İlk okul çağından başlayarak duyduğum ve aklıma kazınmış şeylerin arasından en etkilisiydi “eti senin, kemiği benim” cümlesi. Tabi anlaşıldığı üzre okula, öğretmene teslimiyetten bahsediyorum. Yeni nesil için biraz daha açıklayıcı olmak gerekirse, okulda herhangi bir tembellik yada azgınlık durumunda, üzerinize yapılabilecek her türlü uygulamanın yetkisinin öğretmene verilmesidir. Her türlü derken tabi söz gelimi söylüyorum böyle…
Tabi yapacağından değil ama o korkuyu salgılamak küçük bünyelerde etkili oluyor ister istemez. Ancak şimdi böyle bir uygulama yok. Kim kime dumduma yaşıyoruz. Saygıyı getiren iki unsur vardır. Bunlardan birisi sevgi, diğeri ise korkudur. Birilerinin sevip sevmemekte özgürüz. Ancak korku için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ama korkunun sevdirme gibi bir etkisi de vardır. Elbette çocuklarımız, gençlerimizle arkadaş gibi olmalıyız ama bizden korkmasını da bilmeliler…
Son dönemde sıklıkla gördüğümüz, çocukların şiddete olaylarında rol almalarının sebebi de budur. Bu tip olaylar için kültürel yada maddiyat içerikli kurguları oluşturmak temeli sağlam olmayan varsayımlardan ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda hiç bir zaman maddi olarak açık bir dönem yaşamamış ancak çocukların gidişatı ise bu seviyede değildir. Bunun başlıca sebebi büyüklerden korkulmasıdır. Şimdi ise önümüze sunulan özgürlük sofrası içerisinde ebeveynler çocukları ne başkalarından ne de kendilerinden korkulur şekilde yetiştirilmektedir.
Yetiştirilme derken aslında çocuğu yetiştirdiğimizi söylemek yanlış olur. Çocuğu yerleştiren televizyon. Buna da bir tepkim yok aslında. Sayılı olan televizyon kanalı döneminde, ben de herkes gibi televizyon müptelasıydım. Hatta kendimi “Kara Şimşek” sanarak sokakta bir oyana bir bu yana gaza basarak koşuştuğumu hatırlarım. Aynı şekilde Voltran’ın siyah aslanı olup diğer robotlarla savaştığımı da bilirim. Bunu kim yapmamıştır ki? O zamanın çocuklar daha mı zekiydi? Daha mı mantıklı düşünüyordu? Elbetteki hayır. Ancak biz hiç bir zaman kendimizi gerçekten onlar gibi sanıp ona buna saldırmadık, yada atlayıp zıplamadık. İşte burada aile giriyor işin içine.
Bir tekrar dönemindeyiz. Hemen hemen her şey eskiye dönüyor yavaş yavaş. Yani bizim gördüklerimizi şimdiki çocuklar da görüyor. Biz çağdaşlaşmaya başlarken aslında çağdaşlaşmaktan çok anlam yüklemeyi yapıyoruz ve bu anlamları küçük yaşta çocukların da anlamasını istiyoruz. Şöyle özetleyebiliriz; Hepimizin sevdiği Susam Sokağı’nın Edi-Büdü’sü olması gereken bir arkadaşlığın sembolü iken bizim zamanımızda, şimdi ise eş cinsel bir obje olabiliyorlar… Biz ister istemez çocukların algısını değiştiriyoruz. Aslında bunu isteyerek yapıyoruz. Olması gereken buymuş gibi. Televizyon dizilerinde lise öğrencilerinin karışmadıkları olay yok… Elbette biz de zamanında kimin eli kimin cebinde filmler izledik, kitaplar okuduk ancak algılama durumumuz biraz farklıydı. Yani neye baktığımız değil neyi gördüğümüz önemliydi. Görmek ise olayı algılama ile ilgiliydi.
Düşünüyorum aslında Clementine şu an Türk Televizyonlarında yayınlansaydı ne olurdu? Sanıyorum ki Türk Televizyon tarihi böyle arıza bir çizgi film daha koymamıştır. Bilen bilir ki, cehennem olgusundan tutun ensest ilişkiye kadar her şeyi barındırıyordu bünyesinde… Şu an izleyen çocukların psikopat olmaması içten bile değil… Biz olduk yoksa haberimiz mi yok?
Yazı uzadıkça uzar. İnsanı şekillendiren ailedir, büyüklerdir. Yani tamam gözümüzden sakındığımız çocuğumuza birşey gelmesin derken onları korumak amacımız ama bu korumacılık ona istediğini yapabilme özgürlüğü veriyor. Gördüklerini uygulayabilme özgürlüğünü. Çünkü ne olursa olsun arkasında hep bir ailesi olacaktır…
Siz ne düşünüyorsunuz?