En sevdiğim gruplardan biri olan Kesmeşeker yıllardır ısrarla kendini devam ettirmekte bana. Hatta geçen hafta yine “En Çok Seni Sevdim”e takmıştım www.kesmeseker.org‘dan alıntıdır, ayrıntılı bilgi ve demolara ulaşabilirsiniz.
Cenk Taner 1966 yılında gelmiş dünyaya; efsanevi the beatles albümü revolver’la yaşıt yani. müziğin tüm “kurallardan” arındığı o yılda dünyaya gözlerini açan cenk taner, 11-12 yaşından itibaren beatles dinlemeye başlamış, müziğe aşık olması da o döneme rastlıyor demek. “rüzgârlı deniz kıyısı”nda* büyüyen cenk taner, kesmeşeker’i belen ünal, tayfun çağlar ve melih rona’yla “o mâlum şehir”de* 1990 yılında kurmuş. kendisi kesmeşeker’in kuruluş tarihi için 1 ocak 1990 demeyi tercih ediyor. 1991 yılına gelindiğinde ilk kesmeşeker albümü yayımlanıyor ve böylece uzun bir serüvenin ilk adımı da atılmış oluyor.
[dipten ve derinden]
ilk albümün adı “dipten ve derinden”*. grubun ilerleyen yıllarda izleyeceği istikameti bundan daha iyi özetleyecek bir isim olamazdı sanırım. albümün açılışını yapan şarkının adı ise; “istanbul, istanbul”… cenk taner ve kesmeşeker bize hep istanbul’dan bahsetti daha sonra. bu bir tesadüf değil ya?
hayatın içerisinde ne varsa kesmeşeker’in içeriğinde de o vardı. cenk taner ve arkadaşları dipten ve derinden’de bize kırık aşklardan, ayrılıklardan, yalnızlıktan, tehlikelerden, teknolojinin içimizden kopardığı değerlerden, bilinmeyeni bulmaktan, keşiflere çıkmaktan, özgürlükten, ırk ayrımından, yolculuktan… kısacası hayattan bahsediyordu. albüm kapağında paul mccartney’e teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorlardı. üstelik müzikal açıdan da zengin bir albümdü bu. blues, reggae ve punk’a yakışıklı selamlar, bunca farklı türden etkilenime rağmen bütünlüklü bir sada, ustaca çalınmış gitar ve davullar; ve her şeyden önemlisi o “kırık dökük” vokal.
1993 yılında önümüze 10 şarkılık bir menü daha sundu kesmeşeker. türkiye’de rock müzik yapmanın (üstelik o dönemde) zorluklarından olsa gerek grubun cenk taner dışındaki tüm elemanları bir yerlere dağılmışlardı. melih rona avustralya’ya uçtu, belen ünal ve tayfun çağlar “iş”lerine döndü; ama cenk taner hala “burada”ydı, bizimleydi. bu “sefer”deki yol arkadaşları basta demirhan baylan, gitarda serdar öztop ve davulda cem güvener idi; albümün adı ise “aşk ve para”*. bu albüm de “hayat”ı anlatıyordu: gidenler, kalanlar, tercihler, korkular, özlem, ekmeğin emrindeki insanlar, uçurumun kenarında edilen danslar, hatta futbol. cenk taner bu albümde başlıyordu futbolu bir metafor olarak kullanmaya. ilk gençlik dönemlerimde bir “futbol” güzellemesi sandığım o şarkı aslında hayatı anlatıyordu: “bu sene yokuz gene, ne kupada ne ligde, son saniye golüyle…”
[silahını al, huzurumu ver mr. brown!]
yıllar birbirine eklenirken kesmeşeker şarkıları da zihnimizde yer etmeye devam ediyordu: yıl 1995 ve “tut beni düşmeden”* kisvesi altında 10 adet “tahrip gücü yüksek patlayıcı madde” daha! kadro yine değişmişti, cenk taner’in yanında bu sefer can alper (elektrik ve akustik gitar, geri vokal), batur yurtsever (bas gitar, geri vokal), sezen köroğlu (klavyeli çalgılar, ritm programlama), hüseyin cebeci (perküsyon) ve kerem akaydın (geri vokal) vardı. albüm, arada “misket havası”na selam çakan mr. brown’la açılıyordu: “yeni dünya düzeni’nde yerimiz nedir? dünya zaten senin arka bahçendir…” başlığıyla don’t let me down’ı* anımsatan tut beni düşmeden’de beyni dahil her şeyini satan bir adamdan bahsediyordu cenk taner, bize bizi anlatıyordu… düzgün görünürken birden bozulan ilişkiler, kadıköy çarşısı’nda yaşanan hayal kırıklıkları, elden kayıp giden gençlik, “sistem” ve biz: “şimdi evin, araban, bankada bolca paran; güzel şey şu güven…” yine de; “bulmalı ateşleri, yıldızlara bakmalı, kaç kişi kaldık şu dünyada!”* ilk albüm dipten ve derinden “ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.” sözleriyle bitiyordu, tut beni düşmeden’de kapanış yine mevlana’dandı: “gene gel gene, ne olursan ol…”
bu albümün yayımlanmasının üzerinden geçen 2,5 yılda cenk taner yeni şarkılar yapmıştı ve bunları vücudumuza zerk etmemizi bekliyordu: insülin*. insülin albümünde cenk taner’in yanında bir önceki albümden kalan tek isim can alper’di. tansu kızılırmak bas gitara, murat başlamışlı ise davulların başına geçmişti. kesmeşeker’in ilk günlerinden bir ismi, tayfun çağlar’ı da duyuyorduk geri vokallerde. albüm “tüm şeker yiyemeyen çocuklara” ithaf edilmişti ve bir beatles şarkısının sözleri yer alıyordu kapağın içinde; “happiness is a warm gun”. albüm yine “dolu”ydu; yoksulluk, acılar, umut, insanlar, aşk… ama bütün bunlar o kadar güzel, o kadar “dipten ve derinden” anlatılıyordu ki etkilenmemek imkânsızdı. özellikle bu ve bir önceki albümü dinleyenler kesmeşeker için “çok karanlık”, “mutsuzluk verici” gibi tabirler kullanıyorlardı; kanımca bu, dinlenen şeyin doğruca kavranamamasından kaynaklanıyordu. kesmeşeker’de umut hep vardı; “işte güneş, hiç batmadı ki…”* belki, en azından şimdilik, “mutluluk” yoktu; ama sıra ona da gelecekti. cenk taner “kafam batı, yüreğim doğu.”* derken halimizi ne güzel anlatıyordu; biz de “yalınayak koşmaya devam ettik”*, ne de olsa “yaşam, onların bilmediği bir yerde başlıyor”du
1999 baharında güzel bir haber vardı kesmeşeker’den: cenk taner, yanına ilk albümden belen ünal’ı (gitarlar, vokaller) ve tayfun çağlar’ı (geri vokaller) almıştı, bas gitara tansu kızılırmak, davulun başına da emre sarıtunalılar geçmişti. böylece kesmeşeker’in o zamana kadar yaptığı en farklı, ve ilk albümden bu yana da kanımca en güzel albümü çıkmıştı ortaya: içinde içindekiler vardır*. albümün adı kadar ruhu da mevlana’dandı. zehir gibi bir rock’n’roll şarkısıyla, aşklar bizi terketti’yle açılıyordu albüm: “her yorgunsun, hem olgun”. hemen arkasından ol dedin bak oldum geliyordu; “müzik benim zikrimdir, döndüm durdum, ol dedin bak oldum”, “bir irade bana hâkim”… iyiden iyiye tasavvufî etkiler söz konusuydu. aynı şarkıda “all you need is love in bodrum” diyerek beatles’a harika bir selam göndermekten de geri kalmıyordu cenk taner ve arkadaşları. albümün geri kalanında da tasavvuf etkisi yoğundu; uyandır o ateşi isimli şarkı handiyse bir “endülüs ilahisi”ydi. şarkıyı o “yanık” sesiyle tayfun çağlar seslendiriyordu: “aklın dar muhitinden cinnetin geniş sahralarına, uyandır o ateşi serin su misali…” albümü yapanlar istanbul’da yaşıyorlardı belki ama aynı zamanda “bin ışık yılı uzakta”ydılar, “istanbul’dan”*… 13 şarkıdan oluşan albümde belen ünal’a ait 3 şarkı da vardı. bunlardan biri sıradışı makineler’di; türk müzik tarihindeki en deneysel çalışmalardan biri olduğunu iddia edebiliriz bunun rahatlıkla. bir diğer belen ünal şarkısı olmaz olmaz da yine son derece deneyseldi. 23;20 isimli şarkıda ise şarkı sözleriyle bu sefer belen ünal bir selam yolluyordu beatles’a: “love, love, love”.
albümde insana dair pek çok şey olduğundan, elbette “karanlık” noktalar da vardı; ancak genel anlamda kesinlikle karanlık denemeyecek bir albümdü bu. pek çok yerinde insanın suratında ister istemez bir gülümseme oluşturuyordu. hem cenk taner artık daha “şairane” yazıyordu sözlerini. “terler inanca doğru süzülürken” nefis bir “dua” geliyordu kesmeşeker’den: “malum teknoloji*, tanrım koru bizi gerginliklerden, kuru şöhretten, yokluğundan harflerin, konvoyundan e5’in”*. türkiye’de müzik adına yapılmış en güzel işlerden birini çıkarmıştı kesmeşeker. bu albümü dinlemek “eyersiz atlara binmek gibi”ydi, “gayet yalın, gayet çıplak”*.
[yanlış bir hayatı doğru yaşamak]
2000 yılının sonbaharında baştan aşağı akustik bir albümle geldi cenk taner: izin vermedi yalnızlık*. bu sefer “kesmeşeker” yoktu, tek tabanca çıkmıştı yola cenk taner. bu albüm belki de dünya üzerindeki en kişisel albümlerden biriydi. cenk taner bizi karşısına almış; hayattan, kadınlardan, kadıköy sokaklarından, aşk cinnetlerinden, uzaklara gitmekten, ve her daim yalnızlıktan dem vuruyordu. kendi kişisel geçmişinden de ipuçları veriyordu; büyüdüğü yerden, keşfettiği “beatle”lardan*, ilk aşkından bahsediyordu, “hazırlayan ve sunan” oydu “bu şarkıları”*.
bir süre sonra kesmeşeker’in dağıldığı haberleri çalındı kulaklara. inanmak istemedik önce, ama alıştık sonra, “alışmalı”ydı “insan yaşamaya; uzun yalnız çöllerde koşmaya, tek başına”*. yine de içimizde bir şey eksik kalacaktı, kesmeşeker pek çok kimsenin “sesi”ydi, duygularına tercümandı… aradan birkaç yıl geçti ve bir kesmeşeker konseri haberi alındı, şubat 2004’te uzun bir aradan sonra ilk kez bir konsere çıktı kesmeşeker. ve…
[bir avuç kum]
3 aralık 2004 itibariyle müzik dünyasına yeni bir albüm düştü. aslında düşmekten ziyade kondu, sessiz sedasız: kesmeşeker’in yedinci albümü “kum”*. cenk taner’in yanında bas ve elektrik gitarlarda demirhan baylan, davulda ise cengiz baysal var. tüm kesmeşekercilere ilaç oldu bu albüm.
albümün bir kere prodüksiyonu harika, şahsi fikrimce bu albüm türkiye’de şu güne kadar yapılmış en güzel prodüksiyona sahip. kayıtlar, düzenlemeler, şarkıların miksleri… her şey o kadar yerli yerinde ve güzel ki… bunun için teşekkür edilmesi gereken ilk adam sanırım demirhan baylan. yıllardır müzik adına çok güzel şeyler üreten demirhan baylan bu ilk prodüksiyon denemesinde de çok başarılı olmuş. birkaç şarkının bestesine de katkıda bulunan demirhan baylan, sanırım albümün pek çok şarkısının neşeli ve eğlenceli olmasının da en büyük müsebbibi. cenk taner’e gelince, şarkı sözleri yine olağanüstü. artık kendisine “şair” demek için bir engel kaldığını sanmıyorum. sözcüklerle, onların anlamlarıyla öyle güzel oynuyor, sözcükleri öyle nefis evirip çeviriyor ki hayran kalmamak ne mümkün.
cenk taner ve arkadaşları yeniden hayata dair nefis bir “soundtrack” hazırlamışlar. başrolde kim mi var? ben, sen, o, biz, siz, onlar…
“kesmeşeker dinleyicisidir ki ‘uçsuz bucaksız azınlık’tır; onlar ‘kaç’ değil ‘kim’dir…”*
www.kesmeseker.org’dan alıntıdır…
Siz ne düşünüyorsunuz?