Cuma Gecesi Hikayeleri: Diken (Bölüm İki)

Ben, bana doğru baktığını ve göz olduğunu düşündüğüm iki yuvarlağa bakarken, sol tarafımdan ince bir çan sesi geldi. Köyde ineklerin boynuna asılan çanların seslerinden. “Çın, çın.” Başımı o yöne çevirdiğimde iki büklüm olmuş siyahlı birinin duvarın içinden geçerek sokağa geçtiğini gördüm. Beli iki büklüm elinde tuttuğu kalın dal parçasını bastonmuş gibi kullanarak hızla hareket ediyordu. Yaşlı bir görünümü vardı, ince vücut yapısı onun kadın olduğunu düşündürüyordu bana ama tam olarak emin olamamıştım.

Ellerimin üzerinde ne kadar zamandır kaldığımı bilmiyorum ama duvarın soğukluğu dirseklerime kadar yayılmış, iki kolum da titremeye başlamıştı. Çın, çın sesleri arasında kafamı yine o iki göze çevirdim. Bir süre baktım ancak ikisini de göremedim. Yoğun sis belki de bana görsel bir oyun oynamıştı. Belki gördüklerimin ikisi de yoktu. Ancak birinin sesini de duymuştum. Tabi böyle bir sis ortamında bilinçaltınızın size oynamaması gibi bir neden yok. Hele sürekli korku filmleri ve kitapları ile haşır neşirseniz. Yani tüm hayaller, fanteziler bilinçaltımın bir köşesinde mevcut.

Kendimi geri atarak duvardan indim. Eve dönmeliydim. Bunu biliyorum. Ancak içimdeki merak, o bilinmeze doğru olan merak içimde dile gelmiş, “oğlum, bu için içinde bir iş var, arkanı dönüp gitme” diyordu. Hızlıca durum değerlendirmesi yaptım. Burnumun ucunu göremediğim bir sis vardı. Akşamüzeri olmasına rağmen tüm sokaklar boş ve sessizdi. Tabi şu kambur, çanlı adamı saymazsak. Adam olup olmadığını bilmiyordum ama. Sessizde diyemeyeceğim birde şimdi uzaklaşan çan sesleri var. Ama sonuçta birden bire kesilmişti sesler.

Sonuç olarak merakıma yenik düştüm ve adamı takip etmeye başladım. İnsanın başına ne gelirse ya meraktan ya yaraktan diye hatırlatıyordum kendime. Gerçi ne olabilirdi ki? İstanbul’un en eski ve en kalabalık semtiydi burası. Eski oluşu beni biraz korkutsa da kalabalık olması rahatlattı. Sonuçta etrafımdaki evlerden en az yarısında sıkışınca bana yardımcı olabilecek birileri vardır.

Hızlı adımlarla adamın gittiği yoldan gittim. Adam diyorum içimden bir ses adam olduğunu söylüyordu. Adımlarım koşuyorum diyebileceğim bir sıklıkla birbirini takip ediyordu. Uzaklaşan çan sesleri sanki biraz daha yaklaşmaya başlamıştı. Birkaç hızlı adım daha attım. Ancak takip edebileceğim bir çan sesi kalmadı. Ses birden kesildi. Birkaç adım sonra gri sisin içerisinde anlamsızca yürürken buldum kendimi. Çan sesinin kesilmesi ile birlikte daha dikkatli olmak için adımlarımı yavaşlatmıştım. İleriye doğru gözlerime kısarak dikkatlice baktığımda sanki bir parıltı gördüm. Sürekli hareket eden bir parıltı… Ateşe benzeyen bir parıltı… Ateşe benzetmek konusunda da tereddütte kaldığımı söyleyebilirim en son ne zaman harıl harıl bir alevin karşısında durduğumu hatırlamıyorum bile. En aşina olduğum ateş her şehirli insan gibi ocak ateşiydi.

Ama bu gerçekten de alevdi. Rüzgârda salınıyormuş gibiydi. İşin garip tarafı rüzgâr yoktu. Zaten bende garipliğin üzerine gidiyordum. Muhtemelen bu da sürekli gördüğüm garip rüyalardan biriydi. Yani korkmam için bir neden yoktu. Yine de insan biraz tırsıyor.

Kendimi bunun bir rüya olduğuna inandırırken alevin tam zıttında olan kaldırıma geçtim. Amacım birinin beni görme ihtimalini düşürmekti. Sisler sokağındaydım, ister istemez aklımda sisler bulvarı’nda öleceğim / sol kaşığımdan vuracaklar dizeleri yankılanmaya başladı. Devamı neydi, nasıldı bilmiyorum. Attila İlhan şiiriydi biliyorum ama merak edip ezberlediğim bir şiir değildi. En azından Ben Sana Mecburum’u ezberlemek için harcadığım çabayı, harcamamıştım.

Ateşe doğru yaklaştım. Aydınlık sokak üzerindeki eski evden geliyordu. Altı senedir bu sokaktaydım ve bu evin içerisinde bir hayat olacağını düşünmemiştim. Zaten ahşap yıkılmaya yüz tutmuş güzelim bina içinde birini barındıracak dirayete sahipte değildi. Biran için evin yanıyor olabileceğini düşündüm. Adımlarımı hızlandırdım. Biran için gerçekten ev yanıyormuş gibi geldi bana. Ağzımı açıp bağıracağım anda, evin duvarına asılmış büyükçe bir mum şamdanında alevin yayıldığını gördüm. Belli ki aydınlatma amacıyla asılmıştı. Ama altı senedir ben bu evin önüne böyle bir şey de görmemiştim. Biraz daha yanaştım eve. Pencerelerin arkasında hareket eden gölgeler gördüm. Kendimi evin karşısındaki binanın girişine saklayarak ahşap binayı izlemeye koyuldun. Normalde rengi islenmiş gibi siyaha çalan bina şimdi parlak siyah şeklindeydi. Sanki metalik bir boya vardı üzerinde. Tabi tüm görsel varsayımlarım sisin altında olan şeylerdi doğruluklarından şüpheliydim. Askerde sis içinde tahmin yürütmemeyi öğrenmiştim. Yani şu durumda ne olup bitiğin tam anlamıyla almak için olan bitenin burnumun dibinde olması gerekiyordu.

Bir süre evin içerisinde dolanan gölgeleri izledim. Üç farklı gölge görmüştüm. Birde diğerlerinden daha alçakta gezinen bir gölge… Kısa uzun. Bunun bir kedi olma ihtimali vardı çünkü köpek olmayacak kadar küçüktü. Belki de çocuktu. Milyonlarca varsayım o anda aklımın içinde köşe kapmaca oynarken tabi bunlardan tak tek bahsetmeyeceğim.

Apartmanın kapısından uzaklaşarak ahşap binaya doğru ilerledim. Birkaç adım attığımda sanki sis yavaş yavaş kalmaya başlamıştı. Evi daha net görebiliyordum. Giriş kapısında kadar yaklaştım. Amacım içeriden gelen sesleri dinlemekti. Seste vardı ancak seslerden anlamlı şeyler çıkaramıyordum. Bir ayak sesinin yaklaştığını hissettim. Sanki arkamdan geliyordu. Sağımdan belki de. Vücudumdaki adrenalin o kadar artmıştı ki tam anlamıyla etrafımdakileri algılamakta zorlanıyordum. Adrenalin beni tek bir şeye odaklamıştı: Herhangi bir durumda koşmaya başlamaya. Burada akıl devreye girerse eğer ne tarafa koşacağım konusunda tereddüt yaşayabilir ve yakalanabilirdim. Gerçi yakalansam ne olurdu? Kötü bir şey yapmıyordum ya. Ama tereddüt yaşamamak için eve doğru koşmaya karar verdim. Yani geri dönecek ve koşacaktım.

Evin kapısının ardında bir şiddetli bir tıkırtı oldu. Sesin nereden geldiğine emin oldum. Tam önümdeki kapıdandı. Şimdi adam kapıyı açacak ve burun buruna gelecektik. İşte bunu açıklayamazdım. Adamların evinin kapısının önünde durmuş kulağımı kapıya dayamış içerisini dinliyordum. Birden geri dönüp koşmaya başladım ama düşündüğüm gibi eve doğru değil gizlediğim apartmanın kapısına doğru. Kalbim hızla atıyordu. Artık korkmaya başlamıştım. Neden korkuyordum o da belli değildi. Kalbim hızla çarpıyordu. Şimdi uyanmanın sırasıydı.

Uyanmadım. Uyanmayı çok istedim ama uyanmadım. Kapı gıcırdayarak yavaşça açıldı. Siyahlar giymiş, başı da siyahlarla sarılı, belden iki, büklüm bir adam ağaç dalından yaptığı bastonuna dayanmış bir adam çıktı kapıdan. Ancak kapıyı kapamadı. Ardından aynı görünümde biri daha çıktı. Sanki sürekli tekrar eden bir dejavu yaşıyormuş gibiydim aynı kişi yedi kez kapıdan çıktı. Son çıkışında ise kapıyı ardından kapadı. Bir metre aralıklarla adamlar yürümeye başladılar. O kadar nizamı gidiyorlardı ki ellerindeki çanlar aynı anda çalıyordu. Onları izledim. Güvenli bir mesafede olduklarını düşününce arkalarına takıldım. Sessizce yürümeye başladım.

Nihayet boş arsanın önüne geldiklerine teker teker duvarın içinden geçerek arsaya girdiler. Duvarı geçtiklerinde tamamen görüş açımdan çıkmışlardı. Yine gri sisin içerisinde kalmıştım ben. Ne olduğunu anlamak için duvara yaklaştım. Yakın mesafede, grilikten başka bir şey göremiyordum. Biraz kafamı kaldırdığımda ise arsadaki ağacın dallarında karartılar gördüm. Yine anlayamadığım sesle geliyordu kulağıma. Biraz daha görüş alanımı genişletmek için ellerimi yine duvarın üzerine dayadım ve kendimi yukarı kaldırdım. Duvarın soğuğu ellerim yardımıyla vücuduma yayılırken arsanın içinde olan bitenleri daha iyi görebiliyordum. Hatta onları duyabiliyordum bile. Ne konuştuklarına kulak kabarttığımda konuştukları dili bilmediğimi fark ettim.

Yedi adam yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda bir boynuzun etrafında bekliyorlardı. Boynuz bir geyik boynuzuna benziyordu. Tahta ile sabitlenmiş, yaklaşık yarım metre sonra dallanan boynuzun diğer uçları gökyüzüne bakıyordu. İrili ufaklı yedi tane uç vardı ve her birinin ucu açık bir şekildeydi.

Adamlar öyle durmuş hareketsiz bir şekilde bekliyorlardı. Korkmaya başlamıştım. Filmlerde görüp kitaplarda okuduğum bir ayine tanık mı oluyordum acaba diye düşündüm. Bu tanıklık bana pahalıya da patlayabilirdi. Ancak gündüz gözüyle ayin biraz da saçma gibiydi. Bütün insanların içinde. İnsanlar da yoktu. Ben sanki boyut değiştirmiştim. Etrafta bildiğimiz hayata dair ne ses kalmıştı ne varlık. Sadece binalar. Soğuk, soluk hissiz binalar.

Ne kadar onları izlediğimi bilmiyorum. Ancak kollarım ağrımaya ve titremeye başlamıştı. İnatla bekledim. Artık dayanamayacak noktaya geldiğimde yedi adam da hareket etmeye başlamış boynuzun etrafında dönüyorlardı. Birkaç saniye daha baktım. Dönüşleri etrafında birinin bana doğru baktığını hissettim ve kendimi geri atarak yere çömeldim. O anda sağ serçe parmağımda bir acı hissettim. Parmağım çizilmiş ve kanamaya başlamıştı. Diğer elimin içiyle parmağımı sıktım ve yine acı hissettim. Kan yere damlayacak kadar akmıştı.