Bir şeylerin üstünden geçme…

Güya geçen ayın başında düzenli bir yapama geçiyordum. Tüm hafta, her akşam yapacaklarımı planlamıştım. Buna sadece üç gün uyabildim ve devamı gelmedi. Ancak yine planı uydurmak için kollarımı sıvadım ve gün itibari ile başladım. Bu kez umutluyum. Umutlu olmak da iyi bir şey, bir nevi motivasyon. Peki bu süreç içerisinde ne yaptım? Okumadım bile… Başladığım kitabı bile yarım bıraktım (Stephen King – Billy Summers). Tabi ona da bir geri dönüş yapacağım. Tüm bu süreçlerin sebebinin şehir dışında olduğumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Eh insanın düzeni değişiyor sonuçta.

Peki ne yapmıştım? İzledim. Evet izledim. Sanki en kolayı izlemek. O yüzden izlediklerimden seçmeler ile kısa yorumlar ekledim. Ama tam bir seçme yapacağım. (İnşallah…)

Cici: Berkun Oya Netflix’de tutturdu. İkinci yapımı ile karşımızda. Öncelikle filmin ismi ile başlayayım bence olmamış. Filmin sıradan bir hikayesi var. Sıradan bir hikaye sunuyorsanız izleyiciyi tutmak için bazı dinamikler vardır. Mesela, ya çok farklı bir şey bulursunuz kimsenin aklına geçmemiştir ya da zaten yapılmıştır ama siz olaya öyle bir yerden girersiniz ki izleyiciyi çeker ve hikayeyi götürürsünüz. Şimdi Cici’de ikincisi yapılmak istenmiş. Olay belli, gidiş belli, ancak bizi çeken ya da bu bilindik olaya farklı bir açıdan bakış yok. Kurguda sıkıntılar mevcut. Bununla birlikte ana hikayede de izleyici olarak doldurmanız gereken çok yer var. Karakter derinliklerine inilmeye çalışılmış ama onda da detaylara yer verilmemiş. Bu durumda karakter derinliklerini oyunculuklar kurtarmış. Bir şekilde mimikle izleyiciye geçirmeyi başarmışlar. Filmin bir diğer güzelliği ise görüntü yönetimi. izlerken keyif alıyorsunuz. Ama şu görüntüleri üç beş saniyelik slaytlarla ekrana koyun zaten keyifle izlersiniz. Takıldığım bir diğer husus ise süresi. Çok uzun. Çok daha kısalabilirmiş. On saniye bir yere bakmasaymışız da olurmuş.

Guillermo del Toro’s Cabinet of Curiosities: Guillermo del Toro abimiz sekiz bölümlük bir antoloji serisi ile karşımıza çıkıyor. Tabii yönetmen koltuğunda kendisi yok ancak sunucu olarak var. Öyle eskileri yad etmek gibi. Kendisinin iki H. P. Lovecraft’ın da iki hikayesi mevcut. Kalanlar de yine genel olarak kısa hikaye uyarlaması. Şöyle bir bölümlere baktığımda Lovecraft hikayelerine daha aşina olduğum için onun hikayelerindeki duyguyu uyarlamalarda alamadığımı söylemem lazım. Ama genel anlamda kendini izleten, zaman zaman hikaye içinde odak kaybettiren bölümleri olan bir yapım oldu.

The Midnight Club: Dizinin öyle reklamı yapıldı ki, ben de ağına düşenlerdenim. Yok dakika başına en çok ürküten, böyle sıçratan falan… Tabii ben bunların ağına düşmedim benim için önemli olan Mike Flanagan ismini görmemdi. (Tamam biraz da etkilenmiş olabilirim.) Neyse başladık diziye, hastalıkları sebebi ile bir bakım evine toplanmış ergenler geceleri kendilerine korku hikayeleri anlatıyorlar. Bazı hikayeler öyle Türk korlusu kıvamındaydı ki, dönüp yönetmenlere senaristlere bakmadan edemedim. Bu hikayelerin aralarına da bulundukları binanın gizemi ve tarikat eklenince hangi hikayede kalacağınızı bilemiyorsunuz. Çünkü tüm hikayeler o kadar sönük ki. Dizi Christopher Pike’ın kitabından uyarlanmış. Zaten bakınca genç yetişkin kitapları yazıyormuş amca ama yani bir dizi olacaksa da hedef kitlesinin ona göre ayarlanması gerekmiyor mu? Vallahi bunları izleye izleye ben de young adult oldum. Beni tatmin etmedi.

The Watcher: Tamam dizi biraz ilgimi çekti. Bir de baktım Naomi Watts oynuyor neden izlemeyeyim ki dedim. Film “The Haunting of a Dream House” adlı Reeves Wiedeman makalesine dayanıyor ve gerçek bir olaydan uyarlanmış. Gerçekte de bunu kimin yaptığı bulunamamış. Dizi de de bulamıyorsunuz. Kısmen iş karakterler, tarikatlar falan filan arasında dönse de sonuç bulunamıyor. Bu da beni biraz dizi konusunda muallakta bıraktı. Dizi çok fazla aksiyonu olmamasına rağmen gizemi sebebi ile size kendini izletiyor. Ancak bunu bir dizi yapmak yerine ya da yedi bölüm yerine üç dört yapmak daha iyi olabilirmiş. Sürekli bir şey olacak olgusu ile bir şey olmayınca beni izlerken sıktı. Tamam gerçek hayatta bulunamamış olabilir suçlu ancak bu iş aktarılırken daha farklı düşünülebilirmiş. Kurgu bu bağlamda sınıfta kalmış. Evin altında tünellerden, bodrumdan sürekli bahsedilirken buraya bölümlerin ortasında gidilmesi, burada tünel bulunmasına rağmen incelenmeyip es geçilmesi beni zıvanadan çıkardı. Hikaye asıl odaklanması gereken yere odaklanmadı bir türlü. Ya bu ayrıntıyı gizleyin hiç vermeyin ya da bir ayrıntı veriyorsanız adam gibi verin. Yine sinirlendim. Bence senaryo ve kurgudan sınıfta kalmıştır.

Pinokyo: Benim için tam bir hayal kırıklığıydı. Hem görsel olarak hem de hikaye olarak beni hiç tatmin etmedi. En büyük hayal kırıklığını da akan yazılarda Robert Zemeckis ismini görünce yaşadım. Live action dedikleri şekilde çekilmiş ama yani animasyon ile gerçek görüntüler birbirine oturmamış. Hele bir kedi sevme sahnesi vardı ki evlerden ırak. İşte yapımların arkasında böyle isimleri görünce söyleyecek bir şey bulamıyorum.

Pistol: Sex Pistol grubundan Steve Jones’un “Lonely Boy: Tales from a Sex Pistol” kitabundan uyarlanan ve grubun şöhretini/kötü şöhretini anlatan keyifli bir dizi olmuş. Tabi daha sonra Steve Jones bunları reddetmiş, diğer üyeler yalanlamış ama zaten grup da böyle saçma bir grup. Bunu da izlerken çok iyi anlıyorsunuz. O öyleydi bu böyleydi zaten öyle kaygıları olan bir dizi olmadığı için ben keyifle izledim. Bilmediğim çok şeyi de öğrendim.

Cezailer: Beklentiye girmediğim yine de beklentimin bir tık üzerinde çıkan yapım oldu. Ancak hikaye ile ilgili bazı sorunlar mevcut. Karakter Rosenhan Deneyi’ni tekrarlamak için akıl hastanesine girer ama olayın sadece o olmadığını bölüm başhekiminden anlarız. Sonra iş nedenini araştırmaya yoğunlaşması gerekirken birden oradaki günlük hengameye döner. Yani aslında bakıldığında tam bir deli kurmacası gibi. Yine de adam haksız yere içerideyse kimsenin mi gelesi göresi durum sorası olmaz. Bir de diğeri bu derin kurguyu nasıl yapar. Söylemeden edemeyeceğim bir de belgeselciler. E arkadaş siz o kadar olay oluyor niye ağzınızı açmıyorsunuz? tövbe tövbe…

Bergen: Senaryo ve kurgu bakımından hiç olmamış bir film. Ne anlatmış, ne olmuş, ne bitmiş belli değil. Şurası olmuş dediğimde elimde kalıyor. Çok bariz bir şekilde Müslüm tuttu bunda da ajitasyon bol iyi para yaparız filmi. Başka da bir şey demiyorum.

The Lord of the Rings: The Rings of Power: En bombası en sonda ama buna bir başlarsam nasıl bitiririm bu yazıyı bilmiyorum. LOR’cu değilim ancak yani bu kadar da olmasın diyenlerdenim ki şu an dünyanın en pahalı dizisi. İnsan bir utanır sıkılır. The Rings of Power diye bir dizi yapıyorsun ve o yüzüklerin dövülmesi ve yapılması için harcadığın süre on dakika bile değil. Ayıp ya! Hiç işin aslına bakıp yüzük öyle mi olmuş da, Elf’ler de ölüyor muymuş da muhabbetine girmeyeceğim ama arkadaş senaryo kendi içinde tutarsız. Her bölüm farklı bir olaya gebe. Hadi diyorum bu ayrı bir yapım bunu hiç diğerleri ile kıyaslamaya gerek yok resetle beyni öyle izle ama hikaye bana bir sonraki adımı sağlıklı vermiyor ki. Saçma sapan diyaloglar, hareketler, olur olmaz şeyler., havada kalan olaylar.. Yok canım. Olmaz böyle. Bazıları sahnelerin süre kısalsın diye kesildiğini söylüyor ama arkadaş milyon dolar vermişim yapım için süre keseceğim diye kestiğim yerleri neden atayım. Ayrıca mı satacak da bunu uncut diye. Vallahi anlamıyorum. Ama görsel olarak tatmin etti beni. Karakterlere de biraz ısındım. Mecbur izlemeye devam edeceğiz beynimizi çalıştırmayıp ama daha neler göreceğiz bilmiyorum. Bu gözler neler görecek…

Burada keseyim en iyisi. Yine iyi iş çıkardım. Biraz yazı pratiği oldu. Bir iki hikaye, araştırma yazısı da gelirse mis.