Eve vardığımda direkt aynanın karşısına geçtim. Nedense aynanın karşısına geçene kadar ellerimle vücudumu yoklama fikri aklıma gelmemişti. Hala elektrilerin olmaması sebebi ile aynanın karşısında da kendimi göremedim. Zaten evin içi zifiri karanlıktı ama garip bir şekilde nesnelerden renkleri cikardiginizda onları daha iyi görebiliyordunuz.
El yordamıyla bir çakmak buldum. Ev küçük olunca karmaşası büyük oluyor ama elektrik kesintilerine alışkın ben bu gibi hayatı şeyleri yakınımda tutarım. Hatta suralarda bir yerlerde kalem şeklinde bir fener olacaktı.
Feneri buldum ama çalışmadı. Sanki tüm elektrikli aletler susmuştu. Aynanın karşısına tekrara geçtim. Çakmağın halkasini sertçe aşağıya çektirdim. Cılız, bir kaç kıvılcım parladı söndü. İkinci denememde ışığın soğukluğu yüzüme yansıdı. Gerçekten soğuktu. Bir buz tabakasinin ardına beyaz bir ışık tutarsiniz ya aynı o şekilde.
Aynada gördüğüm kadarıyla eskiden göründüğüm gibi görünüyordum. Buna sevinmeli miyim, yoksa üzülmeli miyim bilmiyorum. He ne kadar normalde görüntümü çok beyenmesemde bu halde görünmek beni çok mutlu etmişti ama potansiyel hedef olma ihtimalim de vardı. Bana benzeyen kimseyi görmemiştim. Belki de tek başıma kalmıştım.
Bir süre evde karanlıklar içinde kaldım. Bu büyük hengameden saklanarak kurtulabilecegimi düşünüyordum çünkü ama ne yazık ki ortada sosyal bir durum varsa ne kadar saklanirsaniz saklasın hiç bir şekilde kayıtsız kalamiyordunuz. Bir süre kendimi dinledikten sonra bir şeyler yapmaya karar verdim. Elbette bir ruyadaydim en fazla ne olabilirdi ki? En dar zamanda rahatlıkla uyanabilirdim. Bu defalarca olmuştu. Ancak şimdi burada böyle gizlenmek bir şeyleri yanlış yaptığımın hissini veriyordu bana. Dışarı çıkmalıyım. Hem belki de kimse beni aramıyor peşinde değildir. Bu sadece koca bir oyunun parçasıdır.
Çakmağı cebime attım. Zaten şarjı olmayan telefonu masaya bıraktım. Yavaş adımlarla evden çıktım. Kapıyı ardımdan kitleme ihtiyacı duymamıştım ama yinede anahtarı aldım. Diş kapıdan adımımı atacakken bir gürültü duydum ve merdivene dışarıdan görünmeyecek şekilde tırmandım. Öfkeli bir kalabalık sesiydi bu ve hiç hayra alamet değildi. Temkinli olmakta fayda vardı.
Sanki bir iki adım sesi kapının içine kadar gelmiş sonra durmuştu. Kalbimin göğüs kafesimi nasıl yirtmaya çalıştığını anlatamam. Korkunun ecele faydası yok derler ama ecel başlı başına koktu sebebi.
Bir süre dışarıyı dinledim. Sesler nihayet kesilmiş, kalabalık uzaklaşmış gibiydi. Yine de temkinli olmakta yarar vardı. Yavaş adımlarla gürültü yapmadan merdivenlerden aşağıya inmeye başladım. O ara merdivenlerin köşesini döndüğümde parlak İki gözle karşılaştım. Bal rengiydiler ve karanlıkta bir kedinin ki kadar parlıyorlardı. Ben ise bir sıçan görmüş gibi irkilerek geri sıçradım. Gördüğüm iki göz de aynı tepkiyi verdi. Ben bir basamak geriye oturmuştum ama o çıkmış olduğu bir kaç adımı geri düşmüştü.
Aceleyle toparladım kendimi. Bu renksiz dünyada gördüğüm tek renkli yaratikti bu. İnsan mi demeliyim? Aslında ne diyeceğimi bilmiyorum. Yerde acı çektiği belliydi. Kendimi toparlayıp yanına gittim. Önce bir kez daha irkildi sonra normale döndü. Acısını yüzünden okuyabiliyordum.
“İyi misin? Dedim. Ince ve naif bir sesle “kolum” dedi. “Evim yukarıda istersen pansuman yapabiliriz.” Kalkmaya yeltendi. Bunun cevabı evetti sanırım. Evime yabancı biri, hele de bir kız girmeyeli ne kadar olmuştu? Hemde evi bok götürüyordu. Neyse bu şartlar altında, bu karanlıkta çok dert olmazdı sanırım. Yerden kalkmasına yardım ettim. Kolundan tutarak merdivenleri yavaşça çıkardım. Kolu haricinde ayağında da bir sorun vardı sanırım. Sekiyordu. Merdivenlerden çıkarken dalgalı, kül rengi saçlarının kokusu burnuma calınıyordu. O an içinde bulunduğum bütün korkuları terk etmiş, bu kokunun eşsiz girdabinda kendimi kaybolmuş hissettim. Zaman nasıl aktı bilmiyorum ama evin kapısına gelmiştik. Cebimden anahtarı çıkardım ve içeri girdik. Onu koltuğun üzerine uturturdum. Buz dolabından suyu çıkardım. Bir bardak su verdim. Ardından bir tane daha istedi. Suyu içerken boğaz hareketlerini net bir şekilde görüyor, terlemiş ince boynundan, kırmızı dudaklarına varan o hat, çiğ tanesi düşmüş bir gülü anımsatıyordu bana. Bardağı bana uzattı teşekkür etti. Hiç bir cevap vermedim. Aslında veremedim. Ne diyebilirdim ki? En ufak bir ağız hareketim onu incitebilir miydi?
Bardağı bıraktım, kolonya şişesini ve biraz da peçete aldım. Hiç konuşmadan yanına oturdum. Kolonyadan bir parça pencerenin üzerine döktüm. Kabullenmiş bir şekilde kolunu uzattı. Biraz soyulmustu.bu ona acı verecekti ve bende onun bu acısına ortak olacaktım ama bu onun iyiliği içindi. Bazen sırf iyilik yapmak için birinin canını acitabiliriz değil mi? Ama ben kesinlikle kendimi affetmeyecektim.
Biraz aklı selim düşünmeliyim. Ancak aşk bir anda olan bir şey değil mi? Yani yeri ve zamanı yok. Bir süre sessizce oturduk. Ben kaçamak gözlerle ona bakıyordum. O dikkatlice bana bakıyordu. Ne zaman gözlerimiz birbirine deyse içimde parıltı parlıyor gözlerimi kaçıyordum. Zorunlu bir tanismislikti bizimki korkunun kollarında.
“Ben” dedi “Melis”. “O şeyler benim peşimdeydi, nedendir bilmiyorum ama…”
Melis, bal arısı… Gözleri adının anlamını yansıtıyor olmalıydı. Bal, bal arısı… Bir de…
“Ben” dedim. “Ben Tunç.” Ortak bir yan…
Bir süre yine konuşmadık. Bu kez cesaretimi toplamış bende rahatça ona bakabiliyorum. Bu şekilde ne kadar oturduk bilmiyorum. Zaman sekteye uğramış, saatler durmuş, derin bir sessizliğin ortasında kimse rahatsız etmeyeceğim gibi hayallerde kalmıştık. Belki de ben kalmıştım.
Bu bir lütuf. Bu bir ödül. Ve bu gerçek hayatta olmayacak bir enstantane. Az sonra gözlerimi açacağım içinde bulunduğum bu hayal dünyasından soyutlanacagim ve en önemlisi de karşımda olan gerceklikten, anlamdan kopmuş olacağım. Allah’ım ölmek böyle bir şey mi? Eğer öldüysem anlatılan cennet bu olmalı. Yok sa bu cehennemim mi benim, sevdiğime erisemeyecegim.
Zaman geçmiyordu. En azından ben böyle ümit ediyordum. Dört duvar arsindaydik, belki de sonuna kadar cezalandirilacagim zindanimda. Ölürsem dirilmek, yaşıyorsam ölmek, uyuyorsam uyanmak istemiyordum. Yorgun düşmüş olacak ki bana bakarken gözleri kapandı. Siyah uzun kirpikleri gönlümü ferahlatan bir yelpaze misali elmacık kemikleri üstüne düştü. Kızarmış elmacık kemikleri üzerinde siyah uzun kirpikler küçük sevimli çillerin parmakliklari olmuştu adeta. Onların yerinde olmak için neler vermezdim. Nasıl anlatabilirim?
Gönlümün ferahlığı, içinde bulunduğum rahatlık, kokusunda kendimden geçtiğim çiçek bahçesi gibiydi. Ne yalan söyleyeyim bir palmiye gölgesinde hissettiğim sessizlik ve huzuru hissettim. Her şey kuraldır ya aniden bozulur. Ani bir gümleme, ani bir patırtı duş içindeki hayalimden uyandırdı beni. O da irkildi, hatta bulunduğu yerde sıçradı. Şiddetle kapıya bir kaç yumruk indi. Bu kez birbirimizi tanımaya çalışmaktansa Peki dolu gözlerle birbirimize baktık. Rüzgarda salınan bir yaprak gibi titredi. Bende sağnak bir yağmur gibi yanına vardım. Kolumu ona doladım ve sessizliği bekledik. Gelmesini istemediğim sessizliği…
Siz ne düşünüyorsunuz?