Yaklaşık on iki yıl önce izlemiştim bu filmi. Aklıma öyle kazınmıştı ki sonrasında bir kaç kez daha izledim. Geçtiğimiz gün bir sitede gözüme ilişince yazmak istedim. Tabi geçmişe dönünce yazılacak filmlerin sayısı da artıyor. Allah sonumu hayır etsin.
Öncelikle belirtmeliyim ki filmi baş rolünde Monica Bellucci olması filmi almam ve izlememde en büyük nedendi. Onun yanında en büyük etkenlerden birisi de, diğer bir başrol oyuncusunun Vincent Cassel olması. Bu ikiliyi daha önce bir çok filmde görmüştük. Tüm filmler de güzeldi.
L’appartement bir aşk hikayesi. Güzel bir kurguya sahip, aşk hikayesi hemde. Ulaşılamama, unutmama, araba, bulma, intikam, ihtiras ne isterseniz var. Film bir aşk filminde olmayacak şekilde kurgulanmış. Film yönetmen ve senarist Gilles Mimouni‘nin ilk ve son filmi. Aynı konunun Amerikan versiyonu olan Wicker Park‘ın da yapımcısı. Amerikan versiyonunu izlemedim ancak, L’appartement kadar başarılı olacağını düşünmüyorum.
Film kurgusu ve işleyişi oldukça karmaşık gözükse de, sonralara doğru hikaye iyi toparlanıyor. İzlemenizin üzerinden yıllar bile geçse aklınızda filmin geçtiği Paris, sokaklarının mevsimsel döngüsü kalıyor. Film, aranan bir aşkı anlatıyor. Aşk ise bir erkeğin gözünden yansıtılmış. Bunu da çok başarılı bir şekilde verebilmiş. Kadın duygularından çok erkek duygularının ön planda olması ve bir erkeğin yapabilecekleri başarılı bir şekilde verilmiş. Hani film sonunda erkek milleti bu diyebiliyorsunuz. Tabi genellememek şartıyla.
Film bir masal edasında ilerliyor. Tesadüfler, ihtimaller; yenen son dakika golleri, sürekli sizi hikayeye çekmekle birlikte, sinirinizi de hoplatıyor. Film üç kadın ve bir erkek arasında geçiyor. Max Paris’te yaşayan başarılı bir iş adamıdır. Bir gün toplantı yemeği için gittiği bir kafede, onu terk edip giden büyük aşkı Lisa’yı gördüğünü sanar. Onun bu fikre kapılma sebebi, bu kadının da büyük aşkının kullandığı parfümü kullanması ve ayakkabılarının da tanıdık gelmesidir.
Max kadının peşinden gider ancak onu yakalayamaz ama kadının telefon kulübesinde anahtarlarını bulur. Bu onu bulmak için, bir fırsattır. Max, Lisa ile tekrar görüşebilmek için Tokyo gezisi iptal eder. Hatta evliliğini bile askıya alma konumuna gelir. Lisa’nın evini öğrenen Max, elinde anahtar da olduğu için onun evine girer. Max ne yapar eder, Lisa’nın yaşadığı yeri öğrenir, sinsice apartmanda saklanmaya başlar.
Ancak Max’ı burada bekleyen, Lisa değildir. Ona her yönüyle çok benzeyen Alice’dir. Bu benzerlikten olsa gerek Max ile Alice o gece birlikte olurlar. Ancak başka bir gerçek vardır ki, Alice, Max’in samimi arkadaşı Lucien’in kız arkadaşıdır. İşler iyice karışmaya başlarken Max hala Lisa’yı bulmaya çalışır.
Film zaman kavramını kaldırıyor ortadan. Her dakika her zamana, her mevsime sıçrayabiliyorsunuz. Zaten tüm olayların çözülmesi, hikayedeki kurgu bu şekilde açığa çıkıyor. İnsanların masum olabilme fikrini tekrar güzden geçiriyorsunuz, yada bir başka insana / kadına güvenebilme fikrini. Sürekli bir rüyadan uyanacakmışsınız edası var filmde. Bu arada müzikleri de es geçmemek lazım.
Filmin esas karmaşası hakkında herhangi bir şey yazmıyorum. Film kesinlikle Fransız sinemasının izlenmesi gerekenleri arasında. Oyunculuklar ise göz doldurucu. Bir kez daha Vincent Cassel’e hayran kalıyorsunuz. Tabi Romane Bohringer‘in oyunculuğu ise es geçilecek gibi değil.
Yönetmen ve Senarist: Gilles Mimouni
Oyuncular:
Romane Bohringer | … | Alice | |
Vincent Cassel | … | Max | |
Jean-Philippe Écoffey | … | Lucien | |
Monica Bellucci | … | Lisa | |
Sandrine Kiberlain | … | Muriel | |
Olivier Granier | … | Daniel | |
Paul Pavel | … | Jeweller |
Linkler:
Siz ne düşünüyorsunuz?