Ekim’e başlamışken…

Bu erteleme durumlarım artık aldı başını gitti. Her şeyi erteleyip duruyorum. En basitinden bir örnek vereyim. Eskiden bulaşık makinesi yok diye bulaşık yıkamak zor geldiğinden bulaşıkları yıkamaz lavabo içinde biriktirirdim. (Sanırım bu da ayrı bir hastalık.) Tamam bulaşık makinesi aldım daha tembellik yapmam derken bu kez de makinenin içine bulaşıkları koymaya üşeniyorum. Yani yine bulaşıklar lavabonun içinde birikiyor. Bununla nasıl baş edeceğim bilmiyorum. Aslında biliyorum ama onu da ertelemekten bir türlü uygulamaya başlayamıyorum. Bunlara çok fazla örnek eklerim. Hayatım sürekli bundan mustarip bir şekilde ilerliyor. Blog da malumunuz bundan nasibini almış durumda.

Ama geçtiğimiz aylardan itibaren artık bu gidişata dur demeye hazırlanarak plan yapıyordum. Sonuçta dersler başlayacak, yaz bitmiş olacak, sonbahar ile birlikte bir nefes alacaktım. Oturdum ve bir plan yaptım. Tabii gündüz çalışan biri olarak kala kala gece kalıyor plan yapmak için. Bir de hafta sonları var ama onlara da direkt müdahale etmek ne bileyim pek işime gelmedi. Ben de Cuma hariç hafta içi her gün 21:00 – 00:00 arasını standart çalışma vakti belirledim. Cumartesi öğleden sonrasına aynı şekilde üç saat pazar akşamına da aynı şekilde üç saat ekledim. Bu üç saat içine dersleri, okuma ve yazma işini sıkıştırdım. Tabii ilk aşama bu şekilde sonrası gidişata bir bakıp değerlendireceğim.

Aslında hayatım boyunca böyle planlı olmadım. Muhtemelen iş gereği plana sadık kalamayacağım ama en azından gün içerisinde bu süreyi yapacağım işlere ayırma alışkanlığı bana yeter. Yani görev haline getirmem yapmadığım zaman da suçluluk hissetmem… Tabi yine suçluluk hissedip kendimi paraladığım oluyor ama hiç bir adım sonrası gelmiyor…

Ama bir şeyler yapmak istiyorsam bu yola girmem şart. Düşünceleri hataya geçiren bir teknoloji olmadığı sürece çalışıp bunları yapmaktan başka bir çare yok.

O zaman başlıyoruz…

başlık atmakta zorlanan ben

Artık o kadar çok uzun ara başlığı attım yeni bir başlık ya bu kelimeleri atmak istemedim. Ham böyle olunca başlık bulamayan ben, en mantıklı başlığın bu olacağını düşündüm.

Bir önceki yazımda daha aklı başında şeyler yazacağım konusunda vaatlerde bulunmuştum. Gel gör ki kendimi yine yalancı çıkardım ve alnımın akıyla buradayım. Bu bir savunma olamaz ama aman ne görürsem ben de onu yapıyorum. Hani hiç bir şey olmuyor derken çok şey oluyor aslında. Acaba ben de mi saçma sapan gündem değerlendirmeleri yapsam diye düşünmüyorum değilim. Tabii bu tembellikle o nasıl olacak bilmiyorum. Bu iş istikrar işi ve o da bende yok.

Şu aralar tembelliğim beni de sinir etmeye başladı ama bunun da sıcakla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Kaşınan bacağıma bile parmaklarımı sürttüğümde bir tutam su geliyor elime. Bir de klavyeye dokunduğumda bıraktığı izler… Tamam yengeç burcuyum da bu kadar sulu yaşamak da ne bileyim…

Aslında bu arada konuşacak çok şey vardı. İzlenmiş, okunmuş… Ama ben biriktiriyorum ki hepsi bir arada olsun tolu bir şey yapayım. Sonra unutacağım o başka. Yine de bir iki kitap yazarım.

Bir de baktım 2017’den beri doğru dürüst tatil yapmamışım. Yurt içinde bile bir yerlere çıkmamışım. Tabi iş için gezdiklerim ve arada memleket ziyaretlerini saymazsam. Ne bileyim artık bana Türkiye’de tatil yapmak tatil yapmakmış gibi gelmiyor. Tabi buna etken sebeplerden biri de 3 liralık şeye 15 lira vermek. Hatta daha fazlası. Heh şimdi yurtdışı daha mı iyi diyeceksiniz elbette değil.

Bütün gün oturdum bunu düşündüm. En son 2017’de Hamburg iş dönüşü Amsterdam tatili yapmışım. Euro 4.1 TL civarlarındaymış. Ne pahalı diyorduk ona da. Aradan sadece 5 yıl geçip 18 TL olması. Yaklaşık 5 katı yani. Bu hesapların daha ayrıntılıları internette mevcut.

2016’da Tayland turu yapmıştım. Buladalarda da ne çok sevdiğimi daha uzun bir tur ve mümkünse masaj eğitimi için gitmek istediğimi yazmıştım. O zaman 1 THB (Tayland Baht’ı) = 0.0287 dolarmış. Bilin bakalım şimdi ne kadar? 0,028 USD. Şahlanan ekonomimiz nerede? O zaman bayıldığım karideslerden, ahtapotlardan bahsetmiştim. Şurada var https://kisiseldepresyonanlari.com/1648/ Gözümde o kadar tütüyorlar ki anlatamam. Fiyat etiketinde de gördüğünüz gibi 100 baht’a çoğu şeyi alabiliyordunuz. O dönem itibari ile 8-9 TL gibi bir şey yapıyordu. Şimdi ise 50 TL civarı. Çapraz kurdan dolayı olan bize oluyor. Değişen ne oldu?

Aynı şekilde Gürcistan örneği vermek istiyorum. En son 2014’de gitmişim. Yine 100 lari üzerinden hesaplarsak ki iyi paraydı 2014’de 53 lira falan yaparken şimdi 665 lira. Diğer ülkeleri saymıyorum bile. Bu işin moral bozacak daha beter ülkeleri de var. Bunları neden saydım, biz ülke olarak bu ülkeleri beğenmez ve bi küçümserdik. Hala da öyleyiz. Ama şahlanan ekonomimiz sonucu geldiğimiz duruma bakın. Hatta ben de burada durmuş bunları yazacak son insan olarak yazıyorum.

Ne diyeceğim bilmiyorum mesela elimde bir daha gitmem deyip atmayı düşündüğüm Gürcü paraları vardı. İyi ki atmamışım. Durduğu yerden kazandırdı.

Bu arada erinmedim saydım ne cevherler ne cevherler… 22 Lari’m, 17 Baht’ım, 74’de Çek Koruna’m var baya zenginim yani. Zamanında 50 lira bile etmeyen paralar şimdi 200 lira ediyor. İşin garibi çok Lari varmış, bir şekilde bunları harcamak lazım 🙂

Yazdım yine baya sanırım. Yukarıya da harita koyacaktım ama vazgeçtim.

Gündemi takip edememek

Kendime bir söz verdim ya artık yazmaya başlayıp, devam edeceğim, tembelliği bırakacağım diye aslınd bu yazı ona istinaden.

Şu an bir iş seyahati sebebi ile Aliağa’dayım. Bilmeyenler için kendini tatil beldesi sanıp olmayan bir yer diye açıklayayım. Tabi sebebi ufak bir araştırmayla ortaya çıkacaktır. Tabii il güç hafta başı derken her türlü bloğa zama konusında hazırlıksız olan ben hafta başının geldiğinden bile habersiz yeni bir yazmayı unuttum. Dün aklıma geldi ama ona da vakit elvermedi.

Çalışmak zor zanaat…

Durum böyle de olunca ne yapsın bu gariban oturup bilgisayarını açmadan eline telefonu alıp bu yazıyı yazmaya başladı. Aslında gün içinde yazma şevki ile kıvranırken bir yandam da ne yazsam diye kendimi paralamadım değil. Sonra dedim ki güncel birşeyler yazayım.

Haberlere baktım yok, gazetelere baktım yok… Ekşi sözlüğe baktım o da yok… Bi zaytung yakalar gibi oldu beni ama o da ciddiyet sınırının üstünde. Beni bilirsiniz çok ciddiyimdir.

Hal böyle olunca dedim ki kendime takip edilecek, üzerine konuşulacak bir gündem gündem yok. Var aslında ya yok işte. Bunla ilgili olarak aklıma bir söz geldi ama tamını yazmayayım. … sürülecek akıl yok bende (ben, siz, onlar).

Bu arada felsefe okumaya karar verdim. Zaten okuru çok bunaltmıyormuş gibi burada felsefe de yapmaya başlarım yakında…

Hala şöyle bir konu çıkar mı diye bakınırken bu memlekette olmayan şeylerden biri olan futbolun bu kadar çok konuşulmasına siz ne diyorsunuz? Artık iyice anladım ki biz ülkede olan bir şeyi konuşmuyoruz. Bir diğer anladığım şey ise her şeyi konuşuyoruz ve hiç bir şey anlamıyoruz. Boşuna konuşuyoruz yani. Anlamak kelimesi yanlış anlaşılmasın. Ama durum bu.

Neyse yazıma burada son verirken sonraki hafta daha iyi bir içerikle döneceğimi kendime telkin ediyorum. Her işin başı telkin… Sağdan soldan önden arkadan…

Bu arada b-movie kaynağım Tubi telif olayları yüzünden Türkiye’deki erişimi yasaklamış. 🙁 Artık VPNe tabiiyiz…

Uzun aranın dönüşü neden “Sandman”la olmasın?

Haklı bir soru değil mi? Gerçi ben yine bir şeyler yazana kadar yine ortalıkta bir çok şey dönmeye başladı. İnsanlar yemedi, içmedi izledi üstüne böyle acayip videolar çekti. İşte çalışma şevki budur…

Aslında ben Sandman ile ilgili çok çek söylemeyeceğim. Bir kıyasa girip, nasıl hayal kırıklığına uğradığımdan, karakterlerin oturmamazlığından, olay örgüsünden bahsetmeyeceğim. Zaten herkes bunu yapıyor. Ortalıkta iyi karşılaştırma videoları var. Ben sadece dizi olan Sandman’den bahsedeceğim.

Kült olmuş bir eseri yorumlamak zor. Zaten onun kadar iyi ya da onun yerine geçecek bir şey yapamazsınız. Bu konuda bazı şeyler durumlar vardır. Mesela Kubrick, Stephen King‘in The Shining‘i çekerken olayı çok farklı yorumladı ve araya iki farklı kült çıktı. İkisinin aynı kitap ya da ana fikir haricinde aynı hikayeyi anlattığından tam anlamıyla emin olamazsınız. Bir diğer durum ise Fight Club için geçerli. David Fincher kült bir film yaptıktan sonra Chuck Palahniuk‘un kitabı parladı. İkisi arasında farklar vardı. Hatta Darren Aronofsky, Requiem for a Dream‘den bir kült çıkartırken Hubert Selby Jr.‘ın metni zor okunan anlaşılması güç bir metindi. Tüm bunların ortak noktası aslında kitap uyarlamaları olmasına rağmen birebir uyarlanmamaları.

Bu hem ticari olarak hem de hikayelerin yaratıcısı olarak islenmeyecek bir şey. Şimdi Sandman‘ın bire bir çevrimine erişseniz, karakterler olaylar bire bir olsa kim çizgi roman sersini alsın ki? Sonuçta şaşalı sözler içeren uzun betimlemeler yapan bir metin de değil. Öyle bile olsa bunu iyi yansıtabilen filmler de var. Mesela Lord Of The Rings izlerken, türler çok da farklı değillerdi. Yine de kısmen de olsa karakter ve ara hikaye değişiklikleri vardı.

Yani özetle, ben hikayenin kıyaslanması taraftarı değilim. Bu yapım eserden farklı bir yapımdır. Her çeklin Batman, Batman olmadığı gibi, her çekilen Spiderman da Siperderman değil. Sandman karakterinin tuttuğunu görürsek onu farklı dizi ve filmlerde de görebiliriz. Neden olmasın?

Aslında 1989 yılında ortaya çıkan bir karakterin günümüze uyarlanma kıvamını sevdim. Zaten genel olarak Neil Gaiman işin başında durmuş ama yine de son dönem klişeleri biraz canımı sıkmadı değil. Karakterlerin tamamı eşcinseldi. Tama orijinal hikayede de vardılar olmaları da gerek ama sadece bunları mı ön plana çıkartıp dizide kullanmak gerekliydi soruyorum. Madem öyle çizgi romanlarda hayvanların rüyalarının bölümü de vardı onları da ekleseydiniz. Eşitlik herkes ve her şey için değil mi? Neyse bu konuya girmeyeceğim.

Genel olarak kendini izleten ama izledim gitti dedirten bir dizi olmuş Sandman. Yüksek bütçeli olmasına rağmen yer yer basit duran görsel efektler beni tatmin etmedi. Bir de ses olarak daha iyi bir performans beklerdim.

bir diğer dönüş

Bakıyorum döndüm dedikten sonraki yazım yaklaşık bir ay sonra geliyor. geçen sefer de aynı tabiri kullanmışım. Aslında tam bir ay sonra yazsam daha makul olurmuş. Malum yeni yaş falan. Neyse şu an da Kurban Bayramı. Yani önemli gün sayılır. Sayılır diyorum çünkü klasik bir cümle kuracağım: Nerede o eski bayramlar.

Vallahi teknoloji ile birlikte evrimini geliştiren insanların ilerlemesi çok normal. Anormal olan geçmişe özenmesi. Demek ki biz bir şeyleri yanlış yapıyoruz. Doğru yaptığımız ne var diye sormak lazım. Ah be dön dolaş aynı yerdeyiz.

Neyse çok hazırlıklı çıkmadım yola bu yazıyı yazmak için ama şu bir gerçek ki yapmak istediklerimi yapamadım bu tatilde. Yine bir şeyleri erteledim. Yaza bağlıyorum bunu. Zaten tüm tembelliğimi bir şeylere bağlıyorum. Hadi hayırlısı. Hem bu ara bir şeylere kafamı bozmam lazım. Melankoli lazım. Gerçi insan yaşlandıkça ondan da uzaklaşıyor insan…

sanıyorum döndüm

Bir on gün daha yazmasam bir ay olacakmış. Gerçi kaç on atlattım o da ayrı bir mesele. Ben yine bıraktığınız yerdeyim. Boş vaktimi film ve dizi izleyerek öldürüyorum. Biraz da okuyarak. Onun haricinde Şu sayfayı her pazar açıyorum öylece bakıyorum. Sonra diyorum ki, “ya ben pazartesileri yayımlıyorum yazıları daha bir gün var”. Sonrası malum. Pazartesi hengamesi, hızla geçen hafta içi derken yine aynı döngüye giriyorum.

Pandemiden sonra size de zaman çok hızlı geçiyormuş gibi gelmiyor mu? Yoksa bu benim yaş almamla ilgili mi? Ankete açık bir soru. Ama sanıyorum ki pandemi ile alakalı. Düşünsenize 20 yaşında körpeciklerin bile hayatından kaç sene geçti. Acaba nüfusa başvurup bu iki seneyi yaştan düşebiliyor muyuz? Hadi haklı sebeplerimiz var ve bu oldu diyelim, acaba vücuda bir ekleme yaptırabilecek miyiz?

Nasıl olsa öleceğiz değil mi? Ha bu gün ha yarın. Gerçi şu hayatı yaşıyorsam geçmiş hayatımda çok kötü biriydim herhalde. Güney Kore inancına göre iyi hayvanlar eğer iyilerse sonraki reenkarnasyonlarında insan olabiliyorlarmış bana hak görülen de bu olabilir. Sadece ben değil de sanıyorum Türkiye’de yaşayan herkes böyle bir olayın içinden geçmiş olmalı. Hepimiz bir cehennem simülasyonunun içinde olmalıyız. Bunun daha mantıklı bir açıklaması var mı?

Ah neyse bu konuyu kapatacağım.

Kendime hazırlıksız yakalandım. Konu kapandı ama devam edecek bir konu var mı? Araya bir iki film, kitap sıkıştırabilirim ama bunu da yapmak istemiyorum. Zaten şurada bol bol yaptığım şeylerden biri. Sanırım daha ciddi konulara eğilmeliyim. Proaktivitemi nasıl arttırırım işine girsem okur mu acaba? Ya da benimle yaz diye bir köşe yapsam bir iki saat boyunca yazsam, hem yazmama hem de yazdırmama vesile olur mu? Denemek lazım aslında.

Geçenlerde yok olma korkusu kaplamıştı içimi. Düşünsenize birden dünyadan siliniyorsunuz derin bir karanlıktasınız ve esameniz bile okunmuyor. Sanıyorum buraya yazmıştım o zamanlar uzun uzun. Hep bir üretim içinde olayım arkamda bir şeyler bırakayımın peşindeydim. Şimdi ise tam tersi oldu. Aman ölmeyecek miyiz deyip hiç bir şey yapmıyorum. Mesela niye bir kütüphanem olsun fikrine kapıldım ki? Muhtemelen otuz yıl içinde öleceğim ve bunlar da çöpe gidecek. O zaman biriktirmenin ne anlamı var? Bazen bunu ilişkiler için de düşünüyorum. Dedim ya zaman zaman takıldığı şeyler bunlar. Bakalım bir sonraki nasıl bir şey olacak. Hayırlısı artık.

Yazıma burada son verirkene aklıma Grup Vitamin’in Hıyarsın şarkısı geldi. O zaman öyle kapatalım.

Şiyirime burda son verirkene
Bir dakika doktor bey geliyorum
Şiyirime burda son verirkene
Seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum
He bide yeni bir kedi aldım
O da çok şeker
Gidişim suskun olmuştu ama dönüşüm muhteşem olacak

Aradaki boşlukları doldurmak – 2

Nerede kalmıştık. Aslıda ben hatırlıyorum sadece sizi denemek için sordum. Ben yazıya sadece 22 saat sonra devam ediyorum ancak bunu 160 saatten önce yayımlamam diye düşünüyorum. Bu da bana kıyak olsun. Gerçi bazı yazacağım filmlerin zamanı geçiyor insanlar zaten çoktan bir ton yorum okumuş oluyor ama olsun ya bana arşiv olur.

Ama her akşam böyle rutin bir yazma planı tutturursam keyfimden geçilmez benim. Aslında bunu yapabilirim ama biraz daha az izlemem gerekecek o zaman. Varsın izlemeyeyim ne olacak ki? Bir şey kaybetmem herhalde. İzleyince de kazandığımı iddia etmiyorum son dönemlerde. Siz de benim gibi çok sıkılıyor musunuz bir şey izlerken? Ben bazen 1.5 X ile bitiriyorum her şeyi. Şimdi hep Netflix’den gidiyorum ama o da iyice baydı. Hepsi birbirinin aynı. Netflix yapımlarının öyle bir derdi var maalesef.

Gittiğim gördüğüm ülkelerin filmlerini izlemeyi seviyorum. Gürcistan’da bunlardan biriydi. Şimdi hemen Batum demeyin ben Tiflis’den bahsediyorum. Yani düşündüğünüz gibi değil. Gerçi artık olmazda. Benim gittiğim zamanlarda bir Lari 1,4 lira falanken şimdi olmuş 5,2 lira. Bir de o dönem bize göre her şey ucuzdu öyle düşünün. Neyse daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Şimdi aklıma geldi yazının birinci bölümünde Tayland’dan bahsetmiştim ama onun ekonomisine girmemiştim. İlginç bakın mesai başladı ya pazartesi itibariyle algım değişti. (Önceki yazıyı pazar akşamı yazmıştım)

Comets için aslında resmin altındaki yorumum devam ediyor. Hikaye bir şey anlatmıyor. Güya bir lezbiyen ilişki var ama sanki o da yok gibi. Böyle sürekli 72 dakika boyunca bakıp duruyoruz. Sonuç sıfır. Hala böyle filmler kaldı mı diye sormadan duramıyorum kendime. 2019’da hala oluyormuş demek. Boş verin derim.

Pieces of Her gizemliymiş gibi başlayan bir kitap uyarlaması. Fena başlamıyor ama sonradan kendi içinde çelişkiye düşüp kendinden uzaklaştırıyor izleyiciyi.

Feria: The Darkest Light iki kız kardeşin anne ve babasının ortadan birden kaybolmasının ve ailelerinin de bir tarikata bulaşmasını anlatıyor. Aslında ergen tripleri olmasa fena bir dizi olmayacakmış ama o tripler çekilmiyor.

Kıyamet Deneyi ve Kabir Azabı filmlerini yandaki resimlerden okuyabilirsiniz. Daha fazlasını yazamam muhtemelen.

Yakamoz S-245 hakkında ne yazsam kenara afişini koysam mı bilemedim. Yazarken keşke bir iki denizciye sorsalarmış Abi koca basınçlı denizaltıyı elinizde tahta ile çekiç kullanarak nasıl yamarsınız. Askerlerin yaklaşımı falan. Arkadaş hepsini seçme mi topladınız. Vallahi ne diyeceğim bilmiyorum. Kıvanç falan hak getire. Evet kadro iyi ama senaryo cacık.

Into the Night Yakamoz S-245’den sonra izlediğim dizi. Bunun sebebi aslında Yakamoz S-245’in ön dizisi niteliğinde ve bir yerde de buluşuyor. Evet bu dizinin senaryosunda da saçmalıklar var ama bir yakamoz değil. Belçika yapımı olması biraz daha esnek hale gelip karakterlerin geçmişine romantik hikayelerine de yer vermişler. İzletti kendini ama devamı gelse ne olur şüpheliyim.

Seni Bulacam Oğlum! aman bulmasın bana uzak olsun hala bu filmler çekiliyor ya yazık ne diyeyim. How It Ends saçma sapan bir kıyamet sonrası mı felaket filmi mi ne bilemedim. October Faction değişik vampirler, kurt adamlar envai çeşit yaratıkları avlayan gizli teşkilatın bir aile çevresindeki hikayesi. Bilemedim. Şahane Hayaller aman boş ver tadında bir film boş verin izlemeyelim.

The Bubble kovid döneminde film çekmeye gelen oyuncuların o esnada yaşadıklarını belgeselmiş gibi anlatan aynı zamanda film endüstrisine de inceden giydiren bir film. Ben filmi David Duchovny oynuyor diye izledim ama siz izlemeseniz de olur.

Yaksha: Ruthless Operations Koreli aksiyon filmi. Aksiyon var olay yok. Aksiyon da tatmin etmedi. Sanıyorum devamı da gelir. Nerede o eski hayran kalarak izlediğimiz Kore aksiyon filmleri?

Marmaduke ilk animasyon filmi bu oldu sanırım listedeki. Çocuklar için ama büyükler içinde izlenebilir. Eğlenceli kafa yormayan bir film.

The Pentaverate izlemesinden çok anlaması zor bir dizi. Bazı espriler bizim toprakları aşıyor. Genel anlamda hoşnut kaldım diyebilirim. Kanada, Amerika ayrımı güzeldi. Aykut Enişte 2 üçüncüsü olmaz inşallah.

Bundan sonrası için galeri oluşturup resimlerin altına yazıyorum yorumlarımı. Üstündeki yorumları beğenirsem belki altına yazmam.

Kalanını da haftaya diye düşünüyorum ancak yine yakalayamadım gündemi. İşte nerde çokluk orada bokluk boşuna dememişler.

Şimdi herkes o kadar beklemiş etmiş şapmış da tamam bu da olmasa iyiymiş. Artık niyetlenmezler sanırım bir yenisine.
Bakalım devamı gelecek mi? Bir kitap değil elbet ama yine de izlemek fena değil.
İzleme sebebim anlaşılıyordur. Onun haricinde gayet düz bir aksiyon. Artık şiştik bunlardan.
Festival filmleri içerisinde en sevdiğim.
Unutmuşum bunun ne olduğunu
Günümüz ev fiyatları derken neden İstanbul’da yaşanmadın dediğim olaydır. Film rahatsız edici ama tam benlik. Av lazımsa siz de izleyin derim
İşte size B-Movie ama biraz erotik. E bilim kurgu aksiyon dersen o da var. Ama detaylar devam edersem b-gore serisinde gelir muhtemelen.
Bir diğer sanatsal filmimiz de Undine. Berlin’de bir ilişkiyi baz alan film de sanıyorum ben bir şeyler kaçırdım. Tarih falan filan diyorlar ama ben çok bişi göremedim. E bir de işin mitolojik boyutu var gibisine. İşte anlayamazsınız.
Heh işte film gibi film. Festivallik dersen var. Anlatım dersen var. Sıkıcılık dersen yok. Eğlenceli, ibret verici. Hayatı çok da şey etmemeceli. Kesin izleyin derim.
Müziklerinin ödüllü olduğunu bir film. Blogda Taner Yücel röportajına ulaşabilirsiniz zaten. Film dersen sanki kısası daha iyiydi ama uzun versiyonu da o gerçek dünyaya girmemizi sağlamış.
King uyarlaması bütçesi iyi eh kendini izletiyor. Daha fazla yorum yok.
Fantastik bir cinayet hikayesi. Oldukça başarılı bir şekilde kurgulanmış ve oynanmış. Zaten görsellik de iyi. Genç bir kız okumak için geldiği şehirde bir otel odasında garip bir kişiye bürünür. Bu kişi ise onu cinayetlerin ortasında bırakacaktır.

Aradaki boşlukları doldurmak…

B-Gore serisini bitirdikten sonra blogda bir boşluk oldu farkındayım. Tabii yazmayıp eldekileri kullanırsan onlar da bir yere kadar idare edecek. Bu ara yazmakla ilgili sıkıntımdan sizlere bahsetmiş miydim? Aslında yazmak ile ilgili bir sıkıntım yok ama nedense bir türlü başına oturamıyorum. Burada bolca bulacağınız bir boş vermişliğin içerisindeyim yine. Akabinde de uyku krizleri ki dün 18 saat uyudum nerdeyse dersem yalan olmaz. Şimdi bile uyumamak için direniyorum. Takdir edersiniz ki bu da zaman zaman oluyor. Ben bunu hala geçemeyen mevsim geçişine veriyorum. Yani sanırım öyledir.

Bu arada izlediklerim ve okuduklarım da var ancak onları da paylaşmıyorum. Burayla eş olarak aslında sosyal medyayı da daha sık kullanmam lazım. Bir kaç ay sonra ikinci kitap çıkacak ve şu an bir şeyleri tanıtmanın en kolay yolu sosyal medya. Ama işte ben bunu yapamıyorum. Bu blogda da bu tarz girişimlerim hep kısa kaldı, sonu gelmedi. Çok göz önünde olmak benlik değil sanırım. Bir yandan olsun istiyorum biryandan da olmasın.

Yazının gidişatı yine belli değil. Ancak hızlıca okuduklarımdan ve izlediklerimden de bahsedeceğim diye bir plan yaptım kafamda. Yoksa bu yazı amaçsız sorgusuz bir hale gelecek. Eskiden ne güzel düşündüren, öğreten, öğrendiğim, araştırdığım şeyler paylaşırdım. Bunları paylaşmamaktan mıdır, tekrar etmemekten midir nedir bilmem, hepsini unutuyorum. Bir şey vardı, şöyle şöyleydi diyorum ama adı hiç aklıma gelmiyor. Eh isim vermediğiniz zaman da hiç bir şeyin kıymeti kalmıyor. Belki de yaşlılıktır. Erken bunama falan. Neden olmasın ki?

Hala iş ile kişisel hayat balansını kurabilmiş değilim. Tam kurdum diyorum, kitabı yazdım pandemi patladı evden çalışmaya başladık. Tam evde düzeni kurduk iş ayrı, aşk ayrı diyorum, ofis açılıyor. Şimdi bir de hibrit çalışmaya geçtik. Ne olacak bilmiyorum. Bazen böyle beyni yarsalar da yarısı iş yarısı özel hayat için çalışsa diyorum. İşte tam da böyle bir dizi yapmışlar. Adı Severance.

İnstagram alıtısında da paylaştığım gibi bence bu senenin en iyi dizisi. Hikaye yavaş aksa da kurgu ve olay örgüsü sizi meraklandırıyor. Ayrıca görsel olarak tatmin edici, çekimler hem göndermeli, hem de çok başarılı. Dizinin yaratıcısı Dan Erickson adında biri. Ama bu adam var mıdır yok mudur belli değil. Daha önce hiç bir işi yok sadece 2017 yılında biri özel teşekkür etmiş bu arkadaşa. Gizemli değil mi? Bence de.

Dizinin detayına girmeyeceğim gerisi size kalmış. Bence merak edip izleyin. Ha bu arada dizinin çoğu bölümün yönetmeni prodüktörü Ben Stiller. İlginç değil mi? Oyuncular ve oyunculuklar ise ayrı bir olay. O zaman hikayeye girmeden burada bitireyim bu konuyu en iyisi.

Tabii bu aralıkta izlediğim çok fazla dizi ve film oldu. Sonuçta yıllardır sürekli hastalık derecesinde bir şeyler izleyen biriyim. Şimdi böyle deyince de sanırım bu konuda destek almam gerekebilir. Ancak zaten farkında olduğum bir şeyin desteği nasıl olacak onu da bilmiyorum.

Dünyada en çok satan kitapların kişisel gelişim kitapların olduğunu biliyor musunuz? Buna rağmen gelişememezi çok acayip bir çelişki. Bir de son dönemlerde çocuk kitapları yetişkin kitaplarından daha çok satıyor hem de bir yetişkin kitabı fiyatına iki üç tane alabilirken. Biz hep yapamadıklarımızı çocuklarımız yapsın diyoruz ama arkadaş sen elinde telefonla dolanırken o çocuk neden kitap okusun ki? Ayıp ama.

Bazı dizi ve filmlerden bahsettim mi bilmiyorum ama bahsettiysem de yeniden anmakta bir sorun görmüyorum. Hellbound bunlardan birisi. Güzel yerde bitti başarılı ve hayalini kurduğum bir din ve sistem eleştirisi. Devamı konusunda bir bilgi yok.

Hometown Cha-Cha-Cha benim ince çizgim. Ne de olsa Shin min Ah oynuyor. Romantik Kore dizisi işte. Arcane oyun uyarlaması, zaman geçirmek için işte. The Whole Truth ise Tayland yapımı. Sırf Tayland hasretim geçsin diye. Yoksa pek bir olayı yok. Pişmanlıkların ortaya çıkardığı gizemli delik hakkında.
Inspector Koo var sonra bu da polisiyeli Kore dizisi. Bakıyorum yine uzak doğu yapımları almış gitmiş.

Araya bir belgesel sıkıştırmak isterim: The Movies That Made Us. Zamanında kült olmuş filmlerin ne şartlarda çekildiğini anlatan çok keyifli bir belgesel. İçinde hangi filmler yok ki. Kesinlikle izlenmesini tavsiye ederim. Bu arda belgesel demişken İçimdeki Canavarlar: Billy Milligan’ın 24 Yüzü de izlenmesi gerekenler arasında.

Aslında bir de bahsedilmesi gereken Jean-Pierre Jeunet filmi var listede. Big bug. Tabii Jean-Pierre Jeunet‘dan normal film beklemek biraz saçmalık. Bu film de aynı şekilde. Oyunculukları, işlenişi, renkleri çok sevsem de sanki ben biraz tereddütte kaldım film ile ilgili.

Bir de Pera Palas’ta Gece Yarısı var. Tarihi manipüle eden eserler benim hoşuma gidiyor. Her ne kadar bu dizi tüm izlediğimiz / okuduğumuz bu tarz eserlerin bileşkesi olsa da ben sıkılmadan izledim. Ama keşke daha özgün olaylar anlar olsaymış ya. Sanıyorum kolaya kaçmak bizim kanımızda akan bir kod. Kopyala yağıştır ve olsun. Ne diyeyim.

The Guardians of Justice süper kahraman olan ama büyük sorumluluk altında sıkıntılar yaşayan bir süper kahramanın hikayesi. Sonuçta onlar da insan da süper kahraman da ne bileyim böyle olmasaydı. Archive 81 de havada kalmış bir umut verirken sonrasını getirememiş diziler arasında. Cracow Monsters ergen soslu büyü dizisi. Ek biraz karanlık olunca izliyoruz ne yapalım. Black Crab dünyayı kim kurtarıyor sorunsallı aksiyon filmi. Escape the Undertaker interaktif dedik bağrımıza bastık ama o nedir arkadaş. Evlerden uzak.

The Cursed. Diziyi hatırlamak için bakmam gerekti ya düşünün siz onu tarzı bir Kore doğaüstü dizisi.

Şimdi sayfaya resimlerin yerleşimi açısından biraz lakırdı yapmam lazım. Yoksa çok güzel durmuyor sürekli ve ben buna çok takıyorum. Gerçi mobilde falan çok daha farklı çıkıyor o da ayrı bir durum. Gerçi yazarken gördüğüm karakter büyüklüğü ile okurken gördüğüm farklı ama onu da unuttum. Aslında yine sitenin tasarımını değiştirme vakti geldi gibi de tembel ben nasıl yapacak bu işi emin değilim.

Kendime yakın bulduğum dizilerden biri oldu Uysallar. Gerçi Türkiye’de yaşayanlar için uygun olmaması çok garip bir şey olurdu. Yine de bizi iyi film izlemeye alıştıran Onur Saylak ve Hakan Günday için bence kötü bir filmdi. Hatalar ve eksiklikler çoktu. İşte aslında beklentiyi ne olursa olsun yükseltmeyeceksin.

Midnight Mass değişik işlenmiş bir vampir dizisiydi. Baştan söyleyeyim parlayan ışıldayan vampirler yok. Zaten ben de o sebepten izledim. Biraz daha altı dolsa iyi olacakmış ama işte izleniyor.

Kafa yormasın diye izlediğim dizi oldu The Last Bus. Görevini yaptı ve yormadı da. Eski metalcilerden olunca, gerçi hala öyle sayılırım Metal Lords‘u izlemeden geçmeyeyim dedim. E sonuçta ergen filmi ne diyeyim ki?

Tomorrow hala devam eden Kore dizisi. Şimdi saat geç oldu yaklaşık iki saattir de ben bunları yazmaya çalışıyorum bari yazacaklarımı ikiye böleyim diye karat vermişken sıra bu diziye geldi. Bari hakkında iki laf edeyim öyle kapatayım konuyu. Muhtemelen yazının devamı sonraya gelecek. Bu arada aklıma geldi eskiden izlediklerimi unutmayayım diye yazardım. Tabi illegalden takılıyorduk genelde. Hala belki… Hım… Şimdi legale dönünce nasılsa geriye dönüp bakıyorsun diye yazmıyorum ama arada çok kaynayanlar var. Aslında kenara köşeye bir şeyler koysam mı okunanlar izlenenler diye bilemedim. Neyse diziye dönüyorum ve bitiriyorum.
Öncelikle bu diziden neden bahsetmek istedim onu açıklayayım. Öyle matah bir şey değil. Bence izlenmesin daha iyi. Ancak bizim dizilerde olmaması gerekeni biz bunların önüne geçsin diye yapıyoruz mantığı varken bu Korelilerde biraz farklı işliyor. Nasıl mı? Kore’de intihar oranın yüksek olduğunu duymuşsunuzdur. Bunun önüne geçmek için yapılmış bir dizi bu. Artık oran o kadar çok ki Kore tanrıları işe el atıyor ve ölüm melekleri arasında intihardan vazgeçirme timi kuruluyor. İntihara meyilli arkadaşlar öbür dünyadaki uygulama ve telefonlarda beliriyor ve ekibimiz de bu kişileri kurtarmaya çalışıyor. Heh şimdi elin Korelisi bu işi böyle yaparken, biz tecavüz olmasın diye tecavüzü, şiddet olması diye şiddeti gösteriyoruz. Tabii daha neler gösteriyoruz neler ama benim pilim bitti benden bu kadar.

Yalnız uzun zamandan beri bu kadar uzun yazı yazmamıştım. Aferin bana. Yoksa bunlar bir şeylerin ayak sesleri mi?

B-Gore 13: Karanlık bir deha – Dr. Goldfoot and the Bikini Machine


Eğlenmeye, gülmeye muhtacız azizim. Bunlara muhtacız muhtaç olmasına da dünyada sürekli devri daim eden kötülük ne yazık ki bizim eğlenip gülmemize bir türlü sebep olmuyor. Tabi bu duruma bir diğer sebepte biz insanların gereksiz kasıntıları. Bunu daha popüler bir tabiri ile ifade etmek gerekirse “duyar kasmaları” bizim bir türlü eğlenmemize olanak sağlamıyor. Kahkahalarımızın ardında hep hüznün olmasına ya da önlerine birer bariyer sermenize sebep oluyor. Bu durumda maalesef bu hayatta iki yüzlü olmamıza kendimiz olamamamıza sebep oluyor. Belki de toplumumuzun en büyük sorunu bu.

Hal böyle olunca ben de size evde köşe bucak saklanarak güleceğiniz (!?) bir hikaye anlatmak istedim. Hikayemizin ana kahramanı ise yine yine bizi bu iki yüzlülüğe iten kötülerden biri. Gerçi ben bu konuda biraz tereddütteyim. Bu kahramana bir Robin Hood mu demeliyiz yoksa… En iyisi ben hikayemizi anlatmaya başlayayım ve kararı hep birlikte verelim.

Dr. Goldfoot and the Bikini Machine

Efendim hikayemiz 60’ların San Francisco’da geçiyor. Giydiği pardösünün altında ne olduğunu merak edebileceğiz türden güzeller güzeli bir kadın sokakta yürümektedir. Ama bu kadına araba çarpar bir şey olmaz, banka soyan hırsızların kurşunlarına maruz kalır bir şey olmaz. Şimdi diyeceksiniz ki bu kadın nasıl kadın? Şimdi spoiler vermek gibi olmasın ama kadın bizim Dr. Goldfoot’un yaptığı robotlardan biri.

He, şimdi aslında kendi yazacağım yazının spoilerini verdiğim için nasıl devam edeceğim konusunda bir tereddüte düştüm. Durun şöyle devam edelim zaten her şey karma karışık oldu.

Şimdi bu kadın aslında 11 numaradır. Yani Dr. Goldfood’un yaptığı on birinci robot. Bu robotların hikayesi de şudur. Dünyanın en kötü ve zeki bilim adamlarından olan Goldfood gizli üssünde yarattığı bu güzel ve seksi robotlarla dünyadaki tüm zengin iş adamlarını tavlamakta ve adamın tüm mal varlığını bu robotların sayesinde üzerine geçirdikten sonra onları başka avlar için programlamaktadır. Yani aslında bizim büyük kötünün olayı bu. Vizyonu dar. Öyle bir teknoloji yarattıktan sonra gideyim de dünyayı ele geçireyim, uzaya koloni kurayım gibi dertleri yok. Goldfoot öyle bildiğiniz karanlık kötülerden değil. O diğer kötüler nedir arkadaş, yok öldürelim asalım keselim.

Biraz da Goldfoot’u tanıyalım. Öyle derinlemesine bir adam değil bu adam. Gayet düz mantık düşünen bir karakter. Mesela altın ayakkabı giymeyi seviyor ve bu sebepten dolayı adına da Goldfood demiş. Öyle komplike bir karakter yok karşımızda. Tabii ki bu kötülük aileden geliyor ve o sadece kötü bir ailede yetişmiş bir çocuk olarak ailesinin mirasına layık olmaya çalışıyor. Çok kafam karıştı şu an. Bildiğin hayırlı evlat bu ya hu!

Continue reading“B-Gore 13: Karanlık bir deha – Dr. Goldfoot and the Bikini Machine”

B-Gore 12: Bir gurup uzay suçlusu: Alien Outlaw


Gün geçmesin ki dünyamız istilalar altında kalmasın. Bunlar çeşitli duygusal tatminlerin istilası olmakla birlikte maalesef bu dönem gördüğümüz gibi virüs istilaları da olabiliyor. Ancak hepimiz tüm bu sorunlarının özünün insan olduğunu biliyoruz. Yakıyor yıkıyor kendine göre bahaneler uyduruyoruz. Ben ve benim gibi küçük bir kısım da uzaylıların gelmesini bekliyor. İşte şimdi size uzaylılar dünyamıza geliyor ve istilaya başlamadan önce yine Amerika’mızın güzide kasabalarından birinde direnişini anlatan bir hikaye anlatacağım. Ancak bu uzaylı istilacıların her biri birer kanun kaçağı. Hangi kanun, hangi düzen, hangi dünya diye sormayın. Belki TrES-4’den belki de Epsilon Eridani b. Ne önemi var ki? Önemli olan dünyamızı istila etmeye çalışmaları.

Allien Outlaw

Şimdi ben istila, istila deyip durdum ama bu adamların pardon uzaylıların yaptıkları pek istilaya girer mi bilemedim. Öncelikle neden varlar onu bilmiyorum bir diğer husus ise, dostum bu uzaylılar mükemmel silah kullanıyorlar. İşte şimdi aklı selim düşününce bu adamların uzaylı olup olmadığı konusunda da tereddütlerim çıktı ortaya. Pekala aynı dünyanın geleceğinden ya da açılan paralel evren kapısından geçip gelmiş olabilirler. Bu yazı da ne teoriler uçuyor değil mi? Durun durun daha siz hiçbir şey görmediniz yani okumadınız. Belki görmek istemezsiniz o konuda bir şey diyemeyeceğim. Ama ailenizin anlatıcısı ben -aile burada pek uygun kaçmadı değil mi?- size görmediklerinizi anlatmak için varım.

Her şey bir yaz günü gökyüzünde etrafa ışıklarını dağıtarak ortalıkta dolanan UFO’nun gözükmesiyle başlıyor. Sonra sanıyoruz ki bu UFO bir yerlere iniyor. İşte bu arkadaşları uzaylı sanma sebebimiz bu aracın gözükmesi. Gerçi araçları pekala diğerleri de gitmiş olabilir. Sonra bu UFO karesi ile eski model Amerikan arabasının karesi arasında soldurma efektli bir geçiş olduğunda anlıyoruz ki bizim uzaylılarımız burada. O esnada evin kapsından elinde bavulla patronunun Luciano Pavarotti olduğunu iddia eden bir adam çıkıyor. Şöyle adama bir göz gezdiriyorum ama olsa olsa Pavarotti’nin koruması olur. Ben elinde hiç müzik aleti görmedim. Elinde kocaman bir silah hem de bunu vücuduna asmış. Pavarotti neden böyle bir koruma tutsun ki? İlk dakikadan aklıma takılan bu soru işaretleri nedir?

Bizde yolcularken su dökerler. Burada da böyle işte.
Coğrafya…
Continue reading“B-Gore 12: Bir gurup uzay suçlusu: Alien Outlaw”
Back to Top