Odanın içersinde ağır bir koku, hapis olmuş durumda. O bile odanın bunaltıcı havasından sıkılmış biran önce odayı terk etmek için, şu yatakta uzanan insanın uyanmasını bekliyor. Başkalarına muhtaç olmak ne kadar acı. Ufak hava akımları oluşturuyor, burnunun ucunda dolanıyor, velhasıl şu insan parçasının uykusunu bir türlü bölemiyordu. Sonra vazgeçmişliğe yenik düşüp odadaki bütün eşyaların içini dolaşmaya başlıyor; çalışma masası, dolap, yatak, telefon… içine girebildiği her şeyin, hatta hayata geri dönmeyi düşünen, kırıştırılıp atılmış kağıtların bile…
Telefonun içinde biraz daha fazla oyalanıyor, bu insan yapısı teknoloji harikası aleti biraz daha iyi
anlayabilmek, keşfedebilmek için. “Graham Bell” diyordu ataları bu aletin yaratıcısı için ve aynı odada senelerce yaşamışlardı. Telefonun yeşil renkli plaketinin üzerine tutturulmuş siyah küçük bir diyaframdan alçalıp yükselen bir ses çıkıyor birden bire, ses duruyor daha sonra tekrar başlıyordu.
Sarsıldığını hissetti, şu insan uyanıp ahize dedikleri telefonun parçasını kaldırmış olmalıydı. Nitekim az sonra duyulan ses teorisini doğruladı.
“Efendim…” Şimdi özgürlüğe uçmanın tam sırasıydı, küçük bir çocuğun elinden kaçan balon gibi yada sevgililerin elinden azat edilen balonlar gibi. Belki yıllar sonra anlatılacak bir özgürlük hikayesinin baş kahramanı olacaktı.
Kendini dışarıya bırakıyor. Yatağa yan yatmış insan onu hemen fark ediyor ve yüzünü ekşitiyor. Yerinden yavaşça doğrularak pencere doğru yürüyor.
“Alo, olum sen misin, uyuyor muydun yoksa?” Elli yaşlarında heyecanlı bir ses yanıt veriyor ona. “Efendim” kelimesi soru olarak mı kullanılmıştı acaba? Uykuyla uyanıklık arasında bir an bunu düşünüyor.
“Evet benim anne, uyuyordum, gece biraz fazla çalıştım.” Yataktan kalkıyor, burnunun ucunda dolanan kokuyu alınca yüzünü buruşturuyor ve pencereye doğru yürüyor. Pencerenin açılmasıyla birlikte soğuk rüzgar odanın içine dolarken, vaktinin dolduğunu anlayan o koku yavaşça terk ediyor odayı.
“N’ oldu oğlum bir iş bulabildin mi?”
“Yok anne henüz bulamadım, yine şu şanssızlık döngüsüne girdim. Ne iş var, ne adam gibi yazabiliyorum yine…” Pencereden içeriye akın eden rüzgar tüylerini diken diken ediyor. İçinin ürperdiğini hissediyor.
“Öyle konuşma oğlum Allah’tan ümit kesilmez, nasıl sen iyi misin, paran var mı?”
“Biraz birikmişim var işte anne, tazminattan kalan…” Odanın içersinde dolanmaya başlıyor bu üşümeden kaynaklanan ısınma hareketlerinden çok alışkanlığın bir eseri.
“Bak oğlum istersen gönderelim sana, ben bilirim oraları, oturduğun yerden dünya kadar para harcarsın oralarda.”
“Ya anne siz zorda kalmayın…” Odada dolanmaya devam ediyor. Ama ürperti hala ayaklarının arasında dolaşmaya devam ediyor. Odanın ısı üç derece düşmüş durumda. İnsan hayatında bir derece bile ne kadar önemli…
“Oğlum söylediğin şeye bak biz iki emekli bu küçük yerde ne harcayacağız ki, mezarda da bir işe
yaramıyor bu menet. Ben senin hesabına yatırırım bugün.”
“Tamam anne sağ ol, babam nerede, o nasıl?”
“İyi, iyi domuz gibi…”
“Ne o yine kavga mı ettiniz yoksa?”
“Yok ne kavgası sabahın köründe kalkmış balığa gitmiş yine, sonra akşam eve gelince başlıyor oram ağrıyor buram ağrıyor diye, bir kez evinde oturmadı emekli olalı.”
“Anne bırak adamı ya sıkılıyordur ne yapsın alıştı çalışmaya, şimdi sıkılıyordur…”
“Ne demek oğlum sanki ben çalışmadım, ben neden sıkılmıyorum?”
“Ya anne sen başka babam başka, bilmez misin onun huyunu sanki… Boş ver aklına geleni yapsın…”
“Aman bıraktım zaten kendi haline, ama sonra akşam gelip benim kafamı şişiriyor ya…”
“O anne sende en azından senin kafanı şişirecek birileri var başında baksana biz burada sefilleri oynuyoruz…”
“Dedim oğlum sana Safüre Teyzenin…”
“Anne başlama yine…”
“Tamam tamam!… sanki yalnızlıktan ben…”
“Kapatalım istersen anne şu konuyu…”
“…”
“Babama selam söylersin tamam mı?
“Ah dur dur baban gece bir şeyler geveleyip duruyordu, Metin Amcanın yanına mı ne gidecekmişsin bir iş mi ne varmış sana göre, güya gece seni o arayacaktı, sabah kakmış gitmiş, bunadı iyice…”
“Tamam neyse ben ararım bu gün Metin Amcayı, yok ben zaten geçeceğim o tarafa uğrarım yanına.”
“Tamam oğlum hayırlısı artık ama gitmemezlik etme sakın.”
“Ya anne bak bu konularda ne düşündüğümü biliyorsun, şimdi bir şeyler söyle…”
“Boş ver sen “hı, hı” de geç.”
“Tamam anne tamam. Bir şey diyor musun? Görüşürüz daha sonra babama da selam söyle, şu tuttuğu balıklardan bana da göndersin biraz.”
Hafif bir kahkaha atıyor: “Bak hiç güleceğim yoktu balık mı tutuyormuş da, hep eve eli boş geliyor, sorarsan beş kiloluk sazan yakalıyormuş da, bazen orada çoluk çocuğa dağıtıyormuş, bazen de yüreği elvermeyip salıyormuş geriye, daha bir tane bile yiyemedik. Yalanında böylesi…”
“Aman bırak anne adamı. Hadi ikinizi de öpüyorum hoşça kal.”
“Rüzgar,” otoriter sesini koyuyor kadın. “bak oğlum nisan geldi havalar ısındı diye öyle ince şeyler giyip çıkma tamam mı sokaklara, üşütürsün alimallah.”
“Tamam anne tamam… hoşça kal.”
“Tamam… tamam ama unutma bak…”
“Hoşça kal anne.”
Telefonu kapatıyor. Tekrar pencerenin önüne gelip, odanın bir bölümünü işgal eden çocuk çığlıklarının kaynağına bakıyor. Pencereyi kapıyor. Ses birden kendisini sokağa hapsediyor; çocuk sesleri, motor sesleri ve esen rüzgarla birlikte. Ve sonra azalarak tekrar yankılanmaya başlıyor odanın içersinde, pencereyi üstten açarak…
Siz ne düşünüyorsunuz?