Dışa Dökümler 2 (Podcast) (paralel dünyalar, devs, lütfen beni öldürme)

Dışa Dökümler’in 2. bölümüyle karşınızdayım. Bu bölümde tarifi karışık olmakla birlikte paralel dünyalar, devs, lütfen beni öldürme üzerine konuştum.

Podcastlar hakkında notlar: Zaten daha önce belitrmiştim bri süredir podcast yapmak gibi bir düşüncem vardı. Şimdilik ortalama beş dakika sürecek podcastler hazırlıyorum. O an aklıma ne gelirse metne döküyor akabinde bunun kaydı ile uğraşıyorum. İlk podcasta oranla bu yayının kalitesi daha iyi oldu yavaş yavaş daha iyi olacak ancak ikinci kez oturduğumda aynı ses kalitesini yakalayamadım. Dinlerken fark edeceksiniz. Yine de ses stabilizasyonu üzerine çalışıyorum. 
Bu arada on beş günde bir podcast yapmaya karar verdim. On beş günde bir de yazı anlamına geliyor bu. Umarım bu şekilde devam edecek.

Podcastı İndirmek için: https://drive.google.com/open?id=11N5bVG1clqGTcQqN03yz68dlPbhgzewP
Tüm Podcastler: https://drive.google.com/open?id=1rbHrtVLAGChGg8uJkOk-b40f0jBL6jY5

Podcast Metni:

Dışa Dökümler 2 (Podcast) (paralel dünyalar, devs, lütfen beni öldürme)

Herkese merhaba,

Gün geçmesin ki bir olay olmaya dursun. Tabi tüm bu olayların içerisinde yer edinmemek ne mümkün. Gündem geyiklerinden bahsedip bir de ben “buradan bakıyorum” demek istemiyorum. Zaten önemli olan şu günlerde bu hengameden biran olsun uzaklaşmak.

İki hafta önce ilk podcastımı siteye yükledim. Genelde ölü taklidi yapan site takipçilerim olduğu için bu konuda ne düşündüklerini bilemiyorum. Sanıyorum çoğu da tüm bu hengameyi kişisel bir depresyon olarak görüp müdahale etmek istemiyor. Yine de filmler ağırlıklı olmakla birlikte ayda yılda bir yorum yapanlar oluyor. Buradan kendilerine çok teşekkür ediyorum. Böylece sesli de teşekkür etme fırsatını da yakalamış oldum.

İnsanlara garip gelecek mi bilmem ama ayna karşısında en çok geçirdiğim vakit tıraş olduğum zamanlar. Onun haricinde kesinlikle aynaya bakmıyorum. Bu bazen iki üç haftayı buluyor. Hele hele şu an durumumu hiç söylemesem daha iyi. Saçlarının döküldüğünü yeni fark ettim diyebilirim. Döküldüğünü demeyeyim dildiğin kel kaldığımı. Bunu fark etme sebebim de şartlar gereği şu aralar sürekli kamera açıyor olmam. Aslında gerçeklerle yüzleşmeye bu kadar alışkın değilim. Tabi bir de işin içine bu podcast olayı girdi. Yüzümle baş edemezken, ses dosyalarını düzenlerken bir de sesime maruz kaldım. Bu nasıl bir işkencedir anlatamam, ya da nasıl bir evrim. Ya vakti zamanında “cam aç” diye didinirken şimdi ne hallere geldik. Bu teknoloji bizi nasıl yoğuruyor.

Hayata geçiremediğim bir sürü projem var. Ve hayat devam ederken ben üzerine yenilerini ekleyip duruyorum. Bir an için zamanı durdurup onlara geri dönüp her birini yapmak istediğimde bu sefer yenilerini kaçırıyorum. Her zamanki gibi bir döngünün içindeyim. Sanıyorum bu döngüden çıkmak her şeyi vaktinde yapmakla olacak. Eğer bunları başarırsam ardımda beni huzursuz bırakan projelerim kalmayacak demektir. Belki eskilerine de bunları yamarsam son dakikada öğrenilmiş sokağa çıkma yasağının çaresizliği ile baş başa kalmam. Kendimi daha fazla kontrol edebilir iki üç abur cuburun şehvetli kollarına atılmak için kendimi ateşe atmam.

Tüm bu bahsettiğim şeyler yani yapamadıklarımın yapılmış hali olan bir dünya var mıdır acaba? Hem de benim tarafımdan. Paralel bir zaman paralele bir evrenden bahsediyorum. Şöyle bir baktığımızda mesela iki günlük yasağın bitiğinin alkışlanmadığı bir topumun olduğu, üzerimize çöken tüm negatifin pozitife döndüğü. Ben bazen bazı şeyleri anlamıyorum galiba! Bazen ucuz bir bilimkurgu filminin içinde yaşıyormuşuz gibi geliyor. Her şey basit, figüranlar, efektler, dekor. Neresinden tutarsak bir ucunda kalacakmışız gibi. Hem de en başında sırtımızı en çok yasladığımız tabular geliyor. Ya birimizin hayatını bir diğerimiz yazıyorsa? Hangimiz usta bir yazarız ki? Bu başarısızlıkların asıl sebebi bu olmalı.

Marc Forster’ın Stranger than Fiction diye bir filmi vardı. Türkçesi, Lütfen Beni Öldürme diye. Tabi filmin adını Türkçeye bu şekilde çevirmişler ki aslında filmin asıl adıyla alakası yok. Zaten bu film isimleri konusuna ayrı bir hayranım ama o başka bir mesele. Ana karakterimiz bir gün bir anlatıcı sesi duymaya başlar, yani kafasında bir ses. “Ne garip bu bende de var”. Bu sesi araştırmaya başladığında aslında kendi hayatını bir yazarın hem de aynı dönemde yaşadığı bir yazarın yazdığını öğrenir. Tabi bu roman bir trajedidir ve adam sonunda ölecektir. Karakterimiz ölmemeye çalışırken sonunda vazgeçer. Çünkü yazılan eser dünyanın en iyi trajedisi olmaya adaydır. Tüm bu düşünceler varyasyonlar arasında tek bir hayatı sürmek biraz garip sanki.

Tüm yazı boyunca bir paralelliğe takmışken -neden takmayayım ki devletin bile paraleli var sonuçta- Devs’ten bahsetmemek olmaz. Söyle bir bakındığımda bu diziden bahsedildiğine çok fazla tanık olmadım. Sürekli kafa karıştıran yönetmen, aslında senarist ve yazar Alex Garlan’ın yazıp yönettiği bir dizi. Sekiz bölümlük kısa dizi olmasına rağmen izlediğim yedinci bölüm itibari ile dizide hiçbir şey olmadı. Dizi konu olarak bir belirsizlik içinde. Ama ne yazık ki aslında dizi de belirsizliği anlatıyor. Bir yerde hiçbir şey olmama durumunu. Tamamen manyetik alan içinde çalışan devasa güçte bir kuantum bilgisayarınız var ve buna hayata dair tüm olan biten olasılıkları yüklüyorsunuz. Ve bu bilgisayar tüm olan biteni işliyor geçmişten geleceğe her şeyi tüm varyasyonları ile görüyorsunuz. Ve bunlardan biride sizin gerçekliğiniz. Sonuç ne olurdu acaba. Dizide sonucun ne olduğunu görmeyi umut ediyorum. Ama benim için en tatmin edici son belirsizlik olacak.

Hep hatırlıyorum. Dancer In The Dark’ta, Selma’nın bir teorisi var. Yani filmin yönetmeni Lars Von Trier’in. “Filmlerin sonunu izlemeyi sevmiyorum, yarıda bırakıp çıktığımda aklımda o film sürekli devam ediyor. Oysa diğer türlü bitmiş olacak.” Sanırım ana fikir buydu. Yani bazen bir şeyleri bitirmemek lazım. Bırakalım kendi dünyalarında yaşasınlar. Tıpkı bu poscast gibi…