Düşten Umutlar

Babaanneme göre bu ezanların uzun olması sebeplerinden biri de gece karanlığı ile inen her türlü inin, cinin, mahlukatın yeryüzünden kaçarcasına elini ayağını çekmesiymiş, bu kaçışları esnasındaki korkuları da ister istemez insanların üzerine etki ediyor bu sebepten dolayı insanlar bilhassa daha hassas olan çocuklar bu korkuyu daha fazla tadıyorlarmış.

Eskiden uykuya dalamamak gibi bir sorunum olmazdı. Nerde olduğumun hiç önemi yok, gözlerimi kapadığımda bu dünyadan soyutlanır, rüyalarımın hatırlayamadığım gizemli akışında tam da dinlenmemiş olarak, sabahın ilk saatlerinde açardım gözlerimi.

Güneşin gökyüzünden bir arşın yükselirken yanına ısısını almadığı bir kasım cumartesisiydi. Parke taşlı sokağa, baba yadigarı olta ve bisikletle çıktığımda yüzüme vuran soğuk kemiklerimin titremesine sebep olmuştu. Bisikletin terkisinine yerleştirdiğim üç litrelik kova fazlasıyla bugünün erzağını çıkarmama yetecekti. Kovanın içi giderken de dolu olurdu dönerken de. Yanına tıkıştırdığım, kamp sandalyesi de vazgeçilmezlerimdendi.

Bisiklete binip kendimi eğimli yolun akışına bıraktım. Zaman zaman sadece kendimi ısıtmak için pedal çeviriyor, frenle kendimi yavaşlatarak, taşların arasında kalan donmuş toprak parçalarının yardımıyla tekerlekleri kaydırıyordum. Birkaç kez düşmüşlüğüm olsa da kendime yaşattığım bu küçük aksiyon keyfime keyif katıyordu.

Birkaç dakika içinde sahildeydim. Daha kamp sandalyemi açmadan hemen oltamı kurdum ve hırçın denizin ciğerlerine sapladım iğnelerini. Eğer şansım yaver giderse birkaç dakika içinde ilk kısmetimi çekecektim denizden. Bu esnada sandalyemi kurdum ve oturdum. Çantamdan çıkardığım polar battaniye ile ayaklarımı örttüm. Kovanın içinden aldığım termosumdaki ilk çayımı yudumlamaya başladım. Denizin ortasında birkaç balıkçı kayığı sağa sola sallanırken birinin bana el salladığını fark ettim. Balıkçı karşılığımı alır almaz, hızla denizin dalgalarını yararak uzaklaşmaya başladı. Endişe etmedim desem yalan olur, batmaması için bir sebep yoktu ama bu zaman kadar kaç denizci tanıdıysam hepsinde denize karşı bu hırçınlık vardı. Akşam hayattan çıkaramadıklarını denizden çıkarıyorlardı belki de.

Oltamın ucundaki çan çaldığında, hızlıca yerimden kalkıp oltayı çekmeye başladım. Dalgalar kabarmış, deniz kendinden olanı vermemeye çalışıyordu. Onunda gönlünü kırmamaya çalışarak, frenleye frenleye sarma kolunu çevirmeye başladım. Bir süre sonra ilk lüferim görünmüştü sonra ikincisi.

Bir saat sonra insanlar deniz kenarındaki çay bahçesinde kahvaltı yapmak için doluşmaya başlamıştı. Ben açılışı iyi yapmıştım ama bir saat içerisinde sadece üç lüfer, dört sarıkanat takılmıştı oltama. Daha fazla beklememin alemi yoktu. Zaten birkaç dakika sonra çay bahçesindeki insanlar denize balıkları beslemek için ekmek atacak ve tüm balıklar yönünü o tarafa çevirecekti. Yavaşça toparlanmaya başladım. Sadece çayla doldurduğum midem de kazınmaya başlamıştı. Sandalyemi toparlamak için döndüğüm anda arkamdaki bankta oturan bir kız gördüm. Killim desenli beresinin altından siyah saçları boynuna sardığı atkısının üzerine doğru düşmüş; soğuktan iyice beyazlamış suratı arasından parlaklığını yitirmeye başlamış kara gözleri, hırçınlığını kaybetmeye başlamış denize doğru bakıyordu. Düşüncelere boğulduğuna emindim, şu an denizde oluşan her dalga, içindeki havayı patlayarak dışarı salan her kabarcığın onun boğulmasında etkisi vardı.

Onun görüş açısına giremezdim biliyorum ama yine de toparlanmamı bakışlarının uzak köşesinde yaptım. Bu şekilde kaçamak bakışlarıma da bir korunma sağlıyordum. Tüm toparlanma işlemim sırasında bir gözüm ondaydı. Bir şey olmuş, o bilmediğim şey yüzünden de kızdan gözlerimi alamıyordum. Malzemelerimi baba yadigarına yüklerken dikkatimin dağıldığı kısa anda ortadan kaybolmuştu. Ardından bakındım ama gittiği yönü bulamadım. Ben de evin yolunu tuttum.

Gün boyu, dinlediğim her müziğin, okuduğum her kitabın, izlediğim her filmin arasına, kızın gözleri, rüzgârda savrulan saçları giriyor odaklanmakta güçlük çekiyordum. Günümün çoğunu onu düşünerek geçirdim. Aklıma kazıdığım kadarıyla ayrıntıyı hatırlamaya çalışıyordum. Bu ayrıntılar arasında göz göze gelemememiz canımı yakıyordu. Göz göze gelemememiz demek beni fark etmediği anlamına geliyordu.

Gece erken yattım. Gün boyu kurduğum hayallerin rüyama eşlik etmesini istedim. O gece gördüğüm rüya ömrüm boyunca hatırladığım ilk rüyamdı. Sürekli tekrar ettiğinden sanırım.

Güneş henüz doğmamış, ay da karanlık bulutların ardına kendini saklamıştı. Denizin üzerine doğru anlam veremediğim bir ışık huzmesi bir şerit halinde düşüyordu. Her zamanki gibi sahildeki yerimi almış, oltamı denize bırakmıştım. Rüzgâr oturduğum yerden beni denize doğru itmeye çalışırken bende ayaklarımla ona dirayet gösteriyordum. İçimde bir sıkıntı vardı. Zaten rüzgardan dolayı oltayı denize sallamakta oldukça zorluk çekmiştim. Bunu görmemiştim ama hissediyordum.

Derin bir sessizlik sarmıştı etrafı. Deniz ve rüzgarın sesinin daha sonra montajda ekleneceği bir filmin ortasındaydım sanki. Tam ardımdan şimşek olduğunu düşündüğüm bir ışık parlayıp sönüyordu ve ben hala hiçbir şey duymuyordum. Vücudum kaskatı kesilmiş, gözlerim denizin ortasında batıp çıkan iki göze odaklanmıştı. Gördüğüme anlam veremiyor, sadece suya batıp çıkan iki siyah göze bakıyordum. Bu sularda bir deniz kızı görmem ne kadar olası bilmiyorum ama içimde beni rahatsız eden bir duygu buradan kalkıp gitmemi söylüyordu. Ben ise gözlere takılmış hareket edemiyordum.

Ter içinde uyandım. Oysa bedenim yorganın altından çıkmış, soğuk odamda tir tir titriyordu. Gördüklerime anlam vermeye çalıştım ama birçoğu aklımdan silinmiş sadece hissettiğim bir duygunun verdiği bilinçten ibadetti. O bir deniz kızıydı, ya da babaannemden küçükken dinlediğim Şahmeran.

Saat beşi gösteriyordu. Denizden gelen derdi denize bırakmak gerekirdi. Hızlıca hazırlanıp yine sahilin yolunu tuttum. Her şeyim hazırdı. Oltam, kovam, battaniyem, çayım. Bu kez bir bardak daha koymuştum kovanın içine ne olur ne olmaz diye. Baba yadigarına binerek yola koyuldum. Sokak lambaların titrek ışığında çiğ düşmüş sokakta dikkatlice inmeye başladım yokuştan. Ay yine gökyüzünde görünmüyor, sanki bulutların arkasında kendini koruyordu o da.

Oltayı denize saldığımda, evden çıktığımdan beri sokakta kimseyi görmediğimi fark ettim. Tabi bu saatte kışın ortasında hangi deli kendini sokaklara atardı ki? Eminim birçok insan sıcacık yataklarında hala mışıl mışıl uyuyordur. Ancak bu yalnızlığımın birkaç saat daha süreceğiniz biliyordum. Sonra mesleğini icra eden imam, inananları namazlarını eda etmeleri için camiye çağıracaktı.

Bir süre sandalyemde oturarak aydınlanmayı bekleyen gökyüzünü izledim. Karşı sahile tek tük yanan ev ışıkları, arada bir sahil yolundan geçen arabaların farları, zaman zaman dikkatimi dağıtsa da gök yüzünün karanlığında kaybolmuştum adeta. Aynı karanlık denizde de vardı. Rüzgar esmesine rağmen deniz bugün biraz daha sakindi. Gökyüzünün karanlığını bozan yoktu ama denizin karanlığını bozan küçük balıkçı teknelerinin ışıkları vardı gözüme ilişen. Sanıyorum bu sebepten bir süre gökyüzünü izledim. Soğuk iyi gelmişti, dizginlerini tutamadığım düşüncelerim, açık havada soğuk rüzgarında etkisiyle dağılmış sanki evde geçirdiğim saatlerin sebebini unutturmuştu bana. Derin bir nefesle ciğerlerimin yanmasının keyfini tattım. Soğuktan yanan burnum ve ciğerlerim anlam veremediğim bir duyguyu doldurdu içime. Sandalyeden kalktım. Aceleci bir tavırla fenerimi denize doğru tuttum. Bir illüzyon gibi suyun içinde kırılan iki göz gördüm sanki. Şaşkınlığımı atıp daha dikkati bakındım suya. Bu kez gözüme çarpan suyun içinde dolanan balık sırtlarının yansımalarından başkası değildi. Korktuğumu itiraf etmeliyim. Belki de bir rüyada olmadığım fikri korkutmuştu beni.

Bir daha tabureye oturamadım. Müezzinin bet sesine karışan köpek ulumaları eşliğinde yıllar sonra, küçükken okunan sabah ezanlarından ne kadar korktuğumu hatırladım. Babaanneme göre bu ezanların uzun olması sebeplerinden biri de gece karanlığı ile inen her türlü inin, cinin, mahlukatın yeryüzünden kaçarcasına elini ayağını çekmesiymiş, bu kaçışları esnasındaki korkuları da ister istemez insanların üzerine etki ediyor bu sebepten dolayı insanlar bilhassa daha hassas olan çocuklar bu korkuyu daha fazla tadıyorlarmış. Eğer imanım yerinde olursa onlar beni korkutamaz, sabah ezanına giden her Müslüman gibi korkusuz olurmuşum. Ama hangi kitapta okudum bilmiyorum. Denize yakın olan insan dinden biraz uzak olurmuş. Onun için en büyük din denizmiş. Sanıyorum bende de biraz deniz tutkusu var.

Mahkum edasıyla attığım adımlar, düşüncelerimin akışına önayak olurken, gözüme ilişen bir kare beynimde algılanabilir hale geldiğinde durdum. Kız bankta dün oturduğu yerde oturuyor ve yine dünkü gibi sabit bir şekilde denize bakıyordu. Hava henüz yeni aydınlanmaya başlamıştı. Benim gibi o da erkenciydi sanırım bugün. Birden kendimi tabureme attım. Romantik komedi filmlerindeki aptallıklardan birini yapmış gibi hissettim sonra. Bir süre oturduğum sandalyede ne yapacağımı düşünürken yardımıma oltama takılan birkaç lüfer yetişti. Onları almaya çalışırken kaçamak bakışlarla bankta oturan kıza bakıyorum. İğnenin ucundan çıkarmaya çalıştığım balıkların çırpınışları bile dikkatini çekmiyordu. Benim çekmem ise imkansızdı. Bir süre onun bu denli hayattan kopuşunun sorununu düşünmeye çalıştım. Sabahın köründe buraya gelmesinin, bu soğukta, hırçın denize ifadesiz bir yüz ve gözlerle bakmasının bir anlamı olmalıydı. Bir süre onunla telepati kurmaya çalıştım, belki beynimin tırnak kadar bir bölümünü daha kullanabilsem neler düşündüğünü hissedebilirdim. Ancak öyle olmadı. Arkamı döndüğüm kısacı süre içerisinde yine banktan kaybolmuştu. Bende toparlanıp evin yolunu tuttum.

Yine tüm günüm onu düşünmekle geçti. Bu kez onu düşünmekten çok ne düşündüğünü düşünüyor, mimiksiz yüzünden aklımda kalanlara anlamalar yüklemeye çalışıyordum.  Derin bir muammanın içine düşmüştüm sanki. Çırpındıkça, sorular birbirlerinin yanıtı olarak karşıma çıkıyordu. Soruların yorgunluğu ardında uyuya kalmışım.

Gece yine aynı rüyayı görmüş, gün ağarmadan kalkmış, sahile atmıştım kendimi. Bu sabah deniz sütlimandı. Hafifçe çiseleyen yağmur, yeryüzünü ıslatırken aynı zamanda umutsuzluğun tohumlarını ekiyordu yüreğime. Hadi soğuk neyse ama yağmurda kesin gelmezdi. Bugün kararlıydım, gidip bir “merhaba” demenin hiçbir zararı olmazdı. Belki de bir bardak çay ikram edebilirdim. Eğer gelirse… Gelmemesinin korkusu, gece gördüğüm rüyaların korkusuyla bir olmuştu adeta. Ne olmuştu bana? Yine baş edemediğim sorular sormaya başlıyordum kendime. Sustum. Kendimi Sandalyemin şemsiyesi altına saklayarak yağmurdan korudum.

İlk çan sesiyle ayağa kalıp, oltanın ucundaki lüferi, kovaya bıraktığım anda bankta yine gördüm onu. Yine bankta sanki dünden beri hiç kalkmamış gibi duruyordu. İlk balığımla geliyor, son bağılımla gidiyordu adeta. Onu gördüğüm anda elim ayağıma dolaşmaya başladı. Az önce kestiğim ahkamlar terk etmişti beni. Gidip “merhaba” diyecekmişimde çay ikram edecekmişimde. Adımımı bile atamıyordum, yanına gitme fikri, göğsümden taşmaya çalışan bir kalp oluyor, yerinden fırlamaya çalışıyordu adeta. Ayaklarım gidemezken, kalbim ona doğru koşuyordu. Kendimi nasıl sandalyeye attım bilmiyorum.

Altı gün olmuştu. Altı günde yer, gök yaratılmıştı ama ben beş adım ardıma varamamıştım. Altı gün boyunca aynı rüyayı görmeye devam ettim ama derdim aynı kalmadı. İçimdeki aşk alevlendikçe alevleniyor, ortaokul, lise yıllarımda platoniklik takıntım yeniden hayat buluyordu. Ama artık bir ergen değildim ve üzerimdeki bu laneti de atmalıydım.

Sabah yine gün ağarmadan kalktım. Gördüğüm rüyanın etkisi bu kez üzerimden hızlıca kalkmıştı, buna kararımın etkili olduğunu düşünüyordum. Bu kez daha da özenerek giydim kıyafetlerimi, hatta aynanın karşısında birkaç dakika daha geçirdim, içimde anlam veremediğim bir keyifle çıktım kapıdan. Bisikletle uçarcasına, yüzüme vuran soğuğa bile aldırmadan sahile vardım. Oltamı, sandalyemi, tüm malzemelerimi kurdum ve beklemeye başladım. Bu kez sadece denizden çıkacak kısmetimi değil, belki de bir ömür geçireceğim geleceğimi de bekliyordum.

Zaman bir türlü geçmiyordu, ben ise acele adımlarla kendime ayırdığım beş metrelik alanda bir sağa bir sola dönüp dolanıyordum. Kaç adım attığımı hatırlamıyorum ama gün ağarmaya başlamış, o henüz gelmemişti. Üstüne üstlük bir balık bile tutamamıştım ama bulunduğum yerden ayrılmak istemiyordum. Ya ben gidersem ve o gelirse…

İnsanlar işlerine ve okullarına gitmek için evlerinden çıkmaya başlamış, ortalık iyice aydınlanmış ve artık kalabalıklaşmaya başlamıştı. Yani benim için durmaya yüz tutmuş hayat insanlar için başlamıştı. Bugün gelmeyecekti belki de. Belki de hiçbir zaman gelmeyecekti. İçime derin bir sıkıntı düşmüştü. Bu soğukta üstümde ne varsa çıkarmak, buz gibi denize donacağımı bile bile atlamak istiyordum. İçimdeki sıkıntıyı bilmiyorum belki de yangını sadece bu geçirebilirdi. O esnada oltamın çanının acı bir şekilde çınlamasıyla kendime geldim. Balığı bin bir güçlükle iğneden kurtarıp kovaya atacağım sırada, sokağın başında onu gördüm.

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Balığı sertçe kovanın içindeki suya bıraktım. Hayvan düşmeninde etkisi ile sıçradı ve kendini kovanın içinden dışarıya atmaya çalıştı. Peşinden gitmeyi düşündüm ama ne diyecektim ki? Durulmuş kalbim yeniden kendini parçalamaya başlamıştı. Yavaş yavaş terlemeye başlamıştım. Bugün en azından kendimi tanıtmalıydım bir söz vermiştim kendime. Eğer bugünde yapamazsam artık bu işten vazgeçmem gerekecekti. Yani yenilgiyi kabullenecektim. Ne yapabilirdim ki? Gidip merhaba diyebilirdim. Birine merhaba demenin neresi kötü ki? Acaba yanlış anlaşılır mıydım?

Aklımdaki düşüncelere yetişmeye çalışırken bedenim farkında olmadığım bir şekilde baba yadigarı bisikletin üzerine atladı ve pedalları çevirmeye başladı. Bedenime ben hükmetmiyor, adeta dışarıdan izliyordum. Ne yalan söyleyeyim bu durum beni biraz rahatlatmıştı. Bir yandan da ilk kelimemin ne olması gerektiğini düşünüyordum. Pedallara daha sert asıldı. Heyecanla zorladığım kalbimi şimdide bedensel hareketlerle zorluyordum. Şuracıkta işi bırakıyorum dese yeridir. Ama demedi. Şimdi bile… Karşıya geçiyordu. Kırmızının yanmasına daha beş saniye vardı. Biraz daha hızlı pedallara asılırsam onu yakalayabilir, en azından gözümden kaçırmaz gittiği yere kadar takip edebilirdim onu.

Aramızdaki mesafe iyice yakınlaşmıştı. O cadde üzerindeki durağa doğru yürürken bende yolu yarılamıştım. O esnada bir gürültü duydum. Kafamı soluma, gürültünün geldiği yöne doğru çevirdiğimde, bir otobüsün önüne bir taksiyi katarak bana doğru geldiğini gördüm. İlk araba çarptı bana, baba yadigarı onun altında sürünürken, saliselerce havada ucan ben bir böcek gibi otobüsün camına yapışmıştım. Büyük bir acı hissettim, bir sıcaklık ama en büyük acı yere düştüğüm zaman hissettiğimdi. Nefessiz kalmıştım, her çabam ağzımdan ciğerlerime dolan kan kukusunu getirtiyordu bana. Hareket edemiyordum. Aslıda üstümde bir hafiflik varmış gibi hissediyordum az önceki gibi şuradan uçabilirdim ama hareket edemiyordum. O esnada onu gördüm. Onun bana bakan anlamsız gözlerini ve bu onu son görüşümdü.

Bir süre sonra gözlerimi hastanede açtım. On sekiz gün komada kaldığımı söylüyorlardı doktorlar. Otuz altı gün sonra daha fazla yapacakları bir şey olmadıklarını söyleyerek beni taburcu ettiler hastaneden. Ben ise göz kapaklarımdan başka bir yerimi oynatamıyordum. İyileşen hastalar taburcu olmuyor muydu hastaneden?

Aradan altı sene geçti. Her sabah yine balık tutmaya gidip, onunla konuşmaya çalışıyorum. Belki konuşabilsem, bu durumdan kurtulup yine ayağa kalkabileceğim ama ne zaman onunla bir hayat düşünsem hayallerim sonu gelmeyen kabuslara dönüyor, yine aynı rüyayı görüyorum. Bir yerlere kitlenmiş gibi hissediyorum kendimi, uyumak istemiyorum sadece onunla olan hayalimin devam etmesini için. Biliyorum devam ettiğinde bunlar yaşanmamış olacak.