine gelmiş, koca kıçını sallayarak köşeyi dönen yaratık beni kendime getirmişti.
“Hassiktir, fareymiş ya lan, elimin üzerinden geçti.” diye sessizliği bölerek birden patlamasını hissettiğim adrenalinin etkisini dışarıya saldım. Benim bu ani hareketliliğim ile birlikte diğerlerine bir canlılık gelmişti. Afaki bir şekilde kalkarak farenin peşinden koştum. Ardımda duyduğum ayak seslerinden diğerlerinin de peşimden geldiğini anlayabiliyordum.
Tam köşeyi dönüp adımımı karanlık dar ara sokağa atacakken, tüm vücudumu sararak geçen serin hava dalgası ürpermeme sebep oldu. Aniden durdum. Bu serinliğin verdiği ürperti değildi bundan emindim. Ardımdan hızla gelen elemanlar benim ani duruşumu fark edemediler ve bana çarptılar. Ben ise oraya örülmüş bir duvar gibi hareketsiz duruyordum. Onlar da aynı ürpertiyi hissetmiş olacaklar ki, birden bire soluk alışverişleri durdu. Karanlık araya doğru bakarken, bir karartı gördüm. Eminim ki bunu onlarda görmüşlerdi. Kaçamak bakışlarla birbirimize baktık. Bu herkesin gördüğünün kanıtıydı. Hiç bir anlam veremedik tabi bu karartıya. Muhtemelen, bir kaç metre ötedeki kendimizi bildik bileli duran eski ahşap evin ışık kırılmalarıydı bu. Şu hayatta her şeyin mantıklı bir açıklaması var sonuçta. Bu fikri benimsediğinizde bazı şeyler daha eğlenceli oluyor. Küçükken ne hikâyeler uydurur ve birbirimizi korkuturduk bu evden. Şimdi bu ev hiçbir hissiyat uyandırmıyor bende.
Daha fazla aksiyona gerek yoktu. Biz tam geri dönecekken Mehmet öne atıldı.
“İşte orada” dedi. Hepimiz tekrar karanlığa baktık. Hiç bir şey göremiyorduk ama oraya doğru yürüyen Mehmet’i takip etmeden duramadık. Bu gece boyu Mehmet’in ettiği onuncu kelimeydi neredeyse. İyice kırılmış toprakla birleşmiş betonun üzerinde, çatlaklardan fışkıran otları üzerine basa basa bir yere takılmadan yürümeye çalışıyorduk. Üçümüzün yan yana yürüyemeyeceği kadar dardı bu ara. İçeriye doğru birkaç adım daha attığımızda karanlık sanki biraz daha çökmüştü. Ayaklarımızın altındaki taşlar adımlarımızı sağlam atmanızı engelliyor, dengemizi zaman zaman şaşırtıyordu. Sanki geri dönmemiz için kendi dillerinde bir şeyler söylüyorlardı Biz ise Mehmet’i takip ediyorduk.
Daha şiddetli, daha soğuk bir rüzgâr vücutlarımız arasında dolandı. Zaten havada olan tüylerim köklerini de iyice zorlamaya başlamıştı. Eminim ki diğerleri de aynı şeyleri hissediyordu benimle. Bir başka rüzgâr dalgasıyla vücuduma bir titreme geldi. Birden bire vücudumdaki tüm tüylerin hareketlendiğini hissettim. Sanki bir tüy mıknatısı hepsini yukarıya doğru çekiyordu. Bir ara ağzımdan her nefes alış verişimde çıkan duman gördüm. Muhtemelen bu bir varsanımdı, belki tüm gece gördüklerimiz gibi…
Bu hava da ağızdan çıkan buhar… İnanılır gibi değil…
İyice birbirimize sokulmuş, sokak lambalarının göz gözü göremeyecek kadar aydınlattığı dar arada yürüyorduk. İçimizde, hevesle hızlı adımlar atan sadece Mehmet vardı. Biz de yediremediğimiz erkekliğimizle sakin adımlarla ilerliyorduk. Aranın ortasına gelmiştik. Aslında koşarak bir kaç adımda geçeceğimiz bu ara şimdi ucu bucağı görülmeyen bir yol olmuştu bize. Birbirimize sokulmuş ilerlerken, hepimiz onlarca göz üzerimize dikilmiş gibi, izleniyormuşuz hissine kapıldık. Bir an için kalbimin sıkışmasıyla hayatımın gözlerimin önünden geçtiğini hatırlıyorum. Daha üniversitede ilk senemdi tadını çıkarıp sevgili bile yapamamıştım. En önemlisi daha gençtim. Hepimiz gençtik.
Evsizlerin bile tercih etmediği, haylaz çocukların camlarını kırmak için taş bile atmadığı, uğursuz olduğunu düşündüğümüz, orada hep var olan ama hiç bir cümlemize geçmeyen, ‘sanki yokmuş gibi’ olan evin kapısını açarak içeri girdi Mehmet. Bir refleksten çok içeriye çekiliyormuşuz gibi; gıcırtıyla açılan kapı, aynı gıcırtıyla kapanmadan, kanadının arasından süzüldük içeri. Karanlığa alışan gözlerimiz, içeride parlayan loş ışığı ve evin içerisindeki, hiç de bizim işçiliğimize benzemeyen oturma takımını görünce zaten karanlıktan irileşmiş göz bebeklerimiz daha da irileşti. Biz etrafı incelerken iki siluet birbiri ile hararetli bir şekilde konuşuyordu. Siluetlerden biri Mehmet’ti ama diğerini tanımıyorduk ancak görebildiğimiz kadarıyla siluetin şeklinden kadın olduğu anlaşılıyordu.
Bir süre öylece durduk ve konuşmalarının bitmesini bekledik. Nihayet konuşma bittiğinde Mehmet sinirli bir şekilde yanımıza geldi ve ‘hadi’ dedi. Söz dinleyen iyi çocuklar gibi onun ardından çıktık. Hiç bir şey sormuyor, sadece yürüyorduk. Bu kez bir kaç adımda aradan çıkarak, sokağa eski yerimize vardık. Konuşma ihtiyacı duymadan direkt evlere dağıldık.
Dün gecenin etkisi üzerimden kalkmamış, sabaha kadar türlü kıvranışlara gebe kalarak günü doğurmuş, anlamsız bir çabayla öğlen olmasına rağmen yataktan çıkmamıştım. Diğer çocuklardan da ses yoktu. Muhtemelen onlar da benim yaşadıklarımı yaşamışlardı tüm gece. Ancak bize dün gece hakkında, mantıklı, mantıksız herhangi bir açıklama yapabilecek biri varsa, o da Mehmet’ti. Biraz baskı yapmamız Mehmet’in her şeyi anlatmasına yeter de artardı bile. Çocuklarla bu kaç dakika önce buluşup bu konuda konuşmalıydık.
Bu kararın üzerine yataktan kalktım. Evde kimse yoktu. Muhtemelen herkes dışarıdaydı. Tuvaletten sonra mutfağa girdim ve kendime hızlıca yarım ekmek arası domates peynir hazırladım. Ekmeğimi yerken karşımda duran eski gazetenin eskimiş haberlerine göz atıyordum. Ekmeği bitirdikten sonra tekrar yatağıma yatıp kitap okumaya başladım. Kafamı dağıtmalıydım. Nihayet hava kararmaya başladığında, Ömer ‘dışarıdayım’ diye mesaj gönderdi.
Dışarıya çıktığımda Salih’te Ömer’in yanındaydı. Selamlaştık. Bir süre bir şey konuşmadık. Aslında konuşulacak konu belliydi ama her birimiz, bir diğerimizin konuyu açmasını bekliyordu. Nihayet Salih sessizliği bozdu.
“Dün gece bir rüya gördüm. Şu eski evin içine girmiştik, orada bir kız vardı Mehmet ile tartışıyorlardı. Siyah saçlı. Yâda bana öyle geldi ortam karanlıktı. Kız Mehmet’ten kaçmaya çalıştıkça Mehmet üsteliyor ve onu bırakmıyordu. Mehmet çekiştirirken, kız yalvarır gözlerle kurtarın beni diye sayıklıyordu. İçim parçalandı ağlamaklı hissettim bir süre kendimi. Kendime gelemedim hatta.”
Salih’in tüm bu olan biteni bir rüyaymış gibi anlatmasına anlam verememiştim. Dün gece gerçekti… Yoksa rüya mıydı? Ev, kız, Mehmet ile tartışması hepsi aklımdaydı ama kızın yardım çığlıklarını hayal meyal hatırlıyordum. Belki de Salih’in anlattıklarından etkilenmiştim. Üçümüzde aynı rüyayı görmüş olabilir miydik? Salih’in anlattıkları kısmen aklımda bazı şeylerin daha net canlanmasına sebep olmuştu ama bir yerde anlam veremediğim bir eksiklik vardı. Gerçekten rüya mıydı?
Ben düşüncelerimle savaşırken, Ömer, Salih’in konuşmasını kesti ya da bana öyle geldi. Belki de bitirmişti Salih konuşmasını. Ömer’in sesinde çözemediğim bir duygu vardı. Sakindi ama ağzından çıkan kelimeler heyecanını yansıtıyordu.
‘Ben de gördüm aynı rüyayı.’ dedi ve her ikisinin gözü de bana döndü. Yapacağım yorumu bekliyorlardı. Bu tip doğaüstü olaylarla ilgilenen sadece ben vardım aramızda.
“Durun bir dakika. Dün gece yaşadıklarımızı hatırlıyorsunuz değil mi? Bunları zaten yaşadık rüya değildi. Yalnız ben kızın yardım isteğini duymadım.”
İkisi de sorgular gözlerle bana baktılar.
”Ne oldu ki gece?” dedi Ömer.
“Anlattıkların işte. Gece hani burada oturuyorduk. Benim elimin üzerinden geme geçti peşinden gittik. Sonra Mehmet eski eve girdi bizde peşinden girdik. Senin anlattığın gibi işte. Rüya değildi bunlar. Gerçekti!”
“Nasıl olur!” dedi Salih, “rüyamda gördüm ben.”
“İkiniz de aynı şeyi gördüğünüzü söylüyorsunuz ben de gördüm diyorum. Üç kişinin aynı rüyayı gördüğü nerede görülmüş?” İkisi de sorgular gözlerle bana baktılar. Sorduğum soruya cevap vermemi bekliyorlardı.
“Tamam, bazen bu gibi olaylarla karşılaşılmış ama bunun ne anlama geldiği konusunda hiç kimse yorum yapmamış. Hatta âlimler bu rüyaları tabir bile etmemişler. Rüya kişisel bir şeydir. Birden fazla kişi aynı rüyayı görüyorsa bu rüya değildir yaşanılan bir şeydir.”
Öyle bilmiş konuşmuştum ki kendim bile inanamıştım buna. Bir süre sessiz kaldık. Gerçeği anlamanın yolu geceyi beklemekti. Bir kaç kez Mehmet’i aradık ama ne telefonuna cevap verdi ne de evdeydi. Annesi sabah çıktığını söyledi sadece…
Tüm gece beraberdik. Zamanımızın çoğu susarak geçiyordu. Söze vurmasak ta düşüncelerimizin geveze bir hal aldığını biliyorum. Konu ise belli. Dile getirmediğimiz ortak bir kararla hepimiz gece yarısında o eski eve girmeyi düşünüyorduk. Zaman zaman volta atıyormuş gibi yapıp gözlerimizi karanlık aranın içinde kaçamak bakışlarla gezdiriyor, karanlığın içerisinde bir hareket arıyorduk. Aslında hepimiz biliyorduk ki insanın başına ne gelirse ya meraktan, ya…
Ama burası bizim mahallemizdi. Bize bir şey olmazdı.
Nihayet gün, ertesine bağlandığında, içimizde bir kırpıntı, sabırsızlığımızı tetikledi. Mehmet’in olmayışı aklımızdaki soruları soramamışımız çok büyük etkendi buna. Hepimiz aynı anda pür dikkat kesilerek araya doğru yürümeye başladık. Karanlığa daldığımızda altı gözlü, altı kollu, altı bacaklı siyah koca bir yaratıktan farkımız yoktu. Yavaş adımlarla yürüyorduk. Sessizliği yaran patlak egzozlu motor ana cadde üzerinden geçerken, son nefesimizi veriyormuşçasına sarıldık birbirimize. Ancak yürümeye devam ettik. Virane evin kapısına geldiğimizde kapıyı kim açacak tereddüt yaşadık. Heyecandan ve stresten ellerim terlemeye başlamıştı. Eminim diğerleri de aynı şekildeydi.
Nihayet yüzlerce korku filmi izlemiş, onlarca korku romanı okumuş ben, kapıya doğru hamle yaptım. Sanki bu telepatik bir şekilde Ömer ve Salih tarafından bana iletilmişti. “Ne olabilir ki?” diye düşündüm. Birçok olasılık geçti aklımdan. Böyle şeyleri kitaplarda, filmlerde görmek, gerçek olmadığının rahatlığı ile atıp tutmak keyif verici olsa da, şu anda tüm o okuyup, izlediğim sahnelerin çeşitli versiyonlarını aklımda dolandırmak beni bir hayli yormuştu ama kendimi mümkün olduğunca karşılaşabileceğim şeylere hazırlamak istiyorum. Bir an için içine daldığım dünyadan, ahşap kapının tokmağının terlemiş avuç içimde bıraktığı soğuklukla kurtuldum. Kapıyı kolayca açtım. Kapının kanadı gıcırtıyla açılırken sessizliğin en ürkütücü, en rahatsız edici sesini getirmişti kulaklarımıza. Kapıdan içeriye bir adım attığımızda burnumuzu kıran bir rutubet kokusu karşıladı bizi. İçerisi karanlıktı. Karanlığa gözlerimin açılmasını beklerken, birden bir ışık parıltısı doldu içeriye. Bir fener ışığıydı sanki. Işığın nereden geldiğinin tereddütlünü yaşarken, Salih’in elindeki feneri görerek rahatladım. Gece boyu nerede saklamıştı onu?
Evin içine bir göz attım. Dün gördüğümüzden çok farklıydı. Bekli de gerçekten rüya görmüştük. Tam bir hayal kırıklığı. Dışarıya çıktık ve yerimize geçtik. Hafif esen rüzgâr kuyruk sokumumuzda sonlanan damlacığın izinin üzerinden geçerken bir titreme bıraktı bize. Konuşmuyorduk ama hepimiz rahatlamıştık.
Zamanın nasıl geçtiği konusunda ahkâm kesmeyeceğim ama zaman, tüm o hesapların aksine hissiyatla orantılı işliyordu. Saatin kadranları on ikinin geçtiğini beliriyordu. Bir süredir sessizce oturuyor, gördüğümüz rüyanın etkisini üzerimizden atmaya çalışıyorduk. Ne kadar süredir sessizce oturduğumuzu hatırlamıyorum. Ancak şiddetli bir gerilim ardından bitap düşmüş haldeydik.
Aslında kavramlar ne kadar göreceli…
Dilim damağım kurumuştu. Eve gitmek zor gelse de, sokağın başındaki bakkala gözlerimi diktim. Beni susuzluktan kurtaracak şey evde değil bakkaldaydı. Ancak hatırlıyorum da bakkal dükkânını kapatmış yanımızdan geçeli saatler olmuştu, belki de günler. Biliyorum, belki dün geçerken vermişti selam, bu gün hiç onu görmemiştim bile.
Gözlerim bakkalda bir ışıltı ararken, bizim aranın başında bir hareketlilik fark ettim. Vücuduma dolan adrenalin birden atik bir şekilde hareketlenmemi sağlamıştı. Birden bire canlanan bedenime çocukların tepkisi de aynı olmuştu. Anlaşılan herkes bir şeyler olmasını bekliyordu ve bu sessizlik olacakları kaçırmamak adınaydı.
Benim hareketliliğimin ardından diğerleri de baktığım yöne gözlerini dikti. Onlar benim gördüğümü görmüş müydü bilmiyorum ama attığım adımın hızıyla hepsi peşime takılmışlardı. Birkaç adımda aranın başına geldik. Uzaktan gelen ışık arayı hafifçe aydınlatıyordu. Işık kış güneşi gibi soluk ancak dokunduğunda ısıtacakmış hissi veriyordu. Yine birbirimize olabildiğince yaklaşarak yürümeye başladık. Eski evin önüne geldiğimizde kapısının aralık olduğunu fark ettim. Koskoca bir dev gibi hareket ediyorduk. Kapıdan içeri girdiğimizde, bir kaç saat önce girdiğimiz evden çok farklı bir ev vardı karşımızda. Loş ışık duvara asılmış iki gaz lambasından yayılıyordu. Yerde eski bir kilim, eski bir koltuk ve sandalyeler vardı. Ortada büyükçe bir masa etrafında bir kaç kişi oturuyordu. Kişi mi demeliyim bilmiyorum, şekil olarak bize benziyorlardı ama bu noktadan tam olarak onlara insandır diyemiyordum. Anlamadığımız bir dilde bir şeyler konuşuyorlardı. Masanın üzerinde bir kaç taş ve tencere vardı. Üç siluet uzun elleriyle birbirlerini tuttu.
Ne dediklerini anlamak amacıyla biraz daha yanaştım. Benimle birlikte diğerleri de ilerledi. Dedim ya tek bir vücut gibiydik. Bir kaç adım sonra onlara daha da yaklaşmış izlediğimiz şeyleri daha net görme fırsatı bulmuştuk. Her biri başı kapalı birer kadına benziyordu. Ancak yüzleri bizden farklıydı vücut şekilleri de, nasıl tarif edilir bilemiyorum. Kendi aralarında yaptıkları ayinimsi bir şeyden sonra içlerinden biri titredi ve bir şeyler söyledi. Sonra bir sessizlik kapladı etrafı. Yine bir şeyler söyledi. Elini tencerenin üzerinde gezdirerek, hiç bir yakıcı madde kullanmadan tencerenin içinde ateş yaktı. Birden bire çıkan ve evin tavanına kadar yükselen alev üçümüzün de irkilmesine sebep oldu. Bu esnada bir şeye çarpmış olacağız ki bir gürültü oldu tam arkamızda, refleksle arkamıza baktık, arkamızda kalmış bir sandalye Salih’in çarpmasıyla devrilmişti. O esnada masanın başındaki de sese doğru baktılar. Yakalandığımızı düşünerek birbirimize iyice sokulduk. Ancak yüzler hızlıca masaya eğildi ve homurdanmalar başladı. Masadan sanki anlayabildiğimiz şekilde sanki bir ses geliyordu. Uzaktan, kendine güvenen bir ses…
“Geldiyseniz…”
Bir birimize baktık. Bir an olsun aramıza mesafe girmişti çocuklarla. Salih nereye sakladığını bilmediğim fenerini tekrar açtı. Odanın içerisinde anlamsızca dolandırdıktan sonra fener söndü. O kısa sürede fenerin ışığını ve enerjisini karanlık yutmuştu adeta. Kadınlardan tam karşıda oturan, ayini yürüttüğümü düşündüğüm kadın elini bir şeyin içine daldırdı ve çıkarttığını hala yanmakta olan tencerenin içine bıraktı. Bunu birkaç kez yaptı. Ateş hafif harlanmış etrafı hafif duman ve koku kaplamıştı. Sanki ada çayına benziyordu bu koku. Kadın yine anlamadığımız bir dilde bir şeyler söyledi.
Hayatımda hep sıra dışı bir şeylerin olmasını isteyen ben, sonunda buna kavuşmuştum. Merakla olan bitenleri izliyordum. Salih ve Ömer’den çıt çıkmıyor onlarda benim gibi olan bitene kilitlenmiş anlam vermeye çalışıyorlardı. Duman bize doğru yayıldıkça hafif başımın döndüğünü hissettim. Bu esnada kadın anlamadığımız bir dilde bir şeyler söylemeye devam ediyordu. Başım dönüyor, midem bulanıyor kendimi akşamdan kalma gibi hissediyordum ve bu his gitgide daha yoğun bir hal alıyordu. Birden bire nasıl bu hale gelmiştim? Salih ve Ömer’e baktığımda onların da oldukları yerde sallandıklarını fark ettim. Hatta bir ara Salih akşam yemeğini dışarı çıkarttı. Bünyesi hep zayıf olmuştu. Bende dışarıya çıkıp temiz hava almak istedim bu merak ettiğim olaya rağmen ama hareket edemiyordum. Sanki bu evden hiç çıkmayacakmışız gibi bir belirdi aklımda. Birden umutsuzluğu ve korkuyu hissettim. Bu evden çıkamayacak ve bir daha dünyayı göremeyecektik. Birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarımdan. Adımlarımı yine daha şiddetle kaldırmaya çalıştım. Bedenim adeta çivilenmişti buraya. Diğerlerinin yanına varmak istiyordum ama adımlarımı bir türlü atamıyordum. Bilincim hala yerindeydi. Bu iyiydi, belki de kötü. Burada hissederek, bilerek, yaşayarak ölebilirdik.
“İyi misiniz?” diye seslendim çocuklara.
“Bok gibiyiz.” diye kesik bir sesle cevapladı Ömer. Salih ise hala öğürüyordu.
Nihayet kadın anlayabildiğimiz dilde bir şeyler söyledi.
“Ey Adem oğlu burada mısınız, kimsiniz? Yaratıcının adıyla size sesleniyorum.”
Ne olup bittiğini anlamak için kafamı kaldırdım. Bizim çocuklarda oturanlara doğru dikmişlerdi gözlerini. Mide bulantısı biraz geçmiş baş dönmesi hafiflemişti sanki.
“Yaradanın adıyla soruyorum size cevap verin buradasınız görüyorum sizi, size soruyorum.”
Kadın başını bize doğru hareket ettirdi. O zaman göz boşluklarına kırmızı bir şeyin parladığını hissettim. İyice korkmaya başlamıştım. Bu kadar heyecan yeterdi. Erkeklik, atılacak havalar hepsi boş, safsataydı. Bir an önce buradan çıkmak istiyordum. Ama hareket edemiyordum da. Hareket edemiyorduk. Bunun sebebinin kadından ve onun yaptıklarından olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yani öyle olmalıydı. Kitaplar filmler öyle diyordu. Bir ihtimal kadının suyuna gidersek bizi bırakabilirdi.
“Cevap verin.”
“Bize mi diyorsun?” diye yanıtladım kadının sorunuzu.
“Evet, size.” diye emreder bir sesle yanıt verdi genelde konuşması bu şekildeydi. Benim kadına cevap vermemle bizim çocuklar bana bakmaya başlamışlardı.
“Bizden ne istiyorsun?”
“Kimsiniz?”
“Ben Can, onarda Ömer ve Salih. Siz kimsiniz?”
“Biz Nusaybin kabilesi cinlerindeniz. Bu kızımıza musallat olan âdemoğlunu arıyoruz. Kimdir bu?”
Arkası dönük bize işaret edilen karartıya doğru baktığımızda sanki biran için Mehmet’i gördüm karşımda. Bizimkiler de onu görmüş olacaklar ki ikisi birden “Mehmet” diye çığlık attı.
“Kimdir Mehmet?” diye sordu kadın. “Kimlerden, ana adı, baba adı.”
Daha fazla ayrıntı vermeli miydik bilmiyorum. Ama buradan çıkmak için yapabileceğimiz başka ne vardı bu konuda da fikrim yoktu. Sanki Mehmet o koltukta oturanlardan biriydi ama bizim bu durumumuza ses çıkarmıyordu. Çocukluk arkadaşımızdı oysa. Şimdi kendimizi kurtarmak için onu ateşe atmalı mıydık? Hızlıca bir değerlendirme yaptım, can tatlıydı elbet eğer buradan kurtulabileceksek birini feda etmek olabilirdi. Tam bir pazarlık önerecekken Salih atladı.
“Annesi Nesli, babası Davut.” dedi heyecanlı bir sesle.
“Nesli değil, Neslihan.” diye düzeltti Ömer onu. Sanırım Mehmet’i gözden çıkarmışlardı. Çıkarmışlardı, çıkarmalarına ama tek pazarlık ihtimalimizi de elimizden almışlardı.
“Ne yapacaksınız ona?” diye sordum kadına sakince.
“Önce sakince ikna etmeye çalışacağız. Sonrası Allah kerim.”
Siz ne düşünüyorsunuz?