Kısa bir hikaye…

Soğuğun sıkı sıkı sarındırdığı günlerdi. Kendimizi attığımız küçük kıraathaneden bozma kafede hatırladığım tek şey tost makinesinden çıkan aşırı yağlı tost kokusuydu. Tabi bide dudaklarının arasından sızan gülümsemen. Benim sana gösteremediğim.. Ketumluğum işte hep dert yandığın.
Zamanın nasıl aktığını anlamamıştım. Nasıl bir göreceli kavramsa zaman, sen varken hep senin kontrolünde. Saat on ikiyi vurmamıştı, ikimizde bal kabağına dönüşmeyecektik ama ‘geç kaldım’ demiştin. Bir hararetle çıkmıştık, çan sesi ile kapıdan, bir telaşla. Nasıl bir hüzün çökmüşse üstüme, umut dolu gözlerine bakarken “ben bırakayım seni” demiştim. Sanıyorum ilk o zaman düştü üzerimize karın ve sensizliğin soğukluğu. İstanbul için ise eziyet anı. “Sende çok yorgunsun bir an önce eve git ve dinlen” derken bir öpücük kondurmuştun yanağıma, hala doğum lekesi gibi sakladığım. Şiddetini arttıran, beton zemin üzerine ince bir tabaka halinde duran kar umutlarının üzerine kaderini akmişti sanki.
Ayrıldık. Sensizliğe daha bir adım atamamışken dönmüştüm arkamı. Sen ise sokağın başına gelmiştin. Sanki benim sana hasretle döndüğümü hisseder gibi bana dönmüştün ayağını yola atıp.
Omzunda asılı çantanın çevrende savrulduğu hatırlıyorum, gri düz eteğinin bacakların etrafında dönmeye çalıştığını. Ve tek gamzenin beni benden alırcasına gülümsemene karışarak bana döndüğünü.
Acı bir fren sesi hatırlamıyorum. Yada seni öldürene merhamet gösterecek herhangi bir anı. Birden bire savrulduğu hatırlıyorum. Seni yakaladığımda ise şehrin tüm pisliğini örten beyazın kırmızıya boyandığını. Hatta sürekli gözümün önüne gelen eriyişini…
Senden sonra kar yağmadı orada. Bir soğuklukta inmedi göğsüme. Sürekli senin hararetin. Birazda sigaranın bıraktığı nefes tıkanıklığı. Evet başladım… Sadece bir kaç dal yokluğunda…


Yorumlar

Siz ne düşünüyorsunuz?