Yalnızlık, küçük bir düşünce ile gelir insana. O kadar kısa ve keskindir ki, bir lambanın, kesmesi gibidir. Hızla yanıp söner, küçük ürkütücü bir patlama sesi duyulur, göz kamaştıran bir parlaklığın ardından karanlığa bürünür ve yalnızlık sanki gelmeyecekmiş gibi terk eder beyni. Ya da öyle sanarız. Aradan zaman geçer. Beynin her kıvrımına nüksetmiş, yalnızlık varlığını usulca yedirirken benliğe, düşünceler aklımıza yer etmeye başlamıştır. Korku ve istekle insana gelir yalnızlık. Odaya kapanmak, yalnız yaşamakla başlar. İşte o zaman yer eden beyinden, aşağıya inmiş demektir.
Yalnızlığa alışalı üç yıl olmuştu. Öyle demeyin, yalnız hissetmek ve yalnızlığa alışmak arasında fark vardır. Yalnız hissetmek kalabalık içinde olur ve o zaman siz ister istemez sosyal olursunuz. Yalnızlığa alışmak ise biraz daha kendini soyutlamaktır insanlardan. Yalnız yaşarsınız, ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız parayı kazanmak yada onları almak dışında sosyallikle işiniz olmaz. Onlarda çoğu zaman zor gelir. Yalnızlığa alışmak, yalnızlıkla yapılan büyük kavgalarla belli eder kendini. Birilerinin bir şeylerin yanınızda olmasını isteyerek sitem eder durursunuz sürekli. Çoğu zaman buna içer, buna kızarsınız. Birileri ve bir şeyler olduğunda ise yanınızda, olmamalarını istersiniz… Yalnızlık aslında kendinizle bir çelişki durumudur. Yalnızlık insan için çelişkidir aslında…
Üç yıl olmuştu. Aslında bu dükkan kırması eve taşınalı da üç yıl olmuştu. Yatağımı, hemen dükkanın vitrinine yakın yere koymuştum. Dışarıdan gelen geçen sesi her ne kadar olduğu gibi içeri geçirse de, sokağın sesini dinlemek rahatlatıyordu beni. Büyük bir odaydı evim. İki kişilik bir yatak, tam karşımda artık ortalıkta pek göremeyeceğiniz ahşap kasalı bir televizyon. Buna rağmen kablolu televizyonum da var elbet. Her ne kadar televizyonun sistemine uymayıp bazı kanalları izleyemesem de var. Tabi arada tam izlemek istediğim şeyin ortasında atlayan görüntü de cabası.
Evde olduğum zamanların çoğunu uyuyarak geçiriyorum. Zaten yapabileceğim farklı bir şey yok. Artık vücudumun da kaldıramayacağını hissediyorum. Mesai saati sonunda bedenime ağırlıklar yapıştırılıyor sanki, zaten artık üç hanelere çıkan vücudum dereceye girmek için yarışıyor adeta. İşte bu anlarda tartının üzerine çıkabilecek cesareti kendimde bulsam eminim ki yeni bir rekorun kapısını aralayabilirim. Şimdi ise tek yapmam gereken uyumak…
Sabaha karşı, camın tıklanması ile uyandım. Aralık perdeden kimin geldiğini görmek için başımı biraz oynattım. Dört siluet pencereden perdelere doğru yansıyordu. İlk göme çarpan, Gonca oldu. Aslında onu evimin önünde görmem, beni şaşkınlığa uğratmıştı. Sanıyorum onunla olan ilişkimizi anlatmam lazım. Gonca ile yaklaşık beş senedir arkadaşız beş sene içerisinde toplam görüşme sayımızı sorarsanız onu geçmez ancak sanki aramızda bir bağ var gibi hissediyorum. Tabi bu karşılıklı bir his olsa gerek, aynı samimiyeti kendisinden de alıyorum. Sanıyorum birbirimizden hoşlanıyoruz. Ben bunu itiraf edemeyenlerdenim ancak kendisi itiraf etti sayılır. Ancak neyi beklediğimin asıl bir ilişkimiz olması gerektiğinin tanımını yapabilmiş değişim. Sonuçta o benden çok genç. Fiziksel olarak birbirimizi arzulasakta, tam anlamıyla kestiremediğim sebeplerden dolayı henüz bir eyleme geçmiş değiliz. Belkide bu arkadaşlığımızın bir adım daha ileriye gitmesine vesile olacağından yaşadığımız sakıncadan kaynaklıdır. Ya da bir zamanı vardır her şeyin. Belki de bu gün o gündür.
Ancak bilinç altımda beklediğim günün bu gün olmadığını onunla birlikte hareket eden siluet topluluğundan anladım. Sanki beraberlerdi. Kapıya bir kaç kez daha tıkladı ve seslendi. Bir süre yaşanan sessizlikten sonra, bir hortumla, camı yıkadığını gördüm. Yıkarken de “çok kirlenmiş” diye söylenip duruyordu.
Hiç istifimi bozmadım, içeride bir hareketlilik olduğunu fark etmesinler diye, öylece yatıyordum. Hatta başımı bile hareket ettirmedim. Siluetlerden birinin cama yaklaşıp içeride beni görmesi ile bağırması bir oldu. Sanki çok önemli bir şeyi bulmuş gibi bağırıyordu. “İçeride biri var, içeride biri var”. Bu arada Kapının hemen üzerindeki delikten su içeriye olduğu gibi geliyordu. Aynı delikten geçen anten kablosu aracılığı ise damlalar, teleferikte hareket ediyormuş gibi odanın bir kısmını geziyor ve televizyonun tam üzerinde kendini aşağıya bırakıyordu. Küçük bir felaket senaryosu ile bu sorun televizyonun patlamasına kadar gidebilirdi. Tüpten sıçrayan camlar ise boğazımı keser oracıkta can verebilirdim. Hayır aslında ölmeyi istemiyordum. Dışarıdan gelen sesler artmış artık direkt bana yükleniyordu. Bu olaya son vermem lazımdı. Sallanarak yataktan kalktım. Yerde küçük bir su birikintisi oluşmuştu. Uykumu tam anlamıyla yitirmiş olmama rağmen, dışarıdakilere fark ettirmemek için sallana sallana, yeni ayılıyormuş gibi yaparak yataktan çıktım. Önce televizyona doğru ilerledim. Dışarıdaki sesler ve pencereye vurmalar artmıştı. Televizyonun patlamayacağını anladığımda su yolunu izleyerek, kapıyı açtım ve dışarıya baktım.
Kafamı dışarıya uzattığımda Gonca “neredesin ya iki saattir buradayız” diye çıkıştı bana. ancak onu duymamış gibi, su gelen yeri sallanarak incelemeye başladım. “Buraya ne olmuş ya?” Daha sonra kendimi ağır bir şekilde çevirdim. Gonca ile göz göze geldik. “Sizin ne işiniz var burada” dediğim anda Gonca beni iterek içeriye girdi ve arkasından siluetlikten sıyrılıp ete kemiğe bürünen üç kişi. Herkes içeriye girip ardımdan kapıyı kapattığımda Gonca durmuş bana bakıyordu.
“Merak ettik, neredesin iki saattir.” Ben ise yanlarındakilerin kim olduğunu ve evime yaptığı bu ilk ziyaretinin neden bu kadar kalabalık olması gerektiğini düşünüyordum. Gonca ise cevabımı beklememiş, diğerlerine yer göstermiş bir yandan da odayı kendi evi gibi toparlamaya başlamıştı. Bir yandan da konuşup duruyordu. Kafasını kaldırdı ve bana baktı, eli ile işaret ederek, “annem, teyzem, arkadaşım Aslı.” diyerek hızlı bir şekilde bizi tanıştırdı. Ben ise başımı hafifçe öne eğerek onları selamladım. Ancak içinde bulunduğum durum utanmama sebep olmuştu. Boxerla ortalıkta geziyordum. Hem de Gonca’nın ailesinin önünde. Hızlı hareketlerle önlerinden geçtim. Hızlı olduğunu düşünüyorum keza benim için geçmeyen adımlardı bunlar. Aslında onlardan da bir tepki gelmemişti neden bu kadar panik yapıyordum ki?
Arka odaya girdim. Bu arada söylemeyi unuttum Evim 1+1 sayılabilir. Arka tarafta tek bir oda, onun yanında küçük bir eşya odası bulunmakta. Eşya odasına ise tuvalet ve banyonun kapısı açılmakta. Odaya girer girmez bütün pencereleri kapıları açtım. Üzerimdeki paniği atamadığım yaptığım hızlı hareketlerden belli ediyordu kendini. Evin içerisinde ne kadar kapı pencere varsa açtım. O sırada fark etmediğim, aslında hiç kullanmadığım bir kapıyı da açmış olduğumdu. Tekrar diğer odaya geçtim. Ev nispeten toparlanmıştı. Gonca kahve suyu koymuş, isteyip istemediğimi sordu. Ben ise odaya geri döndüm, kapıları hızlı hızlı açarken üstüme bir şey giymeyi unuttuğumu gördüm.
Odaya girdiğimde ise hızla bir rüzgar esti, sanki kendimi, bir an için uçuyormuş hissettim. Üzerime yatağın üzerinde bulunan pantolonumu giydim. Kapılar pencereler esen rüzgarda çarpmasın diye, açık kapıya doğru yöneldim. Ancak içeriye baktığımda daha önce görmediğim bir oda gördüm. Bu daha önce hiç açmadığım, hatta unuttuğum bir kapıydı. Başlarda kim olduklarını merak etsem de daha sonra kapıdan uzaklaşmış unutmuştum bile. Hatta bu kapının açıldığını bile bilmiyordum.
Odaya göz gezdirdim. Eski zamanlardaki gibi döşenmişti. Altın sarısı ve mat kırmızının hakim olduğu bir odaydı. Hemen hemen her şey ahşaptı. Sehpa ve koltuk ayakları, çocukluk yıllarımdan bildiğim aslan ayakları şeklindeydi. Adımımı içeriye doğru attım. Sanki hava birden değişmişti. Başımın döndüğünü hissettim ve kapının koluna sıkıca tutundum. Odanın içerisine girdim. Merakım her ne kadar beni adım atmaya zorlasa da, yakalanma duygusu bir o kadar adımlarımı geri çekiyordu. Ancak merak daha ağır basmıştı. Odanın ortasına geldiğimde ise başımı, diğer kapıdan dışarıyı görmek amacı ile uzattım. Ancak tam o sırada, siyah saçlı, düz elbiseli bir kadınla göz göze geldim. Kadının çığlığı ile kendimi geldiğim kapıdan dışarıya attım.
Kapı kapanmamıştı. Bir kaç ayak sesi duydum. Meraklanıyordum da aslında. En fazla ne olabilirdi ki? Nasıl olsa kapı komşularımdı. Kapının kilidinin bozulduğunu, birini görürüm diye, içeri girdiğimi izah ederdim. Arkamı döndüm. Adımımı içeriye doğru tekrar attım. Siyah elbiseli kadın siyah gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Hemen önünde ise, eski bir üniforma giymiş adam bulunmaktaydı. “Merhaba” dedim. Benim şaşkın olduğum kadar onlar da şaşkındı. Sanki eski zamandan fırlamış gibiydiler. Birden aklımda acaba yan tarafta tiyatro mu var diye bir fikir geldi.Yo hayır yoktu.
Sanıyorum kendimizi toparlamıştık. Adam “Hello” dedi. Bende şaşkın bir şekilde aynı şekilde cevap verdim. Şaşırmışım. kadın her ne kadar ürkekmiş gibi gözükse de iki kişi olmaları beni, tedirgin ediyordu. Adam İngilizce “nasılsınız” diye sordu bende teşekkür edip kendilerini sordum. İleriye atılıp el sıkışmak istiyordum ancak tedirginliğimi üzerimden atamıyordum. Sayıyı eşitlemek için karşımdakilerden izin isteyip, Gonca’yı çağırdım. Hem onun İngilizcesi benden daha iyiydi.
Gonca ağır adımlarla şarkı mırıldanarak geldi. Bu onun en önemli özelliğiydi. Gördüğü karşısında o da duraksadı. Bana baktı bir açıklama bekledi. Ben ise Gonca’yı arkamda görür görmez içeriye bir adım attım. Memnun oldum diyerek adamın elini sıktım. Aynı şekilde kadının da. Kadın bu durumu biraz garipsedi. Benimle birlikte Gonca da onların ellerini sıktı. O da benim gibi olan biteni anlamamıştı. Ayak üzeri biraz lafladık. Ancak içeride ilgilenmemiz gerekenler de vardı. Görüşürüz diyerek çıktık.
Bir evle bütünleşmeye başladığınızda onun size neler sunacağını bilemezsiniz. Çoğu zaman zorunluluk hissi ile sığındığınız yerler/şeyler ise, aslında sizi en çok anlayan yerler ve şeylerdir. Sırandan gibi görünürler, ruhsuz hissizmiş gibi. Oysaki bu bizim onları öyle hissetmemizden kaynaklıdır. Şimdi komşumun kapısını her araladığımda benim için bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Aksi taktirde, 1790 İrlanda’sına açılan bir kapım olmazdı yada Gonca’nın yanıma yerleşmesi. Gerçi hala Gonca’ya bu konuyu bahsetmekle ne kadar iyi yaptım mı düşünmekteyim.
Siz ne düşünüyorsunuz?