Evden telaşla çıkıyor, hızlı adımlarla merdiveni inip, binanın girişindeki posta kutularından üzerinde ismi olana bakıyor. İçinde iki adet uzun zarf var, kredi kartı ekstresi ve telefon faturası. Bakmadan cebine atıyor ikisini de. Ve aynı hızla kapıyı çarparak apartmandan çıkıyor. Hayır bu telaş değil, alışkanlık, evden çıkması, hızla yürümesi, yaptığı bütün şeyler kendine özgü alışkanlıklar.
Dönüyor, pekte memnun olmadığı o apartmanın kapısından içeriye girerken, sanki apartmanın bodrum katından gelen o tuhaf koku, burun deliklerine işkence edercesine, onu geri çevirmek için bahse girmişçesine inatla kokuyor şimdi. Rüzgar hızla ardında bırakmak istiyor soğuk demir kapıyı, kapı şiddetle duvara vurduktan sonra sanki etkiye, tepki kuralını fizik kitaplarından okumuş öğrenmişçesine kapanıyor aynı sertlikle. Ve şimdi şu kokudan kurtulmak… şu leş kokusundan… Rüzgar kukuyu biraz daha bastırıyor sanki, yo sanki dağıtıyor.
Burnunu tutarak basamakları çifter çifter atlayarak çıkıyor iki katı. Dört numaralı dairenin önünden geçerken kapı birden bire açılıyor. Kapının arkasındaki genç kız ona gülümsüyor.
“Ah, merhaba Rüzgar…” duraksıyor ama duraksaması sadece kendi zihninde yaptığı mülakatın süresi kadar, duraksamayı yutkunmasının ardına sakladığı için, bu duraksama dışarıya hiç yansımıyor. Gülümsemesine devam ediyor. “…abi! Ben de sana uğrayacaktım.”
“Merhaba Doğa hayırdır?” kızın gözlerinin içine bakıyor. Bu gerilimi arttırmak için yada bakışların üzerine bindirilmiş bir mesaj göndermek için değil, kızın dizlerinden bir buçuk karış yukarıdaki mini eteğinin ardından uzanan, buğday renkli, belki de şu ana kadar hiç el değmemiş bacaklarına bakmamak için.
“Matematik sınavım var yarın birkaç konuda da takılıyorum, acaba bu akşam müsaitsen beni çalıştırabilir misin diye soracaktım.”
“Bu kıyafetle gelirsen seve seve” diye geçiriyor aklından, sonra düşüncesinden utanıyor, oysa bütün insanlar kim olursa olsun, kime olursa olsun bu tarz düşüncelere sahiptir. Yüzünün kızarması için on beş saniyesi var –bu bilginin benimle ilgisi yok bunu bizzat ölçmüştü- on beş saniye içersinde burayı terk etmeli yoksa yanlış anlaşılabilirdi –kimin umurunda ki yanlış anlaşılmak?-.
“Tabi, akşam sekiz senin için uygun mu?”
“Uygun.”
“Tamam sekizde, benim çıkmam lazım bir telefon bekliyorum da.”
Yine kurallara yenik düşüyor. Kelimelerin nasıl dizildiğini, cümlenin anlamı olup olmadığını, ağzından nasıl çıktığını anlamayacak bir hızla cümlesini bitirip, merdivenleri tekrar çıkmaya başlıyor, sanki ilk yarım katta ses telleri hala titriyordu. Ama renk vermemenin gururuyla böbürleniyor.
İnsanı en çok mutlu eden şeyde sevdiğiyle birlikte her hangi bir yerde, şartlar ne olursa olsun birlikte olmaktır. Bir dağda, denize karşı, yolda, yağmur altında, yangından kaçarken, selde, savaşta, salgında, belki birlikte ölmekte, belki de cehennemde. Belki de o yüzden Tanrı, “Kıyamet Günü insanlar birbirlerini tanımayacaklar der”, azabı dindirmemek için.
Karanlık çöküyor. Hayalle gerçek arasında boşa harcanmış onca zamanın muhasebesi başlıyor,
toplanmış sıraya konulmuş faturalar gibi. Gün ve gün, saatti saatine. Sadece vahlanmanın şahlandığı şu dakikalarda…
Hikaye hep burada başlar ve nedense hep burada biter…
“Soya soslu çocukluk başlar, yeni tatlar eklenmek için baharatlar karıştırılır arasına, değişen hep zaman değildir oysa, ama nedense lanetlenen hep o olur. Her şeyin karışımıdır hayat; korkulu çocuklukların, heyecanlı gençliklerin, mutluluğun ucunu gösterdiği orta yaşlılığın ve ölümün… Şimdi o soya soslu çocukluklar, noelin soğuk mutluluğuna bırakırken kendini, gün geçtikçe tadını iyileştirmek için içine attığımız baharatlar, “yaşanmışlık” halini alırken, kelimenin “den” haline çoktan geçilmiştir. Ve yaşan”mış”lık kalır. Oysa zaman aynıdır. Haziran aynı haziran, cuma aynı cuma… Kendini her şeye anlam yüklemek zorunda sanan insan, sonra bahane bulur onlara… kendini savunmak ne acizane bir dürtü.”
Kapının zili çalıyor. Önce kolundaki saate bakıyor, oysa saat kullanmayalı tam sekiz sene olmuş, masanın üzerinde ki cep telefonuna bakıyor. Saat sekiz. “Kim acaba?” diyor, kapının önünde duran şahısa sinirlenerek, “Tam da yazının ortasında”. El yazısına şöyle bir göz atıyor. Zil tekrar çalıyor.
“Zaten bunlarda bir boka benzemiyor.”
Kapıya yürüyor, hayalet gibi koridorda iki yanından süzülen hava akımın arasından, yavaşça kapıyı açıyor.
Özetle söylenmesi gereken tek şey okuldan döndükten sonra, geçen, salı gününün pekte öyle umut verici, tatminkar olmaması. Bu kişisel bir şey değil belki de. Bir dönem bütün insanların yaşadığı o mutsuzluk ve umutsuzluğa bulaşmış tatlı sevinç, onu, belki bu odaya kapatan, belki de havanın bozukluğuna aldırmadan sokaklara atan. Konu ne olursa olsun, hayat nasıl geçerse geçsin, insan kim olursa olsun; korunma, arınma, salınma duyguları hep aynı. Yalnız başına saatlerce yürümesi; soğuğa aldırmadan, yağmurun altında sırılsıklam olup sanki hiç görmediği yerlere umutla bakması… İnsanlar bazı şeyleri hep aynı yaşıyorlar…
Odanın içersinde dolanıyor. Biliyor ki yapması gereken şeyi şu an yapmalı, ertelemek kaçmakla alakalı, oysa insan doğası hiçbir zaman duygulardan kaçmayı kabullenemez ve insan doğası kendini kandırmayı çok iyi bilir. “Ama bu sefer öyle olmayacak. Gerekirse göğse siper edilecek sevdanın yumruları ve vakit daha fazla geç olmadan, sorunlara sorun eklenmeden dökülecek kanı bu sıkıntının.” Sıralı ve toplanabildiği kadarıyla bunlardı aklından geçenler. Sonra kendine güldü aslında kendine emir verme edasıyla geçirmiş olmasaydı aklından düşünceleri, bir sonraki limanda yetişme edasıyla koşturacaktı ardından. Böylesi daha iyiydi ve bitecekti, bu illetten kurtulacaktı.
Odadan hızlı adımlarla çıktı. Kapı ardından hafifçe kapandı, oysa onun bu heyecanı üzerine sert bir kapanış, duyguya tam bir sesleniş olacaktı. Mutfaktaki annesine seslendi:
“Anne ben Rüzgar’a çıkıyorum.”
Kadın elinin hamuruyla kapıdan göründü. “Ne oldu kızım ne yapacaksın Rüzgar’da? Hem o senden kaç yaş büyük niye Rüzgar diyorsun ona?”
“Aman anne, sende, eskide kaldı o abi, amca… şimdiki nesil kendini genç göstermek istiyor, o da
memnun bu durumdan…” Terliklerini ayağına geçirip kapıyı aralıyor.
“Tamam ben ne bileyim, niye gidiyorsun sen?”
“Matematik sınavına çalıştır mı diye soracağım?” Birden bire bu cümlenin ne anlama geldiğini
anlayamıyor.
“Tamam, selam söyle.”
Kendini dışarıya atıyor, merdivenin korkuluklarına tutunup yukarıya doğru bakarken, arağacına yürüyen bir idam mahkumu gibi yutkunup, dinç adımlarla “tükürdüğümü yalamam” dercesine derin bir nefes alıyor.
Gözlerinin önünde uzanan iki katlık merdiven boşluğu ona o kadar uzak görünüyor ki, boğazı kürekle geçmek, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü ağırlıklarla koşmak, şimdi daha da kolay gözüküyor onun gözünde. Ama ciğerlerindeki hava ona, verilmiş bir sözün vicdan azabı gibi baskı yapıyor. Gitmeli! Sonu her ne olursa olsun gitmeli! Ürkek bir adım atıyor. Terliğin yere çarptığında çıkardığı ses ne kadar cılızsa içindeki güvende o kadar ince bağlarla kopmamaya çalışıyor. Yol bir yıldırım gibi hızla önünde büyürken, yağmurda bekleyen insanlar gibi sırılsıklam oluyor bütün vücudu. Yüzünü düşünmek bile istemiyor. Bazı şeyler insanın hayatını ne kadar da zorlaştırıyor. İkinci adımını attığında dili kuruyor. Kalbi hızla atarmış gibi yaparken, aslında durduğunun belirtilerini gösteriyor ona, vücut ısısı birden düşüyor. Çamaşırına bulaşmış ter birden bire onu hayata döndürmek için donan bedenine masaj yapıyor. Vücut ısısı yerine gelmekte. Belki de aklını boşaltıp, sadece karşısına çıktığında ona iki kelimeyi söyleyip, ilk tepkiyi aldıktan sonra yine başka şeylere dönmek… evet tek kurtuluş bu, yapması gereken bu. Sonunda ölümde yok. “Keşke ölüm olsaydı.” diyor sonra. Merdivenleri yarılıyor.
Kapının önünde zile basmak için duraksıyor. Aslında zili çalmak birisinin onu kapıda öylece manasızca bekler görmesinden daha kötü. Peki ya bu halde ya Rüzgar açarsa kapıyı? İşte bu ölmekten daha kötü. Titreyerek zile basıyor. Zile sadece yarım saniye dokunmuş olmasına rağmen zil on beş saniye aralıksız çalıyor. “Ne uzun çaldı.” diye geçiriyor aklından. Ama tekrar basıyor zile ondan sonra, zil tekrar on baş saniye daha çalıyor, yüzünde bir gülümseme beliriyor. Sanki yaşam normal haline dönüyor birden bire. Kalbi normal seyrinde atıyor, vücut ısısı dengeleniyor. Aklına getirdiği saçma sapan düşünceler onu terk ediyor. Zile birkaç
kez daha basıyor rahatlamanın verdiği duyguyla. Mutlulukla zilin çalıp sonunun gelmesini bekliyor. Yüzündeki gülümseme nadir rastlanılır cinsten. Yavaşça merdivenleri inmeye başlıyor ve şimdi kısalan merdiven hiçte onu az önceki kadar sıkmıyor. Ama inerken de şanssızlığına sitem diyor.
“Bendeki şansa bak, ne güzel gidip söyleyecektim, o da evden çıkacak zamanı buldu bugün. Lanet olsun!”
Usulca mutlu ve sitem kar bir şekilde evin kapısını açıyor ve eve giriyor.
“Doğa sen mi geldin?”
“Evet benim anne.”
“Ne oldu? Sordun mu?”
“Hayır anne evde yoktu.”
Odasına geçiyor, genç kızlığının geçmekte olduğu, hayallerini umutlarını inşa edip tek tek yıktığı odasına, yeni hayaller kurup, yeni umutları yıkmaya. Hayır bu kez yıkım yok.
Odanın kapısı çalınıyor tamda hayallerin ortasına demir atmış gemi harekete geçip bütün mutlulukları toplamaya başlayacakken. Kapıyı açan tombulca kadın kafasını uzatarak kıza sesleniyor.
“Kızım bak Rüzgar geliyor istersen kapıdan geçerken sor bilirsin o asansörü pek kullanmaz.”
Kendinde mi? Bilmiyor, bütün hayaller şimdi yerini yarım kalmış bir heyecana bırakıyor. Kimden ve nereden geldiği belirli olmayan bir heyecana… yine dudakları kuruyor tükürüğü boğazına yapışıyor. Kalbi yine duracakmışçasına çarpmaya başlıyor ve yine o soğuk ter boşalmaya başlıyor sırtından. “Vazgeçtim” demeyi düşünüyor annesine, ama bir saat önceki hevesine zıt düşeceği için bu kelimeyi kullanmıyor.
“Tamam anne.” Merdivenlerden çıkıp ikinci kata gelmeye yirmi beş saniyesi var, yataktan kalkıyor, kızlara özgü hareketlerle hızlıca eliyle orasını-burasını düzeltiyor, kapıya doğru geliyor. Derin derin nefes almaya başlıyor içinden yavaş yavaş sayarken. Kapının önünde ayak seslerini duyuluyor ve kapıyı açıyor.
Önünde yine tüm çekiciliğiyle karşısında duruyor.
“Ah, merhaba Rüzgar…” duraksıyor. Sonuna gelecek o sıfatı hiç kullanmak istemiyor ama yinede karşıdan gelecek tepkinin ne olacağını düşünemiyor. “Sen bir yandan ilan-ı aşk yapmayı düşünürken bir yandan da, tepkiyi düşünüyorsun…” diye geçiriyorsun aklından “asıl kokman gereken bu.”.
“…abi. Ben de sana uğrayacaktım” diye ekliyor ardından çekinerek birden bire.
“Merhaba Doğa hayırdır?”
“Matematik sınavım yarın, birkaç konuda da takılıyorum, acaba bu akşam müsaitsen beni çalıştırabilir misin diye soracaktım.”
…
Siz ne düşünüyorsunuz?