- Gerçekliğiniz Kimin Elinde? Severance: Bir Zihin Hapishanesiresulefe tarafından
Blogda diziden bahsetmiştim ancak dizi öyle kolayca ele alınmadan geçiştirilecek bir dizi olmadığından biraz detaylı bir şekilde okuma yapmak istedim. Bu belki de bu yazı diğer yazıların devamı olur. Bu işi de yaparken de izlemeyenlerin merakını heyecanını kaçıracak bazı ayrıntılara girebilirim ancak mümkün olduğunca bunu yapmamaya çalışacağım. Burada diğer dizi ve film yazılarında olduğu gibi, kurgu ve görsellik açısından bir yorum yapmayacağım. Zaten onlar ayrı bir yazının konusu olur.
Severance iş ve özel hayatı birbirinden tamamen ayıran bir teknolojiyi kullanan şirket ve çalışanları üzerine kurulu bir hikâye. Hani şu modern plaza deyimi ile “iş-özel hayat dengesi” üzerine… Bunu yaparken, distopik bir hikâye yaratarak, kimlik, özgür irade, bilinç, hafıza ve şirket kültürü gibi konular hakkında oldukça gerekçi ve bir o kadar da rahatsız edici bir betimleme yapıyor. Aklımda tam bir yazı kurgusu yok, özgür ve bilinçli bir birey olduğumu düşünerek spontane ilerleyeceğim.
Kimliksiz Bir Uyanış
Dizinin açılış sahnesi tam bir bilinmezlik ve kaos barındırıyor. Adının sonradan Helly R. olduğunu öğrendiğimiz -ya da kendisine de bu olduğu dikte edilen- bir kadın masada yatar bir şekilde bilinçsizce uyanıyor. Tamamen yabancı bir yer, mat ve soğuk renkler… Ardından anı soğuklukta bir ses ona adını söylemesini ve kendisini kendini tanıtmasını söylüyor. Ancak kadın kendi hakkında bir şey bilmiyordur. Korku ve dehşet içerisinde etrafa bakınır. Aynı izleyici gibidir. Aynı soruları sorar: Kim? Buraya nasıl geldi? Burası neresi? Neden hiçbir şey hatırlamıyor?
Kimliğimizi yansıtan şey genelde hafızamızda olan şeylerdir. Bizi biz yapan, gelişmemize ve şu anda olduğumuz kişi olmamıza yarayan şey, geçmişimiz, anılarımız ve onlardan öğrendiklerimizdir. Günün birinde siz de bu karakter gibi uyansaydınız ne hissederdiniz?
Tak bir bakış açısından düşündüğümüzde bu mantıklı geliyor. Günde 8-9 saat belki de zorunlulukla, istemeyerek çalıştığımız işimizin üzerine bir sünger çekip sadece hovarda halimizle, sadece yapmak istediğimiz şeylerle baş başa kalıp istediğimiz birey olmak aslında çok mantıklı gibi gözüküyor. Düşünsenize normal hayatınızda iş ve sorumluluklarından haberiz gezip dolanıyorsunuz banka hesabınıza paranız yatıyor ve çalışmak zorunda değilsiniz. Tam bir çocukluk- öğrencilik hayatı.
Helly R. Daha sonra kendileri gibi olan ve artık işlerinde profesyonelleşmiş ekip arkadaşları ile tanışıyor. Yaptıkları iş veri düzenlemek. Ama ne yaptıklarını bilmiyorlar da. Günlük, haftalık ve aylık, çeyreklik, yıllık hedefler onları bekliyor. Yani hepimizin bildiği şeyler.
Burada ekip arkadaşları ve dizinin ana karakteri Mark S., Helly R. ‘a Severance prosedürünü ve yaptıkları işi özetliyor. Orada da bunu yaparken bir ayrışma var; Dış dünyadakiler “dışsallar” (outie), şirketleri Lumon’un kapısından içeri adım attıklarında ortaya çıkan “kişiler” ise “içseller” (innie). Bu durum aslında bize başka sorular ile dönüyor.
İçseller ve dışsallar aynı kişiler midir? Hayatınıza dair hatırladığınız bir şeyler olmadan oturttuğunuz kimliğiniz var olabilir mi?
Elbette sorular arttırılabilir. Hayatınız sadece bir binadan ibaret. Neler düşünür, neler sorgulardınız. Platon’un Mağara Alegorisi’ni düşünün.
İlk başta yukarıda da belirttiğim gibi çalışanlar açısından bakıldığında yani ben olan benim dışsal benliğim, iki ayrı bilince sahip olmak bir tür özgürlük olarak görülebilir. İşyerindeki benlikler, dış dünyanın sorunlarından etkilenmez. İş dışındaki benlikleri de işyerinde yaşanan sıkıcı veya stresli anlardan bir haberdir. Ancak etik açıdan bakıldığında bu düzenin adaletli olup olmadığı oldukça tartışmalıdır.
Burada iki taraftan da karakterlerimize bakalım.
İçseller, kendi seçimlerini yapabilir mi?
Bu kesinlikle mümkün gözükmüyor. İşyerinde var olan versiyonlar, tam anlamıyla kapana kısılmış, sıkışmış bir yaşam sürmektedir. Onlar için hayat, sadece koridorlar, ofisler, masa, sandalyeden ibarettir. Bir şekilde gün bittiğinde, var oldukları yer yine aynı yerdir. Onlar için zaman bir saat ile şekilsel olarak belirtilmiş olsa da bir döngü içinde sıkışmışlardır. Onlar için hayat sadece burada ve budur, hiçbir zaman alternatif bir şey olmayacaktır. Bu durum, içsellerin gerçekten özgür olup olmadığını sorgulamamıza sebep olur. İçinde var olduğumuz dünya küçük bir alan ve ofisten ibaretse -burada genellikle hayatlarımızın bir köşeye zaten sıkışıp kaldığından bahsetmiyorum bile, siz bunu da referans olarak alabilirsiniz- bir de hafızanız silinip dünyayı sadece küçük bir ofisten ibaret sanırsan, bunun adı gerçekten yaşamak mıdır? Sorular ve örnekler arttırılabilir.
Peki ya dışsallar?
Dış dünyadakiler için ise bu ayrılma, kişisel acılardan bir kaçış anlamına gelir. Nitekim Bunu Mark karakteri üzerinden görebiliyoruz. Mark, eşini kaybetmenin acısını unutmak için bu prosedüre gönüllü olarak katılmıştır. Diğerlerinin ise başka sebepleri vardır. Ancak dışsallar, ofiste neler yaşandığını asla bilemez. Bu, içsel benliğini kontrol edilemediği anlamına gelir. Peki bu bağlamda özgürlük, ya da yaşamak, geçmişi unutmayı seçmek, onun getiri ya da götürülerinden pay çıkarmayı bilmeden sadece unutmayı seçmekle sağlanabilir mi?
Peki etik mi?
Bilinci ikiye ayırma karşımıza ütopik bir hikâye gibi çıksa da “gelecekte neden karşımıza çıkmasın” diye huzursuz etmeden de durmuyor. İkiye ayrılmanın etik olup olmama konusu kimin açısından baktığınızla çok orantılı. Eğer bir birey, kendi hafızasının bir kısmını sildirme kararı aldıysa, o anki benliği bunu rıza ile yapmış olur. Bu sorgulanamaz. Ancak bu karar, gelecekteki ben’lerinin yaşayacağı hayatı ne kadar etkileyecek, ya da üzerine konuştuğumuz içsellerin hayatını ne kadar etkileyecek bu bir başka konu.
O zaman üzerine birkaç soru:
Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) filmini hatırlayalım. İnsanlar, acı verici anıları unutmak için hafızalarını manipüle etmek ister mi? Bu gerçekten bir iyileşme mi olur, yoksa kimliği eksikliği mi?
Bir diğer soru da Gerçeğe Çağrı (Total Recall) ile karşımıza çıkıyor. Beynimizi ve bilincimizi manipüle edecek bir teknoloji geliştirdiğimizde, bunu kim kontrol edecek?
Şirkete ne demeli? Birey Üzerindeki Mutlak Hâkimiyet?
Günümüz iş dünyasında, çalışanların kişisel hayatları ile profesyonel hayatları arasındaki sınır giderek belirsizleşiyor. İş saatleri dışında telefon görüşmeleri yapmak, e-postalara yanıt vermek, işle ilgili düşünceleri akıldan çıkaramamak ve “şirket ailesi”, “şirket kültürü” kavramı gibi olgular, günümüz çalışma kültüründe hayatımıza empoze dilen ve normalleşmiş şeyler olarak karşımıza çıkıyor.
Bunun bir etkisi olarak ikiye bölünme yani dizinin tabiri ile Severance prosedürü, bu duruma aslında güzel bir çözüm bulmuş. Lumon çalışanları, ofisteyken dış dünyaya dair hiçbir şey hatırlamıyorlar ve dış dünyada da işyerinde yaşadıkları hiçbir şeyin farkında olmuyorlar. Bu sistem iş ve özel hayatı mükemmel bir şekilde ayıran bir çözüm gibi gözüküyor ancak gerçekte çalışanları tam anlamıyla köleleştiren bir düzene dönüşüyor.
Günümüz dünyasında büyük şirketler, çalışanlarından “aidiyet” ve “bağlılık” talep ederken, Severance’da Lumon, bunu daha yüksel bir noktaya taşıyor ve çalışanlarının bireyselliklerini elinden alıyor. İçsellerin, dış dünyayı hiç bilmemeleri, dışsalların ise içsellerin hayatına dair bir fikrinin olmaması içeride çalışan benliğin, iş yerinin kurallarına ve yöneticilerine mutlak bir şekilde bağımlı olmamasına sebebiyet veriyor. İstifa etmek, iş değiştirmek ya da haklarını savunmak gibi ek imkanlar sürekli dışsallarının kontrolünde olduğundan bu durum imkânsız hale geliyor. Aslında bu durumu günümüz dünyasında ekonomik krizler ve dayatılan talepler için de görebiliyoruz.
Severance’ın yarattığı dünyasında bir çalışan, sadece işini yapan bir makineden ibaret. Geçmişini, tutkularını, hayallerini ve arzularını bilmeyen biri. Talep edebileceği şeyler hakkında da bir bilgisi yok. Bu durum sıkı yönetim şekli tarafından da çıkarları dahilinde oldukça agresif olarak kullanılıyor. Kısıtlı mola ve eğlence imkanlar, cezalar…Burada günümüz kapitalizminin insanı sadece üretkenliği üzerinden değerli gören anlayış, uç noktaya ulaşmış durumda.
Gerçek hayatta çalıştığımız şirketlerin uydurdukları aidiyet sloganları ile çalışanlarını daha fazla sömürmeye çalıştığı sıkça görüyoruz. Dizide bilgisayar başında anlamsız sayıları temizleyen karakterler, yaptıkları niçin ya da nedenini bilmezler. Zaman zaman sorgulasalar da aidiyet kültürü ve iş yetiştirme sorumluluğu çoğunlukla bu düşüncelerin karşısına çıkar. Bu durum, modern ofis-çalışma hayatındaki birçok insanın yaşadığı şeyleri yansıtır.
Günümüz şirketlerinde, işlerin büyük bir kısmı üretici olmaktan çok, sistemin devamlılığını sağlamaya yöneliktir. Süreci sorgulamak ya da geliştirmek gibi bir düşünceye girmezler. Pek çok çalışan, ne işe yaradığını tam olarak anlamadığı raporlar hazırlar, e-postalar gönderir. Çoğu anlamsız ve sonuca bağlanmayan toplantılara katılır. Günün sonunda bitmeye bir iş yükü ile başa çıkamaya çalıştırdıklarını düşünürler Severance’da da tamamen anlamını bilmedikleri bir görevle meşgul edilerek “iş yapıyormuş” gibi hissettiriliyor.
Burada David Graeber’ın “Tırışkadan İşler” (Bullshit Jobs) kavramını bahsedebiliriz. Modern ekonomide aslında gereksiz olan ancak iş yaratmak için uydurulmuş bir sürü mesleğin varlığını görebiliriz. Lumon’un iş modeli de bu fikri bir gerçeğe dönüştürür. Çalışanlar, neden yaptıklarını bilmedikleri işleri yaparak zamanlarını geçiriyorlar ama sorgulayamıyorlar.
Özetle, şirket günün sonunda sizin ne kadar özgür olduğunuza, dünyanızın ne kadar büyük-küçük, renkli ya da siyah-beyaz olduğu ile ilgilenmiyor. Onlar için önemli belirli finansal tarihlerde hedefinize ulaşıp ulaşamadığınızdır. Onlar için aslında artısı ve eksisi olan bir sayıdan ibaretisinizdir. Burada önemli olan “şirket kültürü”nü çalışanlarına empoze etmektir. Evet burada başarılı olmanın kıstaslarından biri de boş bir beyni eğitmenin daha kolay olacağıdır. John Locke’un “Tabula Rasa”sından yola çıkarsak bu şirketler için bulunamaz bir nimet gibi gözüküyor. Beki buna “yetişkin bir birey olma” faktörü nasıl etki eder? Dizi bir çocuk karakter ile bunu da bize sorgulatıyor.
Biraz da gerçeklik
Dizide en çok oynana şey de gerçeklik algımız. Gerçeklik, algılarımızın bir ürünü mü, yoksa zihnimizden bağımsız, mutlak bir olgu mu? Gerçekliğimiz ve onu nasıl deneyimlediğini salt olarak bize ait midir yoksa sürekli bir manipülasyona maruz mu kalıyoruz? Devlet, medya, şirketler… Algımız, bilincimiz sadece bize mi ait? Ben bu soruların cevabına sadece evet diyebiliyorum. Ama detaylandırma konusunda da sıkıntı yaşıyorum. Çünkü bu bilinci kabul etme olgusu beni biraz tedirgin ediyor. Severance’da ise bir şirket tarafından manipüle edilen bir dünyada bu deneyimin nasıl olabileceğini sorguluyor. Burada dizideki şirket Lumon Industries, gerçeklik algısını, verdiğimiz kararların bize ait olup olmadığı olgusunu paramparça ediyor.
Dizide Lumon’un çalışanları, şirketin sunduğu anlatıya mahkûm edilmiş durumda. Gerçeklikleri, onlara sunulan bilgiyle sınırlı.
Burada, George Orwell’in 1984’üne gündeme yapmadan geçmemek lazım. “Gerçekliğin partinin kontrolünde olduğu” unutmayalım. Büyük şirketler ve otoriter yapılar, insanlara yalnızca belirli bir gerçeklik algısı sunarak, kontrolü bilgi, uydurma bir tarih ve gerçeklerin manipülasyonu ile onların davranışlarını ve düşüncelerini yönlendirip yönetebilirler. Ayrıca birbirinden ayrılmış iki ayrı birey Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki, “kontrol edilen mutluluk” fikrini hatırlatıyor. Bireyler, kendilerine sunulan sistemin dışına çıkmayı asla düşünmedikleri için isyan etmiyorlar. Biz günümüzde, ekonomik ve siyasal sıkıntılar dahilinde bile olsa, elimizdeki gerçekliği kaybetmemek, bilginin gerçekliğinden emin olmadığımız için isyan fikrine uzak davranıyoruz. Severance da benzer şekilde, işyerindeki benlikleri dış dünyaya dair hiçbir bilgiyle donatmayarak, onları şikâyet edemeyecek hale getiriyor.
Gerçeklik oldukça kırılgan ve ince bir çizgi. Severance, bunu ve nasıl kolayca manipüle dilebileceğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu dizide her ne kadar Lumon tarafından yapılsa da günümüzde insanlar, yalnızca kendi inançlarına uygun haber kaynaklarını takip ederek alternatif gerçeklikler yaratıyorlar. Çalışanlar, hayatlarının büyük bir kısmını işte geçirirken, kişisel kimliklerinden giderek feragat diyorlar. Gerçekten mutlu olup olmadıklarını, neyi neden yaptıklarını sorgulamadan iş dünyasının içinde kayboluyorlar. Şirketler, tıpkı Lumon gibi, insanlara neyin onları mutlu edeceğini dikte ediyor. Gerçek mutluluk yerine, şirketler tarafından tasarlanmış yapay bir memnuniyet sunuluyor.
Severance aslında birçok soru işareti ile bizi baş başa bırakıyor. İkinci sezon itibariyle her bölüm bir başka sorunun kapısını aralıyor. Bu anlamda, yalnızca bir kurgu değil, modern toplumun yaşadığı dünyanın, varlık ve gerçeklik krizinin bir yansıması olarak da karşımıza çıkıyor.
Blog
- Gerçekliğiniz Kimin Elinde? Severance: Bir Zihin HapishanesiBlogda diziden bahsetmiştim ancak dizi öyle kolayca ele alınmadan geçiştirilecek bir dizi olmadığından biraz detaylı… Daha fazla okuyun: Gerçekliğiniz Kimin Elinde? Severance: Bir Zihin Hapishanesi
- Bir Yıl, Bir An, Bir HiçlikUzun zaman olmuş. Aslında birkaç aylık boşluklara alışkınım ama bir seneyi aşan bir ara şöyle… Daha fazla okuyun: Bir Yıl, Bir An, Bir Hiçlik
- bir şeyleri bıraktımSürekli yaptığım gibi. Sonra tekrar tuttum. İlerledim ve durdum. Yine, yeniden. Sürekli yaptığım gibi. Gözlerim… Daha fazla okuyun: bir şeyleri bıraktım
- Bu hafta için bir kaç izleme önerisi – 3Geçen hafta fazladan bir öneri eklemişim aslında 4+2 formülü ile ilerlemeyi düşünüyordum bu hafta düzelteyim.… Daha fazla okuyun: Bu hafta için bir kaç izleme önerisi – 3
- Bu hafta için bir kaç izleme önerisi – 2Bu hafta için daha sakin, yumuşak filmler seçtim. Hatta bazıları için ayrı bir yazı yazmak… Daha fazla okuyun: Bu hafta için bir kaç izleme önerisi – 2