Küçük Akdeniz ve Ege Turu: 2. Gün (Pamukkale / Denizli / Kaş)

Gece yarısı Pamukkale’ye vardık. Otelimiz Bellamaritimo Hotel aile tarafından işletilmekteydi. Çoğunlukla turistleri ağırlayan otel, yeni ve küçük bir otel. Pamukkale’ye vardığımız belli ki her yer beyaz toz içerisindeydi. Otel çok ağım şahım olmamakla birlikte (zaten beş yıldızlı bir otel performansı beklemiyorduk) genel olarak beklentilerimizi karşılar nitelikteydi. Odalar biraz küçük ama temizdi. Aile oteli olduğunu söylemiştim. Halim adlı arkadaş ailesi ile burayı işletmekte. Kendileri de zamanında Beşiktaş’ta ikamet etmişler. Öyle bir muhabbet dönüyor aramızda. Sağ olsun Halim bize nereleri nasıl gezmemiz gerektiği konusunda kısa bir brifing veriyor ve çok yardımcı oluyor. Zamanında kendisi tur rehberliği yapmış. Bunun da katkısı var tabi.

Sabah kahvaltımız klasikti ve yeterliydi. Biz akşam yemeği yemedik ama söylenene göre Halim’in annesi yapıyormuş. Yani bir nevi ev yemekleri var. Söylediğim gibi çok lüks bir otel aramıyorsanız uygun fiyatı ile rahatlıkla konaklayabileceğiniz bir otel Bellamaritimo.

Gerekli bilgileri de aldıktan sonra Travertenlerin ve antik kentlerin yolunu tuttuk. Antik kentler ise Hierapolis ve Laodikeia. Bu arada güneşte yavaş yavaş varlığını iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Bizde turu biraz hızlandırıp fazla güneşte kalmayalım dedim ama nafile. Bu gezi alanı öyle büyük ki yürü yürü bitmiyor. Bu sebepten dolayı iki kent arasına araç bile koymuşlar. Öncelikle Hierapolis, Travertenler ve ardından Laodikeia’yı gezdik. Tabi tamamını gezdiğimiz söylenemez. Sabah on buçuk gibi başladığımız gezimiz, iki buçuk gibi sonlandı ki gezmediğimiz bir çok eser mevcut. Benden size tavsiye eğer Pamukkale’yi adam gibi gezmek istiyorsanız en az üç gününüzü ayırmanız gerekli.

Çok fazla ansiklopedik bilgi vermeyeceğim. Ayrıntılı bilgiyi http://www.pamukkale.gov.tr/tr/Antik-Kentler adresinden bulabilirsiniz ama küçük bir özet geçeceğim. Hierapolis travertenlerin üzerine inşa edilmiş bir şehir. Kentin Pergamon Krallığı zamanında II. Eumenes tarafından M.Ö. 2. yy. başlarında kurulduğu düşünülmektedir. Bergama’nın kurucusu Telephos’un karısı Amazonlar kraliçesi Hiera’dan sebebiyle de, şehrin Hierapolis adını aldığı düşünülmekteymiş. Hierapolis, M.S. 60 yılındaki depreme kadar, Hellenistik olarak gelişmiş yaşadığı depremler sonunda da şehir yenilenerek Roma şehri görünümünü almış.

Hierapolis

Kent, Roma, Bizans, Anadolu Seçluklular derken günümüze kadar gelmiştir. Kentte; Nekropol, Domitiyan yolu ve kapısı, Oktokonus tapınağı, tiyatro, Frontinus kapısı, Agora, Kuzey Bizans Kapısı, Güney Bizans Kapısı, Gymnasium, Tritonlu Çeşme Binası, Apollon Kutsal Alanı, Su Kanalları ve Nympheumları, Aziz Philippus köprüsü, Direkli Kilisesi, Nekropol Alanı, Katedral ve Roma Hamamı kalıntıları bulunmaktaymış.

Pamukkale Dünya Mirasları Listesinde yer almakta . Vakti zamanında kirliliği yüzünden listeden çıkarılmış, temizlenmesi üzerine tekrar alınmış. Antik dönemlerde muhtemelen bembeyaz olan travertenler (o kadar geriye gitmem gerekli mi bilmiyorum) şu an o tanıtım resimlerinde gördüğümüz kadar beyaz değil. İnternette gördüğünüz resimler çok aldatmasın sizi. Tabi bu duruma bir önlem almamız lazım gerçek beyazlığını kaybetmemesi için. Ancak bir önceki yazıda söylediğim gibi biz ilk kazıdan sonra bir şey yapmıyoruz. Öylece bırakıyoruz. Nasılsa bir şekilde para geliyor.

Travertenlerin son hali…

Travertenlere yakın bir alanda dinlenme yeri ve bu yere bağlı bir havuz var. Antik havuz olmadığını düşündüğüm ama içine antik taşlar serpilmiş bu havuzda şifa niyetine (!) isterseniz yüzebiliyorsunuz. Buranın işletmesi kime bilmiyorum ama açıkçası bana fiyatı oldukça fazla geldi. yanlış hatırlamıyorsam saati 32 liraydı. Tabi tüm vücudunuzu sokmadığınız takdirde travertenlerin içinde bulunan havuzlara da girebiliyorsunuz. Ben vücudu sokmama sebebini diğer havuzun para kazanma çabası sebebi ile olduğunu düşünüyorum. Gerçi o kadar kalabalık bir yerde tüm vücudu suya sokmak nasıl olur bilemem. Tabi herkesin ayaklarını soktuklarını düşünürsek bu suların ne kadar yararı vardı bilmiyorum.

TURSAB bir çok müze ve ören yerlerindeki işletmeleri almış. Bu sebepten dolayı fiyatlar çok makul. Dışarıdan su ve içecek taşımanıza gerek yok. Müze Kart ile giriş yapabiliyorsunuz. Sınırsız girişli Müze Kart Plus 50 lira. Eğer herkes gibi müze kartsız girmek istemezseniz 25 lira giriş ödüyorsunuz. Bu şekilde giriş yaparsanız içerideki müze içinde ekstra 5 lira ödemeniz gerekli.

Müze dışı ve müzeden eserler…

Müze demişken iki ayrı müzede var kent içerisinde burada kazılardan eserler sergilenmekte. Lahitler ve heykellerin bulunduğu ve küçük eserlerin sergilendiği müzeler bunlar.

Benden size tavsiye Burayı gezmek istiyorsanız, mayıs ve eylül aylarını tercih edin.

İkinci durağımız Laodikeia. Kent Denizli ilinin 6 km. kuzeyinde yer alan almakta. Kentin adı vakti zamanında “Lykos’un kıyısındaki Laodikeia” şeklinde geçmekteymiş. Kentin MÖ. 261-263 yılları arasında II. Antiokhos tarafından kurulduğu ve kentede karısı Laodike’nin ismininv erildiği düşünülmekte. Kentte hala kazı çalışmaları devam etmekte olup, Geç Kalkolitik (M.Ö. 3500) ve İlk Tunç Çağı I (M.Ö. 3000)’e tarihlendirilen seramik ve çakmaktaşı buluntularına rastlanmış. Kentin batısında bulunan kapılar ise İlk Kalkolitik Dönem’e (M.Ö. 5500) ait olduğu tespit edilmiş en eski buluntularmış.

 Laodikeia’dan ufak kareler

Tepede olan güneş bizi kızartmaya başladığı için bu açık alanı tam anlamıyla gezemedik. Ancak yarısını dolanabilmişizdir. Kentte Büyük ve Küçük olmakla bilikte iki tiyatro, Stadyum ve Gimnazyum, Anıtsal Çeşme, Zeus Tapınağı, Suriye Caddesi, Nekropol bulunmakta ve büyük bir alanı işgal etmekte. Laodikeia ile ilgili bilgilere ve seneler itibari ile kazı çalışmalarına Pamukkale Üniversitesinin Laodikeia ilgili hazırlamış olduğu siteden ulaşabilirsiniz. http://laodikeia.pau.edu.tr/lao/tr

Sıcağın rehavetinden kurtulup kendimize geldiğimizde, yola koyulduk. Karnımız acıkmaya başlamıştı. Denizli yakında nasıl olsa. Şehir merkezinde bir şeyler bulurduk nasılsa. Bu arada yoldayken Foursquare’den yemek için önerilere baktık. Aslında gideceğimiz yer farklı bir yerdi ama o bölgeyi bulmuşken dışarıdan gözümüze daha güzel görülen Muhtar’ın Yeri Tandır Kebap‘a girdik.

Dar bir girişten sonra içeriye doğru genişleyen bir salona girdik. Mekan temiz ve düzgündü. Bahçeye çıkış vardı ama burası sadece lavabolara gidilen yoldu yani masa atılmamıştı. Sıcakta çok gerek yoktu aslında. Garson on beş dakika kadar vaktimiz olup olmadığını sordu. Sabahtan beri üçüncü tandırı atmışlar yoğunluk fazlaymış. On beş dakikaya kadar olurmuş. Tabi vaktimiz vardı en azından püfür püfür esen klima vakit ayırmamızı sağlıyordu bu mekana. Yorgunluk, sıcak derken, araba haricinde bir yerde oturmak bize iyi gelmişti.

kebap böyle geldi, sonrası ellerinizle Allah ne verdiyse dalıyorsunuz. siz birde son halini göreceksiniz…

Öncelikle yayık ayranlarımız, domates, soğan, maydanozlarımız geldi. Biz yavaştan yemeye başlarken, bunaltıcı havada ayran bize ilaç gibi geldi. İçinde bulunduğumuz psikolojiden olduğunu düşünmüyorum ama ayran gerçekten çok güzeldi. İkinciyi de istedik ama uyku çöker diye üçüncüyü istemeye istemeye elimizin tersiyle ittik. Tabi biz ilk ayranımız sonunda kemikli, yağlı tandırımız gelmiş yemeye koyulmuştuk. Bu arada Muhtar’ın Yeri‘nin bir özelliği var çatal, bıçak vermiyorlar. Parmaklarınızla yiyorsunuz her şeyi. Tabi isteyene veriyorlarmış ama böyle bir fırsatı bulmuşuz kim kibarlık yapar. Sanıyorum yediğimiz etin çok lezzetli olma sebeplerinden biri de buydu.

Karnımızı bir güzel doyurmuş, lezzetli bir et yemiştik. Üzerine de çay mis gibi gitti. Sonra kırk küsür lira gibi bir rakam ödeyip ayrıldık mekandan ama tadı damağımızda kaldı. Yolunuz Denizli’ye düşerse burada kesin tandır yeyin derim.

Yemek yiyeceğimiz yeri ararken Denizliyi de baya dolaşmış olduk. Şehirden çıkarken de yine şehri bir güzel dolaştık. İkinci günün sonuna doğru akşam sekiz sularında, çocukluğumun efsane dizisi Taşların Sırrından aklımda kalan Patara‘ya gelmiştik. Akşam olması itibari ile ören yeri kapanmıştı. Sahile doğru yürüdük biraz etrafa, sahile bakındık. Sahile girişte akşamları plajı Caretta carettaların kullandığına ve insanların kullanmaması gerektiğine dair ibareler vardı. Aslında ben Patara’da deniz kıyısında bir yerlerde kamp yapacağımızı düşünüyorduk ama öyle bir şey yokmuş. Patara şehir merkezi, antik şehirden ve denizden uzak küçük bir yer. Kamp yapmayı kafaya koymuşken, merkezde bulunan küçük bir kamp yeri bulduk ancak pek iç içe ve küçük olan yer bizi tatmin etmedi. Bu sebepten dolayı Kaş’a doğru yola çıktık.

Küçük bir Kalkan turundan sonra çıkmıştık yola. Kaş yolu, biraz dolambaçlı ama keyifli bir yoldu. Manzarası harikaydı. Biraz akşama kalmış olmamız sebebi ile tam olarak tadını çıkaramadık ama Kaputaş Plajı ve diğer ufak plajlar çok güzeldi. Akşam saati de olukça boştu. Denize girsek mi girmesek mi derken yolumuza devam ettik. Yol üstünde manzaralarla birlikte konaklayacağımız yer olan Can Mocamp‘a vardık. Neyse boş bir yer vardı. Çadırımızı buraya kurduk ve gezinin çadır ayağı da bu şekilde başlamış oldu.

 Can Mocamp güzel ve düzgün bir kamp yeri. Kendi çadırları ve bungalov evleri mevcut. Uzun yollardır faliyet veren Can Mocamp bir süre yol ve marina inşaatı sebebi ile durmuş. O zaman deniz kıyısında olduğunu düşündüğüm kamp yeri şimdi  yol kenarında. Araç park yeri olması bir artı ancak bilhassa çadır mekanlarının yola yakın olması biraz sorun. Gece zaman zaman ve sabaha karşı araba sesleri uykunuzun kaçmasına sebep oluyor. Tabi birde Kaş’ın nemli sıcağı, asfaltın sıcağı kusması biraz fazla sıcak olmasına sebep. Aslında yol ile çadırlar arasına daha fazla ağaç dikilerek ses ve sıcaklık yapıtımı yapılabilir.

Mekanın duş ve tuvaletleri temizdi ancak çadır kuranlar için duşlarda sıcak su yoktu. Küçük bir depo koymak fena olmaz sanırım belki de ilave edilecektir. Hem bu sıcakta su ne kadar soğuk olabilir diye düşündük ama soğukmuş, bizi kendimize getirdi. Akşam yemeğini orada yedik. Kampçı menüsü varmış. Önce zeytin yağlılar ve ardından kifte ve tavuk seçeneği. Köfte tercih ettik, hazır köfte değilmiş ve oldukça da lezzetliydi. Hatta bu zamana kadar yediğim kamp yemekleri arasındaki en iyisiydi. Buranın restoranı herkese açık ve akşamları işletmecisi ve arkadaşları canlı müzik yapmakta. Restoran fazla kalabalık olmamasına rağmen kendileri de eğlenmek için program yaptılar. Burada da ufak bir Beşiktaş muhabbeti yaptık. Nihayetinde vakit ilerlemiş uyku üzerimize çökmüştü.

İkinci gün yol güzargahı

Not: Aynı isim olsa da her birlik farklı bir sayfayı açmaktadır. Boş geçmeyin derim.

Yorumlar

Siz ne düşünüyorsunuz?