gece, kör vs..

Gece yavaşça çöküyordu. Boğazımdaki bitmek tükenmek bilmeyen kuruluk, açığa çıkmayan cümlelerimden kaynaklanmaktaydı. Bu gün hayatımda bana değer veren son kişiyi de kaybetmiştim. Benim de değer verdiğim… Şimdi üzerime yalnızlığın daha acı bir şekilde çöktüğünü hissediyordum. Karşı çıkacak gücüm yoktu, konuşacak. Ağzımdan çıkan sesleri sadece ben duyabiliyordum. Sanki herkesin dünyasında bana yer yoktu. O günden sonra kendime ait bir dünyam vardı artık, kabuslarla örtülü.
Yıllardır süren suskunluğum, değer yargılarım kırmama sebep olmuştu.

Bir akşamdı. O geceyi en ince ayrıntısına kadar hatırlamama rağmen tarihi hakkında hiç bir fikrim yok. Hangi yıldı, hangi aydı, hangi gündü? Emin olduğum tek şey ise, bir yaz gecesi olduğuydu. Aslında insanların kıyafetlerini hatırladıkça bundan bundan da şüphelendiğimi söylemeliyim.

Gökyüzüne karanlık çöküyordu. Güneşin son varlığını kızarmış bir şekilde hareket etmeyen denizin üzerine çökertirken, bir an burnuma gelen kum kokusu, Mısır çöllerinden birindeymişim gibi hissettiriyordu bana. Sanki her an her şey olabilirdi. Ancak şu da bir gerçek ti ki, aynı rutinlikle geçen bir gün, batan bir güneş, aynı rutinlikle geçecek gecenin, doğup, batacak bir ayın habercisiydi. Bugün yine aynı şeyi yapmıştım. Okuldan çıktıktan sonra terastaki bu kafeye gelmiş, bir bira eşliğinde yemeğimi yemiştim. Tabi buna yemek diyebilirsek.

Önümdeki masada yarım ekmek tavuk dönerin sarılı olduğu kağıt parçası buruşmuş bir şekilde duruyordu. Ekmek bittikten sonra son bir hamleyle kağıdı sağ avucumun içerisinde toplayıp sıkıştırmış ve tabağın içine bırakmıştım. Sol elimle bu işte o kadar başarılı değildim. Şimdi o üzerinde kafenin adının yazılı olduğu kağıt rüzgarın etkisi ile sağa sola sallanıyordu. Biradan bir yudum aldım. Karnımın doymamış olmasına rağmen, ileride alabileceğim bir bak bardak birayı düşünerek yemeği yarıda kesmiştim. Sonuçta biraz daha yesem bile gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar yiyecektim.

Kızıllaşan denize bakarken, kafenin loş ışıkları da yanmıştı. Bir an için dalmış olmalıyım, işittiğim bir sesle kafamı çevirdiğimde, yanı başımda dikilen birini görüce irkilmiştim. Bu kişi Güneş’ti. Muhtemelen adını bildiğimi bilmiyordu. Yada herkes adını bildiğinden kimin bildiğini umursamıyordu. Başımı kaldırdığımda göz göze gelmiştik. İnce dudakların başı ve sonu, yanaklarına doğru çekilmiş, tam ortasında küçük bir delik kalmıştı. Makyajsızdı. Beyaz yüzü güneşin kızıllığı ile renk bulmuştu. Gözlerindeki hareket ve canlılık mavi bir lepistes balığını hatırlatmıştı bana. Besleyemeyip en son öldürdüğüm balığı. Oysa gözlerinde bir umut vardı. Yada ben öyle görmek istiyordum. Bir kaç dakika öylece bakıştık. Kızıllaşmış beyaz yüzü, arkaya toplanmış, parıldayan siyah saçları, ince dudakları, içinde kaybolmaya başladığım gözleriyle sanki zaman durmuş gibiydi. Sanki yavaş yavaş ereksiyon olmaya başlıyordum.

Zaman durmuştu sanki, ancak on saniye geçmiş yada geçmemişti. Güneş sorusunu yineledi. “Başka bir şey ister misin?” Kendimi sandalyede toparlayarak teşekkür ettim. Neden utanıyordum bilmiyorum ama pantolonumdaki tümseği görmesini istememiştim.

Her şey aynıydı. Aynı şekilde ilerliyordu. Yurdun kapısından içeri girdiğimde muhtemelen saatte aynıydı. Artık hayatımdaki her şey normal olmuştu. Bir kaç saat daha ayakta durup sonra uyuyacaktım. Bu esnada kitap okuyacak, müzik dinleyecek, belki duş alacak, dişimi fırçalayacaktım. Bazen bu rutinlik bozulsun diye yatağıma yatıp saatlerce beyaz tavanı izlediğim oluyordu. Tabi bu da rutinliği bozmuyordu. Bazen dişlerimi fırçalamamam gibi. Buna da gerek yoktu aslında. Öpüşmek zorunda olduğum, yada gülümsemek zorunda olduğum biri yoktu. Tek başınaysanız bir şey de yapmaya ihtiyacınız yok…

Saat bire geliyordu. Uykuyla uyanıklık arasında hayallerim rüyaya dönüşürken, bir sesle gözlerimi açtım. Yurdun anons sisteminden adım yükseliyor, bana danışmaya gelmem yönünde direktifte bulunuyordu. Yavaşça yataktan kalktım. Karşımdaki ranzada kimse yoktu ve üstümdeki yatakta da. Oda arkadaşlarımı en son ne zaman gördüğümü düşündüm. Bu düşünce oda arkadaşlarımın kim olduğu sorusunu getirdi aklıma. Sanki kimseyi tanımıyordum. Terliklerimi yere fazla vurmamaya çalışarak odadan çıkıp, karanlık ve uzun koridorda ilerlemeye başladım. Yurt çok sessizdi. Bu kadar sessiz olmasına alışkın değildim. Çoğu kez odalardan insanların diğerlerini susturmak için bağırışlarına tanık olmuştum. Ama bu gün bir başka sessizdi.

İki taraflı uzanan ağaçların arasından geçerken, bir tane sincabın önümden geçtiğini gördüm. Tabi fare olma olasılığı daha yüksekti ama şimdi bu sessiz geceyi zora sokmanın hiç bir anlamı yoktu. Danışmadan içeri girdiğimde, annemi gördüm.Hayatımda ilk defa bu kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Bu öyle bir şaşkınlık ki, vücudum titremeye başlamıştı. Annem beni görünce ayağa kalktı. Ne işin var burada demeden, “seni özledim, kaldığın yeri görmeye geldim” dedi.
“Gecenin bu saati mi?” dedim. Aman boş ver anlamında el hareketi yaptıktan sonra koluma girdi ve binaya doğru beni çekiştirmeye başladı.
“Bakalım odan nasılmış…”

Annemi görünce şaşırmakla kalmamış, hareketlerinden dolayıda şaşırmış, titreyen vücudum katılaşmaya başlamıştı. Binadan içeri girdik. Odama doğru yavaşça yürüdük.
“Güzel, alçak binaymış en azından depremde fazla şeyin altında kalmazsınız.” Hafifçe gülümsedi. Odadan içeri girdiğimizde gözleri ile etrafı süzdü. Bana döndü.
“Tek mi kalıyorsun burada.”
“Hayır diğer arkadaşlar muhtemelen odanın birinde muhabbete dalmışlardır.”
“İyi, iyi… Bana kalacak yer var mıdır?”
“Ne burada mı kalacaksın?” Annem bugün sanki beni şaşırtmanın üzerine yaşıyordu.
“Bu saatten sonra nereye gideceğim?”
“İyide burada nasıl kalacaksın, yer yok birde erkek yurdu, nasıl olur? Nalan’a git!”
“Nasıl gideceğim gecenin bir yarısı zaten yol iz bilmem.”
“Taksiyle ben yol paranı veririm, yolu da tarif ederim.”

Yüzüme baktı. Suratında istenmiyormuşum ifadesi belirmişti, “e hadi o zaman” dedi ve odadan çıktık. Yurt girişinde bekçi ayaklarını masanın üzerine atmış uyuyordu. Her zamanki gibi masanın üzerindeki küçük radyosu açıktı. Radyo kısa dalgaya ayarlanmış, elektronik gürültüler eşliğinde bir arap ezgisi çalıyordu. Demir kapıyı açtık. Birbirine sürtünen demir ince bir çığlık atmasına rağmen bekçi gözünü açmadı. Dışarıya çıktık ve kapıyı yavaşça çektim. Bu kez ses çıkmamıştı.
Yavaş adımlarla yüz metrelik yolu yürüdük. Hafif rüzgar esiyordu. Gökyüzündeki yıldızlar olabildiğince belirgindi. Sağ tarafta kaldırımın üstünde bir kedi oturmuş yola doğru bakıyordu. Ertafında ise yavrusu olduğunu düşündüğüm kediler. Küçük meydana geldiğimizde etrafta taksi bakındım. Altı sokağın kesiştiği noktada ortada büyük bir fıskiye vardı. Son zamanlarda pek görmeye alışkın olmadığımız ucube olarak tanımlanacak bir fıskiyeydi bu. Dörtgen kesitlere sahip bir erkek, yanına emekler şekilde duran bir kadın. İkisinin de ağzından su akmakta. Sanıyorum insanlar bunları musluk sanmasınlar diye, etrafına da onar santim arayla fıskiyeler dizilmiş, bu taştan insanların üstünü ıslatıyorlardı. Etraftaki tek ses ise bu fıskiyelerden çıkan suyun sesiydi. Fıskiyenin yanına hiç yaklaşmamıştım ama eminim ki dibinde bozuk parlar vardı. Bazen paramız bol olduğunda ne yapacağımızı bilmiyoruz. Hayır aslında bir sevgilimiz olduğunda, ispatlayacak bir şey olmadığında para harcamamıza gerek yok.

Dördüncü sokakta sıralanmış üç adet taksi vardı. Her birinin içi boştu. Bir tanesinin pencereleri açık, içinden tiksindiren bir koku geliyordu, ancak alışılabilir cinstendi. Nelere alışmamıştık ki? Etrafa bakındım, biraz ilerisindeki taksi durağından televizyon ekranı olduğunu düşündüğüm,değişik renk kombinasyonları geliyordu. Durağa doğru ilerledim. Pencereden içeriye baktığımda, düşündüğümde yanılmamıştım. Televizyon ekranından çıkan ışıklar karanlıkta dikkat çekecek renk cümbüşü yaratıyordu. Durakta da kimse yoktu. İçeriye bakarken bir ses duydum.
“Taksi yok, hepsi bıraktı çalışmayı.”
Arkamı döndüm. Yirmibeş yaşlarında esmer biri, söylemişti bana bunu.
“Neredeler, neden bıraksınlar çalışmayı?”
“Saatten haberin yok galiba.”
“24 saat çalışmıyor mu bunlar, taksi lazımdı bize.”
“Taksi var ama mototaksi.”
“Mototaksi? O ne yani?”
“Motor biniyorsun arkasına götürüyoruz.”
“Nasıl ya bu nasıl bir saçmalık?”
“İstersen yoksa sabaha kadar taksi yok.”
Annem uzun denebilecek muhabbetin üzerine yanıma geldi. “Ne oldu” anlamında bir baş hareketi yaptı. Başka bir şeyi ima etmiş olmazdı zaten.
“Motorlu taksi varmış. Motorun arkasına biniyormuşsun götürüyorlarmış.”
“Onla giderim n’apalım.”

Onu motosikletin arkasında gönderip göndermekte kararsızdım. Ancak burada onu yatıracak yerde yoktu. Zaten gecenin bir yarısı gelmekle ne yapmaya çalışmıştı bir türlü anlam verememiştim. Hava dakikalar ilerledikçe soğuyordu. Annem “hadi gidelim” o zaman dedi. Mototaksiye doğru ilerledi. Bu legal miydi?

Rüzgar şiddetlenmesi ile birlikte uzaktan bir seste getirmişti sanki. Adımı duyuyordum. Başımı çevirdim. Yerden havalanan toz parçaları gözlerime girmeye çalışıyordu. Ellerimle gözlerimi siper ettim. Uzaktan bize doğru yaklaşan siluete birilerini benzetmeye çalıştım. Yaklaştıkça fark ettim ki gelen amcamdı. Sanki küçük bir aile toplantısı ayarlanmıştı, burada bu saatte.
“Hayırdır senin ne işin var burada?”
“Şaşırmadın mı? Sürpriz yapayım dedim.”
“Senden önce yapan oldu. Arık şaşıracak bir şey kalmadı. Gökten uçak düşse şimdi şaşırmam.” Alkolün yanında bana halüsinasyon gördürecek bir şeyle içip içmediğimi düşünmeye başlamıştım. Yo hayır üç bira haricinde başka bir şey içmemiş hatta geceyi oldukça performansız bir şekilde kapatmıştım. Sanıyorum başıma gelecek bir şeyler olduğunu hissetmişim ki fazla abartmamışım.
“Annemi gönderiyordum bende? Mototaksiler varmış onlarla.”
“Bende onlarla geldim artık gecenin belli saatinden sonra onlar getirip götürecekmiş.”
“Neden ki?” Bu sorunun ardınsan gece taksi kullananların çoğunun alkollü oldukları geldi aklıma. Elbette ki onları ayıltmak için olabilirdi.”
“Bilmem, nereye gidecek?”
“Nalan’a.”
Arkadan annem seslendi “ben gidiyorum” diye. Başımı çevirdiğimde motora binmiş olduğunu gördüm. İçimde bir sıkıntı vardı. Şoföre dikkatli gitmesini sıkı sıkı tembihledim. Anneme de gidince aramasını. Motor sessizliği yararak hareket etti ve gitti.

Adresi vermemiştim…

İki saat geçmişti. Annemden haber yoktu. Mototaksinin şoförü geri dönmüştü. Dediğine göre evin kapısına kadar bırakmıştı onu ancak ne annemin telefonu cevap veriyordu nede Nalan’ın. Amcamın ise düşünceli ve donuk bakışları içime kuşkular serperken sinirlerimi bozuyordu. Yarım saattir tek kelime etmiyor, ettiklerinden ise hiç bir bok anlaşılmıyordu. Vücudumun kasıldığını hissettim. Uzaktan karga çığlığına benzer bir ses geliyordu. Lanet olası hayvan.

Omuzumda bir ağırlık hissettim bir çırpınış. Omur iliğime doğru bir şeyin battığını. Acı hissetmiyordum. Ancak korkudan hareket bile edemiyordum. Tepemde kanatları olan bir şey vardı. Gecenin sonuna gelmiştik artık ve anlam vereceğim hiçbir şey yaşamamıştım şu ana kadar. Üstüne üstlük, annem ortalıktan kaybolmuştu. Ben ise hiç hareket edemiyordum, kimseye haber veremiyordum.
Omuzumdaki çırpınışların biden dindiğini hissettim. O an bir yumağı beynime doğru hareket etti. Ani bir göz yaşarması bütün görüşümü engellemişti. Ellerimle gözlerimi sildikten sonra, yere çarpan şeye baktım. Bir kargaydı. Öylece yatıyordu. Amcama baktığımda ise sağ elinde bir kaç tane tüy bulunuyordu.
“Sana saldırdı” dedi heyecanla. “Fırlattım onu. Boynun kanıyor.”
Elimi enseme attım, boynum olmazdı. Sıcak bir kayganlık hemen parmaklarıma dolandı. O ani acı dışında hala acı hissetmemiştim. Amcam bana yaklaştı ve “İyi misin?” dedi. “İyiyim” demek için ağzımı açtım, sadece nefes verişimi hissedebilmiştim. Sonraki yıllar sürekli hissedeceğim gibi.

Günler sonra doktorlar ses tellerimin olmadığını söylediler. Onlara göre bu sonradan olabilecek bir şey değilmiş. İşin daha ilginci hayatımda konuşa bildiğimi ispatlayacağım kimse kalmamıştı. Amcam hariç sanki herkes sırra kadem basmıştı. Annem, kardeşim, kuzenlerim, iki kuşak birden. O da benimle birlikte susmayı tercih etmişti, mecburiyetler dışında. Anlatacak hiçbir şey de yoktu. Kimi inandırabilirdiniz ki?