Koşuşturmalı ve yolda geçen altı günün ardından artık eve doğru yol alma vakti gelmişti. Aslında cumartesi dönüşü başlatıp arada dinlenmek istiyorduk ama yine her zamanki gibi bu plana uyamadık. Sabah erkenden aç bir şekilde Kuşadası’ndan yola çıktı. Yol üstüne güzel kahvaltı yerleri olacağını umuyorduk. Bir yandan yolda ilerlerken bir yandan da kahvaltı için yerler arıyorduk internette. Tabi bu arayışımız bir radar gibi, devam ederken biz yakın evrede bir yer bulamamıştık. Bu şekilde yaklaşık bir buluk saat gittik. Artık ne olursa olsun bir şeyler yiyelim diye düşünürken Bornova’ya gelmiştik. İşte o sıra Bornova’da bu ilçeye bağlı bir köy keşfettik. Adı Çiçekliköy.
Çiçekliköy, aynı zamanda Çiçekli Milli Parkı olarakta geçiyor. Burası yeşilin olduğu kadar tam anlamıyla kahvaltının da merkezi gibi. Ana yoldan çıktığımızda bir kaç kilometre ilerleyince bizi sağlı sollu kahvaltı mekanları (aynı zamanda restoranlar) karşılıyor. Biz bu yerler arasından Tırtıl Restoranı seçtik. Dışarıda kendimize gölge bir yer bulduk ve oturduk. Yiyeceğimiz belliydi. Ekstra sucuk söyledik sadece. Gelen çeşitler oldukça boldu. Bir kaç çeşit, peynir, tereyağı, balı, zeytini derken, aç karnımızı doyurmaya çalışırken resim çekmeye fırsatımız bile olmadı.
Mekan temiz, çalışanları güler yüzlüydü. Ağaçların arasında kahvaltı yapmak insana iyi geliyor. Birde ağaçların dallarında uyuyan sincaplar var onlarda cabası. Kahvaltı farklı nasıl olur bilemem ama barındırdıkları evde bulduğunuz şeyler. Gerçi köy kahvaltısı nasıl olur merak etmişimdir hep.
Midemizi bir kaç gün yemek yemeyecekmiş gibi doyurup yola koyulduk. Bursa’ya yaklaştığımızda biraz yoldan uzaklaşmak adına, daha önce duyduğumuz Gölyazı Köyüne doğru çevirdik. Gölyazı Köyü, Ulubat Gölünün kıyısında. Tam göle doğru çıkıntısı olan eski bir Rum köyü. Biz kötü kimse bilmiyor diye düşünüyorduk ama zaten dar yollara ve küçük bir alana sahip olan köye araçtan girilmiyordu bile. Merkezdeki insanlarda cabası. Sıcak bir yandan, kalabalık bir yandan, onca yolun yorgunluğu da var üstümüzde merkez yakınındaki kiliseyi gezdikten sonra köyde araçla tur atmaya karar verdik.
Köy henüz restore ediliyor. Girişinde bir değirmen var. Yalnız burada da restorasyon klasiğimizi konuşturmuşuz. Kilisenin resimlerinde görürsünüz. Gerçi kilise kültür evi olarak restore edilmeye çalışılmış ama o da olmamış. Şehir içinde dolanırken, bir Rum evine rastlamayı umut ettik ama, bir kaç eski yıkık dökük evden başkasına rastlamadık. Daha restore edilmemişler. Bunun haricinde diğer evler bildiğimiz köy ve şehir arası yerlerdi. Yol üzerinde gördüğümüz bir teyzeye burada ne var görülecek diye sorduk o da Ağlayan Çınar dedi ama açıkçası pek dikkatimizi çekmedi bu.
Köyün doğal manzarası, aslında en önemli kısmı. Ancak bizim yol yorgunluğumuz, tepedeki kızgın güneş mi sebebini bilmiyorum ama ben köyden pek keyif aldığımı söyleyemeyeceğim. Belkide buna aşırı derecede kalabalık olmasının sebebi de vardı. Belki köy daha sonra gezilecek listesine ilave edilebilir ama bu şekli ile beklentimi karşılamadı.
Sonuç olarak, yedi gün yol macerası bitti ve hayat hengamesine kaldığımız yerden devam etmeye başladık. Bana kalsa aslında daha uzun gezerdim ama bir görevimiz var değil mi onu yerine getirmeliyiz. Çalışmalıyız yani (lanet olsun. insanın doğasında çalışmak yok ya…).
Bakalım bir sonraki gezi nereye olacak?
Siz ne düşünüyorsunuz?