Çukurda iki dakika geçirdim. Yani yaklaşık iki dakika. Üstüm başım sırılsıklamdı. Yağmur neredeyse durmuştu. Hafifçe esen rüzgar, bulutlara yol göstererek güneşin gökyüzünde kendisini göstermesine izin vermişti. Suya nasıl girdiğimi hatırlamıyorum, ancak girdiğime eminim. Derin bir karanlık karşıladı beni. Uzaktan parlayan gümüş güneş / ay aynı yerinde duruyordu. Karanlığın ötesinden tamda zıt taraftan bir elektronik saat, dakika ve saatin ortasındaki iki nokta üst üsteyi yakıp söndürerek zamanı haber veriyordu ve uzayıp giden karanlıkta kadran sesine benzeyen bir ses -yanıp sönen iki noktanın sesi olduğunu düşünüyorum- tek sesti. Derin karanlık, derin sessizlikle bir olmuş, tarif edilmez bir yalnızlığın içindeymiş gibi hissettiriyordu insanı. Neyse ki iki dakika sürdü küçük ölüm. Küçük ölüm diyorum, karanlığa düştüğümde aklıma gelen ilk bu oldu…
Sert bir rüzgar, üzerimdeki ıslanmış gömleğimi kurutmak istemiş gibi vücuduma çarptı. Bu çarpma o kadar sert olmuştu ki, çömeldiğim yerde düşmemek için kendimi zor tutmuştum. Yağmurun kesildiğini gören insanlar sokağı doldurmaya başlamıştı. Bir kaç gözün üzerimde gezindiğini hissettim.
Zamansızdı. Her şey zamansızdı. Aşınmış bir ray üzerinde, sağa sola yalpalayarak giden tren gibiydi. Raydan çıkmakta aynı şekilde zamansız olacaktı. Üzülecek, bekleyecek, ölecektik… Hep mutsuz şeyler… Çünkü mutluluklar pahalıydı… Alınmayacak kadar…
Siz ne düşünüyorsunuz?