Buralarda yokken… İzlediklerim-2

El cuerpo (2012): Filmin yönetmeni Oriol Paulo genelde senaryoları ile var olan bir isim. Bu filmde bir kaç tv filmi dışında sanıyorum ilk profesyonel filmi. Bu ismi Los Ojos de Julia / Julia’s Eyes filmi ile tanıyacaksınız. Bu filmin de senaryosu bana özgün gelmişti ve aslında El cuerpo’nun senaryosu da oldukça özgün. Hikaye güzel kurgulanmış. zaman zaman hikayenin akışı sanırım yönetim ve oyunculukla ilgili izleyenin ilgisini kaybettirse de genel olarak fena bir film değil. Hikaye zengin güçlü bir kadının ölümüyle başlıyor. Adamın ondan yaşça küçük kocası üzüntüsünü yaşarken aynı zamanda en büyük şüphelilerden biridir. Derken kadının cesedi birden morgdan kaybolur. Polis neye yoğunlaşacağını şaşırır. Soruşturma devam ettikçe av ve avcının yeri yavaşça değişir.  ***  Derailed (2005): Filmin yönetmen koltuğunda İsveçli yönetmen Mikael Håfström var. Film yönetmenin Hollywood’a açtığı ilk kapı. Fena da eleştiriler almamış. Film James Siegel‘in romanından uyarlama. Ancak film konusunda tam anlamıyla ne diyebilirim bilmiyorum. Fena bir film sayılmazdı ama nedense beni çok fazla sarmadı. Filmin kadrosu oldukça başarılı isimlerden oluşuyor başta söylemek lazım bu durumda zaten filmin bir sıfır önde başlamasına sebep oluyor. Charles günün birinde bir barda güzel bir kadınla karşılaşır. Kadınla beraber olmak için bir otele giderler. Tam ilişkiye girecekleri sırada odayı hırsızlar basar ve onara zarar verir üstüne üstlük kadına da tecavüz ederler. Olay biter ama hırsız bizim çiftin peşini bırakmaz ve tehdit eder. Charles ona para verir ancak adam istedikçe istektedir. Ancak araştırdıkça olayların göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkar. Charles intikam için plan yapar. ***  Dead Man’s Shoes (2004): Filmin yönetmen koltuğunda Shane Meadows var ve film IMDB’de 7.7 gibi hatırı sayılır bir puan almış. Ancak ben film konusunda ne demeliyim diye düşünüyorum. Başta çok benim tarzım olmadığını söylemeliyim. Aslında tarz olarak evet ama hikayenin işlenişi durağanlığı beni pek memnun etmedi. Zaten hikaye biraz ters köşe yapmaya çalışsa da bunu tam anlamıyla başaramıyor. Bununla birlikte oldukça basit bir konu uzun uzadıya anlatılmış ve çok yavaş ele alınmış. Karakterle birlikte size olayı çözmeye, anlamaya çalışıyorsunuz ama olayın albenisi olmayınca pek keyif vermiyor. Richard orduya gitmiş burada savaşa katılmıştır. Uzun süre dönemediği için herkes öldüğünü düşünmektedir. Arkasında da otistik kardeşini bırakmıştır. O dönemin serserileri ise kardeşine yapmadık zulüm bırakmamış, sonunda ölümüne sebep olmuşlardır. Richard ise kardeşinin intikamını farklı bir şekilde hepsinden alır. **  Creative Control (2015): Benjamin Dickinson‘un yönetmenliğini yaptığı film kendisinin ilk uzun metrajlı filmi. Akabinde kısa filmlere devam etmiş bir de tv filmi çekmiş. Film benim oldukça dikkatimi çekti ve beğendiğimi söylemeliyim. Ancak herkesin seveceği türden bir film değil başta söylemem lazım. Film reklam dünyasını anlatır ve onları yererken bir yandan da yapay zeka ve sanallaşmaya dikkat çekiyor. Filmin en iddialı yanı ise siyah beyaz çekilmiş olması. Renkli olsa nasıl olurdu diye düşünüyorum. David başarılı bir reklamcıdır. Çalıştığı firmaya reklamı yapılması için bir gözlük getirirler. Ancak bu gözlük sıradan bir gözlük değildir. Gözlük yapay zekaya ait, her şeyi yapabilecek kapasitede bir gözlüktür. David onu kullanmaya başlar ve hayatı değişir. Yakın arkadaşının sevgilisinin bir profilini bu gözlüğe çizer, çizdiği karaktere aşık olur. İlişkisi çıkmaza girer ve işten kovulacak seviyeye gelir. Yani tam anlamıyla dibe batar. Nasıl çıkacağından da habersizdi. Filmin yönetmenini baş rolde de görebilesiniz. *** 
 The Conjuring 2 (2016): Son dönem iyi işler çıkaran James Wan yine bir devam filmi ile karşımıza çıkıyor. İlk filmi başarılı bulduğumu zaten yazmıştım. Atmosferi oyunculuklar filmin akışı dikkat çekiciydi. Bir devam filmi olarak The Conjuring 2 ilkinin yerini tutmasa da artık mumla aradığımız korku filmlerinin içerisinde parlayan bir yıldız gibi. Ancak genel anlamda ilk filme oranla daha çok klasik şeytan çıkarma merasimine tanık oluyoruz. Hikayenin en albenili kısmı, Warren çiftinin  olaylara yaklaşımı. Aradan yollar geçmiş, artık Warren çifti doğa üstü güçlerden sıkılmaya başlamıştır. Lorraine’nin görüleri de devam etmektir. Son görüleri ise kocasının öleceği yönündedir. Bu sebeptendir ki artık bu işleri bırakmak gerekmektedir. Kendilerinden uzak bir yerde ise bir kadın çocukları ile birlikte kötü günler yaşamaktadır. Hatta çocuklarından birin içine kötü bir ruh girmiştir. Olaylar bu evde kötüleşince kilise durum analizi yapmaları için çiftten yardım ister. çift buraya geldiğinde analiz yapar ama onlarda aslında kötü bir güç tarafından oraya çekilmişlerdir. ***  Coherence (2013): Filmi oldukça ilgi ile izlemiş olduğumu söylemem gerekli. Başarılı bir kurgusu var. Biraz bilimsel açıdan açıklamaları havada kalsa da yinede kurgu bakımından film fena değil. İzlerken keyif veriyor. Filmin yönetmen koltuğunda James Ward Byrkit var. Yönetmen daha önce kısa filmler ve oyun hikayeleri yazmış. Bu filmde zaten oyun gibi. Bir grup arkadaş bir araya gelmiş geceyi geçirmeye hazırlanmaktadırlar. O gece de bir kuyruklu yıldız dünyaya çok yakın geçecektir. Yetkililer bu konu ile ilgili uyarı yapmışlardır. Arkadaş grubu yemeğe oturduğunda birden bire elektrikler kesilir. Bir süre elektrikler gelmeyince bir kaç kişi dışarıya çıkar ve etrafta birilerini arar. O esnada evde de garip şeyler olmaktadır. Evdekilerde bu durumu çözmeye çalışırken giden ekip geri döner. Ama anlattıkları onları dehşete düşürür. Etrafta sadece onların evine benzeyen bir ev ve onlara benzeyen kişiler vardır. Kendilerinin doğru kişiler olduğunu anlamak için bazı uyarılar bırakırlar. Ancak bu uyarılarda her eve girip çıktıklarında değişir. Kimin gerçek arkadaşları olduklarını kestiremezler. Çünkü karakterler arasında garip ilişkilerde vardır. Sonra bir zaman kırılmasının olduğunu ve farklı zaman dilimlerinin kesiştiği fikrini edinirler. ****  Cell (2016): Filmi izleme sebeplerimin arasında Stephen King uyarlaması olması büyük etken. King’in okumadığım kitapları arasında Cell ama başarılı bir uyarlama olduğunu düşünmüyorum. Buna rağmen filmin kadrosunda John Cusack ve Samuel L. Jackson olması filmi bir hayli öne geçiriyor. Sürekli iş seyahatinde olan Clay hava alanında çocuğu ile konuştuktan sonra garip bir olay olur. Telefonla konuşan herkes birer zombiye dönüşür ve insanlara saldırmaya başlar. Filmin de en aksiyonu bol en can alıcı sahnesi burada başlar. Clay kendi gibi bir grupla kaçmaya başlar. Derken daha güvenli olduğunu düşündükleri cep telefonu sinyallerinin ulaşamayacağı metroya iner. Burada Tom ile karşılaşır. Clay’ın amacı oğluna ve ailesine ulaşmaktır. Tom’da ona katılır ve bu mesafeyi yürümeye başlarlar. Yolculuk esnasında kendiilerine eşlik edecek birilerini de bulurken bu zombiye dönen kişilerle de savaşmak zorunda kalırlar. İyi bir yol arkadaşı olan Clay ve Tom bir süre bu şekilde yol alır. Ancak Clay evine vardığında ailesini bulamaz ve yoluna devam eder. Bu sırada bu bilinmeyen sinyal peşlerinden gelmektedir. Film her ne kadar ne olduğunu sorgulamasa da cep telefonu tiryakiliğine yüz tutuyor. *** Captain America: Civil War (2016): Bütün Marvel alemi beyaz perdeye gelirken, bir diğeri de Captain America: Civil War. her ne kadar ben başından beri tüm karakterlerin bir araya gelmesine başından beri karşıyken Marvel aleminin bu duruma gelmesini hep yadırgadım. Bu filmde ise Ironman ile Captan America karşı karşıya geliyor. Tabi aslında anlatılan adaletin görüşlere göre değiştiği fikri. İki ayrı konuda anlaşamayan ekip sonunda birbirine giriyor. Tabi önemli olan bir yerde insan saadeti olunca ekip gerçek kötülere karşı bir araya yine geliyor. Filmin kadrosu güzel, aksiyonu bol. Zaten aksiyon için çekilmiş film bekleneni fazlasıyla veriyor ancak beni tatmin etmediğini belirtmem lazım. Filmin yönetmen olduğunda ise Anthony Russo, Joe Russo ikilisi var. Community‘den sonra bu isimlerinde bu filmlere bulaşması biraz garip geldi bana. Ne alakaysa. ***
 Busanhaeng (2016): Bir süredir Kore filmi izlememişken bu film ilaç gibi gelmişti. Filmin IMDB puanı da 7.6 gibi yüksek bir rakam. Film yine bir kıyamet sonrası filmi. aslında Cell ile de çok benziyor birbirine. Ancak bu film daha gerçekçi ve daha sürükleyici. Karakterlerin, insan çeşitliliğinin fazla olması klasik bir dünya sonu zombi filminden, filmi çıkarıp insanların gerçek yüzünü gösteren bir film olmasıyla bu puanı hak etmiş bence. Bir tren düşünün. Her türden her zümreden insan var ve bu tren de bir yaşam kalım savaşı var. Bu durumda sizin ne olduğunuz ve kim olduğunuz ne kadar önemli işte film bunu anlatıyor. Tren yolculuğuna başlarken birden garip şeyler olmaya başlar. İnsanalar değişmiş diğer insanlara saldırmaktadır. Can havliyle bir grup kendini trene atar ve yolculuğa başlarlar. tabi tehlike trende de devam etmektedir. Ancak onların kurtulma yeri olarak gördükleri trenin son durağı Busan’dır. Ancak Busan’dan da pek iyi haberler gelmemektedir. Bu esnada tren vagonlarında bir can pazarı yaşanmaktadır. Tabi bir otorite sağlama baskısı da. Filmin yönetmeni ve senaristi Sang-ho Yeon. ****  Blue Mountain State: The Rise of Thadland (2016): Diziyi çok severdim. Onun hatırına da zaten bu filmi izledim. Ancak filmin dizinin yanından bile geçmediğini söylemem lazım. Hatta ne yazacağımı bile bilmiyorum. Dizideki espri anlayışından eser yok filmde. Hikaye Thad’ın etrafında dönüyor ancak sanki filmin yıldızı gibi ama hiç bir zaman Thad dizide bu kadar etkin bir rol oynamamıştı. Yurt dekan tarafından satışa çıkarılınca Alex onu kurtarmak için arkadaşlarını da yanına alıp para bulmaya çalışır. Son durak olarak köşeyi dönmüş olan Thad’ı bulur. Thad ona yardım etmeyi kabul eder ama yanında da bir defter verir. Burada Thad’ın hayalleri vardır ve Alex’in onları gerçekleştirmesi gerekmektedir. Alex büyük bir organizasyonla onun tüm isteklerini yapar. Ancak Thad’ın gerçekleri de ortaya çıkar. Çok zevk vermese de karakterleri görmek keyifliydi.  Angry Birds (2016) : Oyununu bir kaç kez denemiş üçbeş seviye geçtikten sorna bırakmıştım. Gerçi benim oyunlara genel yaklaşımım bu. Pek beceremediğim için devamını da getiremiyorum. Filmde de aslında çok şey beklemiyordum. tatil dönüşü yol uzun uçakta zaman geçsin diye izlediğim bir filmdi  Angry Birds. Öyle akılda kalıcı bir film değildi. Tam anlamıyla gişeye onaylan bir filmdi. Her ne kadar şimdi popülerliğini yitirmiş olsa da oynayanları sinemaya çekmek amaçlı yapılmış bir film. Ben klasik animasyon eğlencesi dışında ekstra bir şeye rastlamadım. Kurgusu biraz dağınıktı. Eğlence yönü de bence biraz sönük. ** Baskin (2015): Film avrupadan ödülle dönmüş bir film. Bu durum merakımı cezbedince bende izleme ihtiyacı duydum. Film ödül alacak film miydi sorusuyla başlayayım. Aslında Avrupa şartlarını değerlendirdiğimizde yapsı ve görselliği bakımından evet diyebilirim. Bir cehennem tasviri çıkıyor karşımıza. Filmin renkleri işlenişi, çekim teknikeri, sürekli dar açı kullanması, kaolitik yapısı, kapalı ortamları, filmi daha iyi hissetmemizi sağlıyordu. Bu filmin büyük başarısı. Ancak filmin daha iyi olmasını sekteye uğratan şeylerin başında karakter derinliklerinin tam olarak oturtulamamasıydı. Bir kaç karakter ağırlığını koyuyordu ama ana karakterlerin çok olduğu bir yerde çoğunun altının boş kalması filmin derinliğinden biraz götürüyordu. Ancak film görsel olarak oldukça başarılıydı. Görsellik üzerine oldukça çalışmışlar. Tabi filmin artık alıştığımız cin ögesinden uzak olması ayrı bir izlenim keyfi veriyordu. Bir grup polis ihbar alırlar ve oraya doğru yola çıkarlar. Derken kaza yaparlar ve ihbar yapılan yere yürüyerek varırlar. Ancak burası sanki dünyadan bir yer değildir. Ancak filmin biraz daha olan biteni açıklayıcı olası iyi olurdu. Filmin yönetmeni Can Evrenol. Bir de keşke diyaloglara biraz daha dikkat edilseymiş. ****

Yorumlar

Siz ne düşünüyorsunuz?