Sabah çokta erken olamamakla birlikte uyanıp kahvaltıya indik. Bulunduğumuz odanın pencerelerinde sineklik olmadığı için gece zaman zaman sinekler tarafından uyandırıldık. Diğer odaların pencerelerine baktığımızda ise sinekliklerin takılı olduğunu gördük. Bizim şansımıza mıydı yoksa Booking için ayrılmış özel o da mıydı bu bilmiyorum. Zaten işletmecisi aslında Booking üzerinden odayı kapattığını bir yanlışlık üzeri sitede açık kaldığını, bir gün kacağımız için bir sıkıntı olmayacağını söyledi.
Otelin iki de küçük köpeği var. Bunlardan biri çok uysalken bir diğeri oldukça huysuz ve yaramaz. Zaman zaman insanları dişlediği de görülmüş. Akşam biraz tereddütlü dolanıyorduk ortalıkta ama sabah sıcaktan bir yerlere serilmiş olacaklar ki ortalıkta gözükmediler.
Bu konaklama gezi süremizce yaptığımız en pahalı konaklamaydı. Aslına bakarsanız en lüks konaklamaydı da. Ancak yine de biraz eksiklikleri vardı. Odanın aydınlatmaları biraz tuhaftı. Yatak başında ve yanlarında anahtar vardı ama bunlar hiç bir şeyi kontrol etmiyordu. Odanın ortasında sadece bir anahtardan ışıkları yanıyordu o da alakasız bir yerdeydi. Tuvalet ve banyonun ışıklarına havalandırma bağlanmış ama havalandırma açıldığı zaman fazla rahatsız edici bir ses oluyordu içeride. Bir butik otel için ise duşun perdeli olması çok iyi bir izlenim yaratmıyordu. Sabah kahvaltısını da yeterli bulduğumu söyleyemeyeceğim.
Evet otel bizim yaptığımız en pahalı konaklamaydı ama Dalyan fiyatlarına göre de oldukça ucuz bir konaklamaydı. Zaten bizim için öncelik otelin temiz olmasıydı. Bu bağlamda Sunshine Boutique Hotel bizi tatmin etti.
Kahvaltıdan sonra yine düştük yollara.
İstikamet yine Dalyan merkezdi. Akşam kaya mezarlarını görmüş ama resim çekememiştik. Bu sırada tura çıkmaktan vazgeçtik ancak edindiğim bilgilerden biraz kolaj yapayım. Dalyan’da iki tür tekne turu yapılıyor. Bunlardan biri 30 lirayken diğeri 50 lira. Aslında hepsi aynı yerleri dolaştırıyor lakin anladığım kadarı ile birinde yemek yok, bir diğeri ise çoğunluğa göre hareket ediyor. Bizim tura katılmama sebebimiz, sürenin uzun olmasıydı. Tekne sabah çıkıyor, akşam dönüyor. Bu durumda bizim Dalyan’da bir gece daha konaklamamız gerekecek. Bu da açıkçası bize pek cazip gelmiyor.
Tur kaya mezarlarını dolanırken, çamur banyoları, kaplıcalar, Köyceğiz göl ağzında yüzme molası, İztuzu plajı, Kaunos harabeleri dolanıp geri dönmekte. Hal böyleyken, bizde değerlendirmemizi yaptık. Kaplıca ve çamur banyosuna gerek yuktu, Mezarları zaten gördük. Dalyanda suda gezmemiz de pek anlam ifade etmiyor. Aklımıza takılan Kaunos harabeleri ve İztuzu plajı olmuştu. Kaunos hakkında da biraz araştırma yapıca aslında göreceğimiz şeylerin gördüklerimiz ve göreceklerimizden farklı olmadığını gördük. Elbette gezilmesi gerekir ama buraya sadece motorla ulaşılması bizim vazgeçmemize sebep oldu. Bu şekilde bizde İztuzu için yola koyulduk.
İztuzuna gitmek için gölün etrafından dolanmanız gerekiyor. Çok uzun bir yol değil bu. Uzun olmamakla birlikte keyifli de bir yok. Bir tarafta göl, bir tarafta dağ ve yeşillik, yol boyunca manzarasıyla içinizi açıyor.
İztuzu’na vardığımızda ilginçtir ki hiç giriş ücreti ödemiyoruz. Buraya yumurtlayan kaplumbağalar sebebi ile plajın işletmesi üniversiteye verilmiş. Onlar da belli bir kısma koydukları şezlong ve şemsiyelerden para alıyorlar. Biz kalabalık olan o tarafa gitmeyip daha tenha bir yere havlumuzu atıyoruz. Zaten hava çok güneşli değil ve İztuzu rüzgarlı. Amacımız suyun keyfini çıkarıp yola devam etmek. Biz de arabayı park ettiğimiz gibi suya atıyoruz kendimizi.
Plaj boyunca kaplumbağaların yumurta bıraktıkları yerler işaretlenmiş ve kafes içine alınmış. Tabi bizim insanımız bu kafesleri askı olarak kullanmaktan çekinmiyor. yerlerini değiştirmeyin uyarısı var kafeslerin önünde bende bu uyarıyı okuyunca umarım diyorum. Yer yer sahilde halkımızın olmazsa olmazı çöpler var ama çok fazla değil. Sanıyorum buradaki görevliler bir temizlik yapıyor.
Plaj rüzgarlı ancak üşümüyorsunuz. Tek sorun suya gittikten sonra baya yürümeniz. O kadar yürümeye karşın su dizlerinizi geçmiyor. Tabi kumsan bu kadar uzaklaşıp boyu görememek biraz can sıkıyor. Neyse ki göğüs hizasında saçlarımızı ıslatma fırsatı buluyoruz. Su güzel, ancak öyle çok keyif alacağımız cinsten değil. İztuzu’nu da gördük, denize de girdik çıkıp, çıkışa doğru bulunan tatlı suda, tuzlu sudan arındıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Geldiğimiz yoldan Yine Dalyan üstünden Köyceğiz’e doğru.
Köyceğiz’e uğrama amacımıza aslında ismini çok duymamaızdan kaynaklı. Yoksa ne var ne yok bilmiyoruz. Ufak araştırmamızda aslında dikkatimizi çeken bir şeyle de karşılaşmıyoruz amauğramadan da geçmiyoruz. Sonuçta yolumuz üstünde.
Köyceğiz yolu üzerinde bir çok köyden geçiyoruz. Zaten bizim istikametimiz köylerle dolu. Kaç köy sınırına ayak basmışızdır bilmiyorum. Köyceğiz merkeze vardığımızda arabamızı park ediyor ve göl kenarına doğru iniyoruz. Burası kordon gibi yapılmış. Su biraz dalgalı, yine rüzgar var. Kordon boyunca kıyıya paralel kafeler ve restoranlar var. Bizim bulunduğumuz saat itibari ile aslında pek insan yok ortalıkta. Küçük bir turdan sonra aslında ne görmeyi bekliyorsak bilmiyorum ama Köyceğiz pek tatmin etmiyor bizi. Tamam, yeşili, gölü derken iyi ama bence Köyceğiz’in en büyük özelliği bir çok turistlik yere yakın olması ve Dalyan’a göre daha ucuz olması. Gördüğüm kadarıyla burada da Dalyan’daki gibi turlar mevcut.
Yine yola düşüyoruz. Aslında istikamet, Milas. O da nerden çıktı demeyin, aslına Milas’ta hiç hesapta yoktu. Müzesi, tarihi kazıları, camileri derken madem yol üstünde Milas’ı da görelim dedik. Yol boyunca her ne kadar sürekli dağa çıkıp, kıvrıla kıvrıla gitsekte, manzara mükemmel. Bilhassa Gökova manzarası oldukça güzeldi. Şimdi işi biraz daha derinleştirip, termik santrale sövmek isterim ama neyse. Tabi yol esnasında Kemerköy Termik santralinden geçtik ve buranın nasıl tabiri caiz ise içine edildiğini gördük. Üstüne üstlük santral yapımı esnasında bir çok tarihi eser de bulunmuş. Kuvvetle muhtemel burada daha fazlası da var. Ancak biz hem tarihin üstüne, hem de doğanın içine santrali yapmışız. Aliağa gibi ortamın nasıl berbat edildiğini gidin gözlerinizle görün derim.
Nihayet Milas’a vardığımızda soluğu Ulu Camii‘de alıyoruz. Ulu Cami, 1378’de beylikler döneminde yapılmış ve Milas’ın en büyük camii. Camiyi yapan ise Menteşe Beyliği. Tabi bu arada Milas’ın Karya Uygarlığına ve Menteşe Beyliğine başkentlik yaptığını hatırlatmak lazım. (Bu arada Karya Uygarlığı ile ilgili güzel kurgusal bir roman için, Haldun Hürel’in Ölerek Yaşıyorum, adlı romanını okuyabilirsiniz. Gerçekten güzel bir roman.) Halıları da meşhur ancak biz şehir içinde yolu bulamadığımız için çok dolandık ama bir halıcı göremedik. Bu arada not olarak belirtmeliyim ki, GPS programları müze diye sizi farklı yerlere götürüyor. Milas müzesi aslında hemen Ulu Camii’nin karşısında. Biz bulmak için aynı yerlerde döndük dolaştık.
Milas’ta aslında tek cami yok. Ancak ne yalan söyleyeyim Ulu Camiyi görünce benim biraz hevesim kaçtı. Sadece mimari açıdan görebildik. İçeride duvarlar bembeyaz boyanmış, restorasyon pek iyi yapılmamış. Zaten restorasyon işini bilenlere yaptırmazlar. Bu durum biraz canımızı sıkıyor. Önümüzde bir müze olunca zamanın da ilerlediğini düşünürsek müzede gezintiye başlıyoruz.
Milas beni şaşırttı açıkçası. Şöyle bir baktığımda beklentimin altında kaldı. Hep Milas, Milas duyardık. Tabi bir de Midas’ın kulaklarından etkilenmiş olabilirim o durum var. Ancak Milas’ta her şey beklentimden küçüktü. Milas Müze Müdürlüğü‘ne gittiğimizde bir müze daha var sanıyorduk ama yokmuş. Yani burada sergilenen eserler bana çok az geldi. Milas’ta daha fazlası var hissi sürekli yakamdaydı. Elbette vardır. Ama bizim çıkarıp üstüne yattıklarımız bu kadar sanırım.
Akşam oluyordu. Henüz kalacak yer bulamamıştık. Üstelik karnımızda acıkmaya başlamıştı. O kadar su tüketiminin üzerine midenin kazınmasının nasıl bir his olduğunu siz düşünün. Biraz araştırdık, Milas’ta ne yeriz diye ama bir şey bulamadık. Sonra çıkalım yola, nasıl olsa bir yer buluruz dedik. İstikamet Bafa Gölü. Zaten yolumuzun üstünde göl kenarında kesin yemek yiyecek bir yerler vardır.
Antik kentler haritamıza bakınca Bafa Gölü, Kapıkırı köyünde Herakleia olduğunu görüyoruz. Ana yoldan içeride ama burada kamp yeri de varmış. Genelde dağcılar burada tırmanış için konaklarlarmış. Ana yolun, gölün yarısına da geldikten sonra da bir daha diğer tarafa geçmek pek cazip gözükmüyor. Ana yoldan ayrılmadan devam ediyoruz. Karnımız aç. Elbette ki gideceğimiz yer karnımızı doyuracak bir yer olmalı. Araştırmalar sonucunda Çeri Restoran‘ı buluyoruz. Kahvaltısı güzelmiş, yemekleri de öyle. Biz görmesekte burada kamp yeri de varmış.
Restorandan içeriye girerken küçük bir havuzun içerisinde yılan balıkların görüyoruz. Balıklar gölde yetişiyormuş. Bafa Gölü yüzde dört oranında tuzluymuş. Eskiden deniz ile bağlantısı varmış. Biz tercihi çupradan kullanıyoruz ama temkinliyiz. Garson çiftlik olmadığını gölde yetiştiğini güzel olduğunu söylüyor. Zaten bu tuz oranını falan bu esnada öğreniyoruz.
Göl kenarına oturup siparişi verdikten sonra ön atıştırmalara geçiyoruz ama öyle bir rüzgar var ki hiç bir şey yerinde durmuyor. Gezinin en rüzgarlı kısmına Bafa Gölünde ulaşıyoruz.
Nihayet balığımız geldiğinde adeta yumuluyoruz. (bu sebepten yemek resimleri yok) Ama garsonun dediği kadar da var balık çok güzel. Hatta gezinin en güzel balığı. Biz afiyetle balıkları yerken karnımız doymaya başlayınca bir yandan da geceyi geçireceğimiz yeri arıyoruz. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolumuz var. Kuşadasında kalacak bir yer buluruz mantığı ile bakınca burada Yat Camping Motel‘i buluyoruz. İkinci kamp yerimizde hazır. Kuşadası iyi bir seçim, her yere yakın. Kamp’ta hemen şehir merkezinde çıkıyor. Şehir gürültüsü olur mu, falan filan derken, içeri doğru gayet güzel bir kamp alanı karşılıyor bizi. Küçük evler mevcut, bir çok karavan var. Çadır alanları ise daha arkalarda. Sessiz sakin güzel bir yer. Sanki şehre yakın değilmişsiniz hissi uyandırıyor.
Çadırımızı kurup, yerleştikten sonra küçük bir Kuşadası turu yapıyoruz. Burada iki gün konaklayacağız. Kararımız bu yönde. Sebebi de Efes ve Şirince‘ye yakın olması. Gerçi bir gün de İzmir’de mi konaklasak demiştik ama bu havada merkeze bulaşmayalım dedik.
Siz ne düşünüyorsunuz?