karantina döneminde izle(me)yebileceğiniz 5 içerik

Biz karantina bitecek derken yeni yeni formüllerle yeni yeni karantinalar geliyor. Aslında ben iç dökme günü deyip bu konuda biraz sallayacaktım ama meğer film günüymüş. Öyle ki hayatımızda çok bir şey değişmeyeceği için bu iç dökme olayını sonraki haftaya saklamaya karar verdim. Sanıyorum iktidar değişene kadar bu karantina devam edecek. Biz bu güzel günleri de evde geçireceğiz. Ah bir de zorunlu verilen izinler var ya sırf günlerimizi harcayalım diye.

Neyse moralimizi mümkün olduğunca yüksek tutuyor ve film ve dizilerimize geçiyoruz. Şimdi diyeceğim ki size boş verin bunları, bunlarla vakit kaybedeceğinize kendinizle vakit geçirin diye ama olmayacak. Hani imam durumuna düşmek istemem. Neyse hadi başlayalım. Zaten bunları yazmak baya uzun sürüyor.

The Haunting: Bly Malikânesi

Netflix’de yayınlanan dizi The Haunting of Hill House’un aslında ikinci sezonu. Dizi antoloji serisi gibi olunca izliyorsunuz siz de. Tabi birinci sezon kadar iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. İlk sezon biraz daha korku ağırlıklı giderken bu sezon tamamen psikolojik olarak işlenmiş hikaye. Dizinin aşk hikayesi kısmı biraz ağır basarken varoluş, ölüm, sonsuzluk, hiçlik ve unutulmak gibi benim vakti zamanında kafama çok yer eden konulara değindiği için ben diziyi sevdim diyebilirim.

Rebecca

Ben aslında burada yazdıklarımı çok önce izliyor, bir sıraya sokuyor ve sonra aklımda ne kalmış ona göre yazıyorum. Aklımda kalması ise aslında biraz da benim için ne kadar iyi olduğunun kıstası. Ya da iyi demeyeyim de aklıma ne kadar yer ettiğinin. Rebecca’yı ise listede gördüğümde aklımda hiç bir çağrışım olmadı. El mahkum arattım ben de. O zaman gördüm ki bu film Daphne du Maurier’in aynı adlı 1938 basımı romanından uyarlanmış. Tabi bunu görünce aklıma Alfred Hitchcock’un Rebecca’sı geldi. O da bu romandan uyarlanmıştı. Tabi kıstas ayağı burada öne çıktı. Ve iki filmi kıyasladığımda çıkan sonucu söylememe gerek yok sanırım.
Hikaye üst sınıftan yaşlı bir kadına yardım eden bir kadının başından geçenleri anlatmaktadır. Burada kadın zengin bir adam ile tanışır ve ondan hoşlanır. Adamın evlilik teklifini kabul eder ve adamın yaşadığı büyük malikaneye yerleşir. Malikane ise hala adamın ölen karısının etkisi altındadır. Hatta hayaleti ortalıkta kol gezmektedir.
Dediğim gibi film beni pek tatmin etmedi. Hitchcock’un filmini izlemek daha akıllıca olur bence.

Cadaver

İsmini yazınca hatırladığım filmlerden biri oldu Kadaver. Norveç yapımı olması beni cezbetmişti. Hikaye ise nükleer bir felaket sonrasında hayatta kalan insanları anlatmaktadır. Burada insanlar yemeğe içmeye yemek bulamazken lüks bir otel kura ile bu otele girip şovu seyredip yeme içmelerini sağlıyor. Tabii bunun da bir bedeli vardır. Konu olarak fena olmakla birlikte karakterler bana çok saçma ve yamacık geldi. Yani öyle bir dünyada o karakterlerin yapacakları da o dünyaya uyumlu olur. Ama bizim ana karakterlerimizin hepsi sanki bu güllük gülistanlık dünyadan (lafımı geri alıyorum) çıkmış oraya gitmişler. Hepsi saçma davranıyor. Sonra efendim bu otelde de bir kovalamaca başlıyor. Ya ekibe dahil olacaksın ya da yem.
Son cümlem iyi özetledi değil mi?

Kırk Yalan

Yerli yapım kotamızı da bu film ile dolduralım. Hani Amerikalıların Hangover diye çektiği bir film vardır ya onun Türk yapımı bu. He bunlar malum hükümet içkiye pek iyi bakmıyor bunu meyve ile yapalım demişler. Olay Trakya’da geçiyor ve yine bir düşün arifesi. Eski arkadaşlar bir araya toplanıyor ve düşün öncesi partilemeye gidiyorlar. Burada ayakta kırk yalan söyleyen arkadaşları -filmin adı da çıktı- katakulliye getirdiği meyveleri yedirince bizimkiler bir sabah gözlerini otel odasında acayip bir şekilde açıyorlar. Damat yok her şey kayıp. Derken ne olup ne bitmiş izini sürüp olan biteni çözmeye çalışıyorlar. Ne esprisi ne de olayları çok matah olmayan bir film. Siz açın Hangover’ı tekrar izleyin daha iyi.

His House

Bu hafta sanki biraz daha korku ağırlıklı gitti. Şu aralar yerli korku çekilmemesi de ne acı. Bu filmi de sevdim mi sevmedim mi bilemedim. Filmde genel olarak bir kurgu sorunu var. Film tempoyu bir türlü tutturamıyor. Tabi bununla birlikte filmin alt metni iyi ama onu da tam olarak anlatabilmiş değil.
Hikaye Sudan’daki iç savaştan kaçıp İngiltere’ye kaçak yollarla giren sığınmacı bir çiftin başından geçenleri anlatıyor. İngiliz devleti onları Londra’da köhne bir eve yerleştirir. Burada gözlemlenecekler ve ona göre kendilerine kalıcı izin verilecektir. Ancak bilhassa kadın memleketlerinden getirdikleri örf ve adetlerinden kaynaklı kabuslarından kurtulamıyor. Burada tabi İngiltere de kalma hayallerini de zora sokuyorlar.
Filmin son dakikaları ise oldukça zorlama olmuş. İzleyiciyi ters köşe yapalım diye yapmadıkları şey kalmamış. Bu da tam bir şeyler olacak derken hikayenin iyiden iyiye çığırından çıkmasına sebep olmuş.