Küçük bir Karadeniz ilçesinde doğdum. İsmini vermeyeceğim çünkü insanlar burada yabancıları pek sevmezler. Buna rağmen nüfusundaki artış beni hep şaşırtmıştır. İki tip insan vardır burada. Makam sahibi olanlar ve olmayanlar. Herkes için hayat aynıdır oysa. Yaklaşık doksan binlik nüfusu gün geçtikçe de artmaya devam etmektedir. Dışarıdan insan gelmeyip, genç nüfusunda büyük şehirlere göç ettiğini düşünürsek nüfusun bu kadar çok nasıl arttığın hep merak etmişimdir.
Nüfus artışıyla birlikte bu küçük ilçe büyümüş ve daha da betonlaşmaya başlamış. Genelde ekmeğini hayvancılık ve çiftçilikten çıkaranlar bir bir şehir hayatının gerektirdiği iş dallarına adım atmışlardır. Gördüğüm kadarıyla çoğu dolmuş veya taksi soförü olmuş. Ben mi? Ben bayramdan bayrama gelenlerdenim.
Doğduğum şehri pek sevdiğim söylenemez. Şimdi durup dururken “o zaman neden anlatmaya başladın” diye sorabilirsiniz. Söyle açıklayayım:
Ailemizden kalan annem ve ben varız. O son zamanlarda aklını biraz yitirdi. Tabi yaşadıklarından sonra bunu pek yadırgamıyorum. Ben de yitirmiş olabilirim. Yaşadığmız şeyleirn mantıklı olmadığını biliyorum. Bir kaç kişiye anlatmaya çalıştım ama her biri bana alaycı gözlerle delirmişim gibi baktılar. Bir kaçı iyi birer psikolog önermeden geçmedi. Sıkı sıkı da tembihlediler.
“Bak kesinlikle ihmal etme, sonrası kötü olabilir.”
Sonrası diye bir şey yoktu aslında biz kötü olmuştuk. Hemde ailece. Nedenini bilmiyorum. Bu diğer insanların orada mutlu olarak yaşaması için verilen bir bedel miydi? Peki, neden biz? Bu soruyu bir yıldır sürekli soruyorum. Aldığım mantıklı bir açıklama yok. Kuyruğumu yakalamaya çalışan kedi gibiyim. Aynı sorular ve aynı cevaplar arasında dönüyorum.
Biz dört kişiydik. Annem, babaannem, kız kardeşim ve ben. Ben yıllardır şehir dışındaydım. Haftada bir telefon dışında ailemle pek konuşmazdım. Bundan aramızın açık olduğu ya da konuşmadığımız anlamı çıkmasın. Aramız oldukça iyidir. Sadece ben biraz –onların tanımlamasıyla- soğuk insanımdır. Bir sene önce babannemi kaybettik. Onunki doğal bir ölümdü. Ama ondan önce ölen kardeşim -öldümü bilmiyorum bile- tam anlamıyla hayattan silinmişti.
Mayıs sabahıydı. Şehre geleli iki gün olmuş kardeşimin düğün hazırlıkları ile uğraşırken, bana yöneltilen “ne zaman evleneceksin” sorularına kulak kabartmamaya çalışıyordum. Bu soruların ardı arkası kesilmeyecekti elbet. Duymamakta nereye kadar? Sonuçta bir yerden sonra siz de patlıyorsunuz. Patlayacak konuma gelemmiştim henüz. Güne güzel bir kahvaltıyla başlamış, parlak güneş ışınları arasında dolanan hafif rüzgarın, ağaç dallarını sallamasını izliyordum. Evimiz tek katlı, önde ve arkada iki küçük bahçesi olan müstakil bir evdir. Burada yeni yapılan evler hariç evlerin ön ve arkasında bahçeler görebilirsiniz. Bizim evin ön bahçesinde büyük bir dut ağacı –yaz olunca aileye birey olarak katılan tırtılları es geçemeyeceğim- arkada incir ve şeftali ağaçlarıyla küçük sevimli bir bahçe görünümünde her şey. Ev tek kat olmasına rağmen yerden baya yüksek. Mutfak balkonu ile yer arası bir insan boyunu bulmakta.
İlçenin sıkıcı olmasının sebebi yapacak bir şey olmamasından kaynaklanmakta. Kahveye gidip oyun oynamak dışında ekstra bir aktivite bulmanız zor. Kahveye gidip zaman zaman memleketi kurtarmak hoş olsada çoğu zaman sıkıcı. Tabi birde tanıdık yada yaşıt bulamamak cabası. Bakıyorum da artık evli olan yaşıtlarım evde vakit geçirmeyi daha çok seviyorlar. Tabi internetin yaygınlaşması, okey ya da batak arkadaşlarının internetten seçilmesi bir yerde kadın dırdırından kurtarıyor insanı. En azından her akşam dışarıdasın muhabbetini çekmiyordur erkekler.
“Her akşam dışarıdasın!”
“Dışarıda değilim, kahvehanedeyim!”
Sorun aslında bu kadar basit. Kahvehaneler evin erkekleşmiş kısmı gibi. Bir nevi ikinci evleri.
Üniversiteye başlayana kadar buradaydım. O dönemler fizik, kuantum fiziği, psikoloji, parapsikoloji gibi birçok garip dala merakım vardı. Bu konularda çokta araştırma yapmışımdır. Tabi buna birde büyü ve büyücülükte eklemek lazım. Peki, büyü yaptım mı? Evet. Balşardım mı? Hayır. Bazen düşünüyorum da bu gibi şeyler insanın kendini şartlandırmasından başka birşey değil. İnsan okuyup hakkında fikir edincikte bu işlerin boş şeyler olduğunu öğreniyor. O dönemi hatırlıyorum da ağaç dallarının altında, sarmaşıkların olduğu yerde kötü güçler –şeytanlar, cinler- bulunduğunu okuduğum için arka bahçeye bile giremezdim. Tabi birde ön bahçedeki dut ağacının dalları altında fazla kalmamak için bahçe kapısıyla evin kapısı arasına koşuşturduğumu bilirim. Bir kaç kez arka bahçede dalların arasında hareket eden karalıklar da görmedim değil. Ama bunların hepsi kurgu. Ne demişler “insanın fikri neyse zikti de odur”. Sonuç olarak kendi kurgularımdan uzaklaştıktan sonra slında bunların birer uydurma olduğunu anladım. Nasıl olsa ortada görünmeyen, bilinmeyen birşey var, kendi başımıza sardığımız, birde bundan kurtulmak için didindiğimiz ve para akıttığımız onlarda şey. Kitaplar dışında para akıtmadım ben. Onları da kayıp olrak görmüyorum açıkçası.
Ufak gelgitlerim olmadı değil. Anlattığım gibi. Gölgemden de korkmuşluğum olmuştur. On sekiz sene önce ve on sekiz senedir hiç bir şeydn korkmadığımı söylesem yalan söylemiş olmam. Çünkü benim neznimde her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır. Sadece bazen o mantığa erişemezsiniz. Bir bilgisayar programı düşünün. Hata verip kapanıyor. Bunun bir sebebi vardır elbet. Hatta hata kodunu bile size verir ama duruma vakıf olmadığınız için bu size mantıksız, saçma sapan bir hata gibide gelebilir.
Bende daha ergenken uğraştığım gördüğüm bu şeylere mantıklı birer açıklama getirmiş, korku perdesini ardına kadar kapamıştım. Gariplik diye bir şey yoktur. İnsanları saymazsak tabi. Ancak geçen sene başıma –başımıza- gelenler kesinlikle küçükken yaşadığım şeylerden farklıydı. Evet, herkes için mantıklı bir açıklaması labilirdi. Vardı da. Birçok kişi ve doktora göre ben kafayı yemiştim. Olmayan bir şeyi, varmış gibi görüyordum. Küçük bir şizofreni vakasıydım yani. Durum öyle değil aslında. Ne olduğunu biliyorum ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum.
Mayıs sabahıydı. 11’i olmalı. Cuma günüydü. Cumayı cumartesiye bağlayan gün. Yani 11’i, 12’sine. Ani bir değişimle hava sıcaklığı 18 dereceye kadar yükselmişti. İnsanoğlu olarak ne giyeceğimizi şaşırmıştık. Dışrı çıkarken tereddütle çıkıyorduk. Hava durumu bir garipti. Yetkililer sıcak artışı, şidddetli lodos ve yağmurun beraberinde geleceğini söylüyorlardı. Bir kaç gündür kapımızı çalan ise sadece sıcaklık olmuştu. Her ne olursa olsun yağmur ve rüzgar uyarısı kabanalrımızı bırakmamıza engel oluyordu.
11 mayıs yine sıcaktı. 12’ye bağlayan gece, güneşin batmasıyla birlikte havanın sertleşmesi gerekiyorken oldukça ılıktı. Yazı hatırlatan bir hava hafif esen rüzgar, çiçek açmaya başlayan yaprakların kokusu sakin ve huzurlu bir hava sunuyordu. Mutluluk için herşey yerli yerindeydi.
Akşam yemeği benim tıka basa yememle sonuçlanmıştı. Balığa dayanamam. Tabi Karadeniz balığıysa hiç dayanamam. Nedendir bilinmez ama Karadeniz balıklarının yerinin ayrı olduğunu düşünürüm. Tam bir Karadenizliyim değil mi? Gerçektende öyle ama. Kendi yağında kavrulan bir göl gibi. Balıklar kendi içinde başka şeylere karışmadan lezzetlerini koruyorlar. Aynı şeyi Marmara içinde söyleyebilirim ama, baksanıza. Oraları da mahvetmişiz. Şimdi çevre kirliliğinden falan bahsetmeyeceğim. Düşünsenize Marmara denizindeki ganimetleri. Yakında balıklarda evrim geçirip genimet olmazsa iyi. Altın alaşımlı Marmara hamsisi –işte o zaman adına yakışır olurdu-, bakır alaşımlı tekir. İstanbul’un taşı toprağı altın ne de olsa. Neyse ben esprilerimi kendime bırakayım. Okuyucuyu sıkmanın lüzumu yok.
O gün yediğim balığın miktarını hatırlamıyorum. Zaten yerken saymak hiç adetim değildir. Bir gerçek varki o gün iki saat boyunca balıklarım midemde dolandığını hissettim. Taki midemdeki su çekilindeye kadar. Bir yerde dur demem lazım kendime.
Yemek faslı bitmiş bir süre televizyona boş boş bakmıştık. Annemin dizileri boldur. Her dizi hakkında bilgisi ve takip etmişliği vardır. O günde o dizi senin bu dizi benim derken yat borusu çalmaya başlamıştı. İlk yatağıyla bütünleşen her zmanki gibi babaannem olmuştu. Muhtemelen bir kaç saat sonra kalkıp benim durumumu kontrol edecek ve hala yatmamışşam beni yatırana kadar başımda dikilecekti. Tabi bende yattım süsü verip kaldığım işe devam edecektim. Kardığım iş derken yanlış anlaşılmasın. Bir kaç dizi var takp ettiğim onlara dönecektim. Tabi “madem tatildesin gündüzün suyu mu çıktı” diyenler yine olacaktır ama gecenin aryı bir zevki yok mu? Kim kalmak istemez ki? Başta karışanın soranın edenin yok. Sessiz sakin.
Annem ve kardeşimde odalarına çekildiler. Babamın ölümünden sonra ikisi beraber yatmaya başladılar. Tabi kardeşim daha küçüktü. Sonra da yataklarını ayırmak istemediler. Kardeşimin evlenmesi belkide bu konuda annemi daha çok üzecekti. Yıllardır aynı yastığa baş koyduğunuz biri daha yanınızdan ayrılacaktı. Horultusuyla belki güvende hissedip, sessizliğinde ne oldu diye paniğe kapıldığınız biri.
Şimdi de yalnız uyuyor annem. Tek bir fark var ki ilaçlarla. İlaçlar onun yanında biri olup olmamasını umursatmıyor. Zaten çoğunlukla uyuyor. Uyanık olduğu vakit yatağın boş tarafına bakıp duruyor. Bu sebepten dolayı tek kişilik bir yatak aldım ona. Çnce sığmayacakakların söyleyerek reddetti. Tek kişisin sen sığrsın dediğimde kabullendi. Sanırım o hala tek olduğunu bilmiyor. Ya da ben bazı şeyleri göremiyorum.
İki tarafı pencere ile çevrili oturma odasında koltuğun üzerine serdiğim yatakta uyumak için uzandım. Sokak lambasının ışığı olduğu gibi evin içerisindeydi. Sıkı sıkı kapalı güneşlikler ve perdeler ışığı engellemeye yetmiyordu. Benim için sorun değildi her türlü ortamda uyumaya alışıktım. Uyku yavaş yavaş beni kendine çekerken bir tıkırtı duydum. Biri sanki sesleniyordu. Kalkıp balkon penceresinden dışarıya baktım. Sokak gayet net görünebiliyordu. İşte burada hatırlamakta zorlandığım bir şey var. Sokakta sanki insanalr vardı. Sanki ramazandı ve sanki bu insanlar sabah namazına gidiyordu. Bu bende net değil. Ramazan olmuş olsaydı annem uyumazdı. Ben ramazanda onun sabah namazı kaçırdığını görmedim.
Ses bir kez daha geldi. Sanki giriş kapısının oradan geliyordu. Bahçe kapısı açıktı. Birisi gelmişti kesin. Kapıya doğu ilerledim ve ışığı açtım. Işık bir kaç kez göz kırparak açıldı. Kapının penceresinden dışarıya baktığımda kardeşimin nişanlısının abisini gördüm.
“Ne oldu bu saatte?”
“Oturmaya geldik.” Gözleirnin altı siyahtı. Arkasında yine kendisi gibi yapılı ve sallanan bir adam daha vardı. Onun gözlerinin altı da siyahtı.
“Ne zaman istersen gelebilirsin dediysek bu saati kastetmedik. Sabah gelin herkes uyuyor.”
“Sabah” dedi. Kapının ölünde sallanıyordu. Arkasına döndü ve arkadaşı ile birlikte uzaklaşmaya başladı. Bende ışığı kapatarak odama yürüdüm ve yatağıma yattım. Biraz sessizliği dinlediğimde, sanki bu şeyleri dün de yaşammışım gibi geldi bana. Sanki bir kaç gündür sürekli yapıyordum. Emin değildim ama bir dejavuydu bu. Yine seslenildiğini duydum.
“Hey.”
Sadece “hey”. Pencereden giriş kapısına doğru baktım. Yine oradaydılar. Kalktım ve kapıya gittim.
“Gidin deli misiniz, gecenin bu saatinde.”
Göz kırpma anıydı. Başka bir şeyle ilgilendiğimi hatırlamıyorum. Birden gözümün önünden kaybolmuşlardı. Şaşırmıştım. Bir şey mi oldu diye düşünmeye başladım. Hastalar, yaralılar veya başka bir şey. Emin değilim. Merak ettim ve kapıyı açtım. Yavaşça ses çıkarmadan merdivenden indim. Hareket sensörlü lamba birden yandı. Dikkat etmemiştim ama sanki az önce yanmıyordu. Yanı yor muydu?
“Kimse yok mu?” diye seslendim.
“Hey” diye bir yanıt geldi arka bahçeye giden yoldan. Yan komşunun ışığı kapalıydı. Üzüm yaprakları yol boyunca uzanıyordu. Bir kaç adım atarak sadece bir ikişin rahatlıkla geçevbileceği evin duvarı ve uyluk kemiğimn ortasına gelen sınır duvarı arasında yürümeye başladım. Bir kaç adım atığımda otomatik merdiven ışığıda sönmüştü. Birden etraf karardı. Karanlığın gelmesi ile bilikte hava da suğumuştu. Ses ise beni çağırıyordu.
“Hey.”
Neden gittiğimi bilmiyorum. Belki merak. Zaten gitmemiş olsam u gece bu merakla uyuyamazdım. Belki gitmemiş olsam o gün yaşadıklarımın hiç biri olmayacaktı. Belkide kardeşimde hala burada olacaktı. Bu bir suçluluk duygusu değil. Sadeve bri varsayım.
Sesi izlerken vücudumun titrediğini hissettim. Bir bilinmezliğe gidiyordum sanki ama gittiğim yer belkide milyonlarca kez gittiğim evimin arka bahçesiydi. Elimde sıkıca tutuğum anahtarlığın ucundaki küçük fener geldi aklıma. Yaktım pek bir faydası olmamıştı ama en azından biraz daha hakimdim önüme. Ses ise beni çağırmaya devam ediyordu.
Aslında çağırmıyordu. Tamam, seslenmiş olabilir ama her seslenene de bakmazdım. Bu kez bakasım vardı ama. Babaannemin öğütleri geliyor aklıma şimdi. O gün gelmiş olsaydı eğer… Yine “eğer”lere girmeyeceğim. Babaannem küçükken “eğer birisi seni çağırır seslenirse kesinlikle gitme. 3 kuluvallah 1 elham oku geçer” demişti. Şimdi ise ben bunları okumak için geç kalmıştım. Bezen mantık ve realizm yaşananlar karşısında çaresiz kalabiliyor.
Ben de çaresizdim. Olan biten bir şey yoktu ama içimdeki korku tüyleirmi diken diken etmişti. Ayaklarım geri dönmüyor. Bir başlasının etkisindeymiş gibi ilerliyordu. Besmele çekip dua etmek istedim. Ne kadar yerdımcı olabilirdi bana bilmiyorum ama tek sığınağım buydu.
“Bismillah” dedim. “Bismillah, bismillah.” Bir kaç kez “Bismillâhirrahmanirrahim” demeye çalıştım ama giderek sönükleşen “Bismillah” kelimeisnden başka bir şey çıkmıyordu ağzımdan. Bir süre sonra o kadar hızlı tekrarlamaya başlamıştım ki doğrumu söylüyor yanlışmı söylüyor farkında bile değildim. Buun bir sebebi vardı. Her adımda dha fazla korkuyor daha fazla titriyordum. Kalbim şiddetle çarpıyor, midem de bir şey sanki ciğerlerimi yukarıya doğru topluyordu. Nihayet bahçeye doğru yaklaşmış ve köşeyi dönmüştüm. Evin uzun olan kızmı bitmiş bahçeye varmıştım.
Ağaç dallarına dikkatlice baktım. Küçükken okuduklarım geldi aklıma. Dallara mümkün olduğunca uzak kalarak bahçenin önüne geldim. Bu dakikadan sonra içimdeki korku beni öldürecek seviyeye gelmişti. Annemlerin ve babaannemin odasının camlarını görüyordum. Onları uyandırmak istedim ama ağzımdan “Bismillah” kelimesinden başka bir kelime çıkmıyordu.
“Bismillah, bismillah, bismillah, bismillah…”
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ortalıkta görünen korkulacak bir şey yoktu ama hissettiğim korku artık hat safhadaydı. Ağzım aynı şeyi tekrarlarken aklıma kardeşimi aramak geldi. Elimi eşofmanımın cebine attım ama cep telefonum yanımda değildi. Zaten nasıl konuşabilirdim ki? En azından aradığımı görünce bir sorun olduğunu anlardı. Çenem ise birbirine çarpıyormuş gibi sayıklıyordu.
“Bismillah, bismillah, bismillah, bismillah…”
O sıra ne olduğunu hatılamıyorum. Düşündüm mü yoksa haykırdım mı bilmiyorum.
“Ece, arka bahçede kaldım! Kapıyı aç!”
Kalbim şiddetle atmaya devam ediyor, dişlerim birbirine vurur şekilde aynı şeyi tekaralıyordu. Arka bakçenin ışığı yandı. Kapı açıldı. Kardeşim kapının ardındaydı. Bana anlamsızca bakıyordu. Beni nasıl duymuştu. Bağırmış mıydım? Eğer bağırdıysam annem ve babannem nedne uyanmamıştı. Yoksa küçükken çok uğraştığım ve bir türlü başaramadığım bir telepati mi olmuştu aramızda.
Hiç bir şey söyleyemedim. Bir kaç adımda merdivenelri aşıp içeriye girdim ve kapıyı ardımdan kitledim.
“Kötü bir şey, kötü… Bismillah, bismillah…”
“Bu saatte bahçede ne işin var senin?”
“Anlatırım, bismillah, bismillah…”
Eve girince kalp atışım normale döndü. Çenemin eğrıdığını hissettim. Yavaş yavaş normale dönüyordum.
“Korkunç bir şeyler var…” dedim ve ön kapıya doğru yürümeye başadık. Kapı açıktı. Bahçe kapısı da açıktı.
“Sen burada bekle, ben bahçe kapısını kapatacağım.”
Bu kadar korkunun üstene neden o kapıyı kapatmaya çalıştığıma anlam veremiyorum. Yavaşça merdivenlerden indim. Bu kez merdiven ışığı yanmadı. Zaten gerek yoktuda. Sokak ışığı yeterince aydınlatıyordu yolumu. Kapıya gittim. Demir kapıyı tuttuğumda soğukluğu elimi çekmeme neden oldu birden. Hızlıca kapıyı kapadım ve üstündeki kilidi kilitledim. Tam dönecekken yan tarafta komşunun kapısından ses duydum. Başımı yana çevirirken etrafın grileşmeye başladığını hissettim. Gördüğüm şey ise bir kadındı. Şeffaf soluk bir kadın. Kapıdan dışarı çıkıyordu. Heyecan ve korkuyla elimdeki feneri ona doğru tuttum.
“Ece, bak! Bak, demiştim sana…”
Bir an için kadınla göz göze geldik. Sis ani bir şekilde iniyordu. Ben ise yanılmamış olmamın verdiği zevk içerisindeydim. Ama korkuyordumda. Duman bulutunun içinden ses duydum.
“Abi, çabuk gel.”
Koşar adımlarla eve girdim ve ardımdan kapıyı kapattım. Kardeşimle birlikte dışarıya bakmaya başladık. Tam gözümün önünde sisin ardından çıkan bir kadın belirdi. Mor kadifemsi bri kıyafet vardı üzerinde. O da şeffaftı. İri siyah gözleri vardı. Yay şeklinde kulaklarını kapatan saçlarını arkada toparlamıştı. Sanki 1700’elerden kalma bir hali vardı. Soluktu, duman gibiydi ama çok güzeldi. Dudaklarını araladı ve fısıldadı.
“Lütfen kurtar beni, burada bırakma.” Sesi öyle dokunaklıdıki içimdeki korkya eşit olarak bir acıma duygusu da peydahlandı. Aramızda sadece bir cam vardı. Burun burunaydık. Bakışları içimi parçalamaya yetmişti. Acıyordum. Bir yandan güzelliğide beni kendine bağlıyordu. Onun kadar güzelini görmedim desem bir hayalete aşık olduğumu düşünemzsiniz umarım. Bir hayalet mi, bir düşünce mi onuda bilmiyorum. Birden sanki biri el sallamış ve dağılmış gibi ortadan kayboldu ve arkasında onlarca onun gibi genç kadın gördüm.
Kardeşim hiç bir şey söylememmişti. Annem uyanmış salondan ne oluyor diye seslenmişti. Sis artık camın ötesini görmemize izin vermiyordu. Anneme doğru yürüdük ve ben kısaca olan biteni anlattım.
“Demek bir kaç kez Davut (kardeşimin kaynı) geldi ha?” Onun takıldığı kısım buydu. Kalktım babannemi kontrol etmek için odasına girdim uyuyordu.
“Babaanne” diye seslendim. “Babaanne.” Bir homurtu geldi.
“Babaanne, uyu sakın kalkma, pencereleri de açma kötü şeyler var dışarıda.”
“Hı tamam” dedi. “Almak için geldiler” gibi bir şey geveledi ama anlayamadım. Bir anlamda veremedim. Başımı kaldırıp pencereye doğru baktığımda çirkin gri bir duamnla karşılaştım ve oturma odasına dirdim. Kimse yoktu. Ne annem ne kardeşim. Mutfaktan soğuk bir rüzgar geliyordu. Oraya doğru yürüdüm. Annem mutfak balkonundan dışarıya sise doğru bakıyordu. Sis yavaş yavaş mutfağa dolmaya başlamıştı. Sisin içinde bir çırpınış gördüm. Eceydi o, başkası olamazdı. Ardından seslendim ama sis cümlelerimi yutmuştu. Annem pencereye yaslanmış sessizce ağlıyordu. Bir süre konuşmadı ne olup bittiğini anlatmadı. Sabah ezanı başlamıştı, sessizliğin içinde ürkütücü bir biçimde. Belkide bizim kurtarıcımızdı.
Sabah salonda koltukta uyandım. Uykumu almıştım. Zindeydim. Her şey ilginç bir rüya gibiydi. Yattığım yerde doğrulduğumda kanepede annemi gördüm. Uyanıktı, ağlıyordu. O zaman gece olanların gerçek olduğunu anladım. Ya da ikimizde aynı rüyayı görmüştük.
Koşarak yatak odalarına gittim. Ece yoktu. Soru sormak istedim ama soramadım. Annem de konuşacak gibi değildi. Babannemin odasına girdim. Duvardaki saat dokuzu gösteriyordu. O bu saate kadar uyumazdı ama yorgan başının üstüne kadar çekikti. Yorganı araladım, gözleri kırmızı şekilde hareketsizce yatıyordu. Önce öldüğünü düşündüm. Parmağımı burnuna yaklaştırdım. Nefes alıyordu. Biraz dürttüm ve yeşil gözleirni kırmızı göz kapakları arasından açtı.
“Babaanne, Ece yok, gün gece tuhaf şeyler oldu birşeyler onu aldı.”
“Aldı” deyince babannemin dün geceki cümlesi geldi aklıma. . “Almak için geldiler”.
“Kim aldı?” diye sordum ancak o günden sonra ne konuştu ne de hareket etti. Taki ölüp eli boşluğa gelene kadar. Bir şeyler biliyordu. Biliyordu ve bize söylememişti.
Siz ne düşünüyorsunuz?