B-Gore 11: Bir uzaylınız eksikti: Killer Klowns from Outer Space


Geçtiğimiz günlerde Ferhat Uludere’nin Palyaçodan neden korkarız? yazısını okuduktan sonra ben de bu ilginç yazıya referans olabilecek bir film anlatayım dedim. Tabi durum böyle olunca sepetimde altlarda duran bir yazıyı hemen üstlere doğru çıkardım. Lanet olsun ki bu çok da zor olmadı. Neden mi alt sıralardaydı sorusuna ben de soru ile karşılık vereyim: Palyaçolardan neden korkarız ya da korkar mıyız? Aslında bu soruya tam anlamıyla verecek bir cevabım yok. Hani korkmak demeyeyim de çok fazla haz etmem kendilerinden. Düşünsenize daha dünya gözü görmeden, okuyup izledikleri ile palyaçoları tanımış bilmiş bir insanım ben. Daha ne bekliyorsunuz? Tabii bunda en büyük pay Stephen King’e ait. Bunu da belirtmeden geçmek istemiyorum.

Killer Klowns from Outer Space

Filmimiz 1988 yapımı ve adından da anlaşılacağı gibi palyaçolarımız var ve bunlar, yeryüzündekiler yetmemiş gibi bir de uzaydan gelmişler. Ama yeter mi? Uzaydan geldikleri de yetmezmiş gibi üstüne üstlük katiller. Ben bir aşureyi biliyorum bu kadar karışık malzemeli ve harika kombinli olarak. Sağ olsunlar bir de bunu eklediler üzerine.

Filmi yıllar önce izlemiştim. Zaten vakti zamanında, bu filmi izlemeyen yoktur diye düşünüyorum. Ha, hatırlamıyorsunuzdur o ayrı konu. Neden mi bu kadar eminim, çünkü filmin Türkçe dublajlısı var. Tabii benim bundan haberim yoktu. Madem yazacağım oturayım baştan izleyeyim, bir de yaş kemale ermeye çalışırken hangi bakış açsıyla filmi değerlendiririm diye düşünürken filmin Türkçe dublajlısına rastladım. Yani şimdi “yaş kemale ermek değimi” ile benim yazdığım bu filmleri bağdaştırmaya çalışmayın bunu başaramazsınız. Baştan söyleyeyim dedim.

Filmin Türkçe dublajlısını görünce bari onu izleyeyim dedim. Sanırım ilk izleyişim olacaktı ya da dönemin televizyon kanallarında izledim de hatırlamıyorum. Zaten bu filmler isimlerinden başka bir şey bırakmıyor akıllarda. Durun düşününce kendimi yalanladım şimdi. Nasıl çok kararlıyım değil mi?

Bir türlü filme giremedim değil mi? Bilinçaltım mı uzatıyor bilmiyorum. Yok yahu palyaçolar var diye uzatmıyorum işi yanlış anlaşılmasın.

Neyse, kara verdim ve izlemeye başladım. Aman Allah’ım ben nasıl böyle bir dublaj şaheserini kaçırmışım bilmiyorum. Resmen kendimi paraladım izlerken. Fevkaladenin fevkinde bir dublaj vardı filmde, kesinlikle tavsiye ederim. Yani böyle o dönemin yerli filmlerinin diyalogları ve gündelik sohbetleri desem ama değil. Gözümü kapattığımda farklı bir dünya, açtığımdaysa farklı bir film karşıladı beni.

Continue reading“B-Gore 11: Bir uzaylınız eksikti: Killer Klowns from Outer Space”

Akademi ödülleri ve değerlendirmeleri eşliğinde nereye gideceği belli olmayan yazı

Uzun başlığı attıktan sonra tüm meramı anlatmışım gibi bir boşluğa düştüm aslında. Ne yazardım ki? Ucunu o kadar açık bırakmıştım ki yazının, olayın, hikayenin nereye gideceği konusunda korkuya kapılmaya başladım.

Size de öyle oluyor mu? Muhtemelen oluyordur çünkü bu klasik yazan problemi. Nasıl anlatsam, nerden başlasam, kaç kişiydik o zaman bak, kaç kişi kaldı şimdi… Durun iş ÖFM’ye kadar gitti. Ama bazen de öyle oluyor. Bir şeyler başka şeyleri çağrıştırırken onları alaşağı edince yeni bir şeyler çıkıyor ortaya. Nasıl hayat akıyor ve bu akış içinde bazı şeylere müdahale edemiyorsak ya da bu şeyler kendiliğinden gelişiyorsa, işte bu şekilde yazıyı da serbest bırakmak gerekiyor. Serbest bıraktığınızda hem doğal hem akıcı oluyor. Sonuçta hayatta herkesin her şeyini bilemiyorsunuz değil mi? Bir bölüme, bir kesime odaklanmanız gerekiyor. İşte o odak yazacaklarınızın kalıbı kurgusu oluyor. İş bu kadar basit.

Şimdi burada Ötekileşmiş Filmlerin Mesaisi’nden bahsedecekken konu gitti yazmak üzerine döndü ya, işin biraz ucu kaçtı gibi. Ama eminim ki sizi yaylı koltukların süngerini yırtmış ucundan çıkan yaya kadar rahatsız etmemiştir. Böyle bir durum da vardı eğil mi? Sıkıştırılmış samanlı koltuklar falan…

Geçmişte yaşamak tam anlamıyla bir eziyet.

Neyse ki geçiş hatıralarda kalıyor ve çoğunu zaten yeniden yazıyor kurguluyoruz. Uyduruyoruz. Ah bakın yeni bir yazım tüyosu size: Geçmişinizden bir şeyler yazını. Nasıl olsa anlattıklarınızın çoğu yalan.

Evet şimdi dönelim başlığın ilk iki kelimesine. Aslında şuradaki yazımda çok yanılmadım. Düşüncelerimin bir çoğu çıktı. Şimdi emin olamadım bundan. Çıkmadı sanırım. O yüzden bununla ilgili bir şey yazmadım. Bu arda gündemi nasıl da takip ediyorum görüyorsunuz. Yani stokçu değilim ben. Yazıyorsam o an yazıyor “yayımla” butonuna basıyorum. Yazmıyorsam ya unutmuşumdur ya da tembellik etmişimdir. Bunun devamını daha da getiririm. Çirkinleşirim de. Zaten bu aralar yine kendimle kavgalıyım. Bu arada Diken’de gözlerimin önünde eriyor, onun için de çok üzgünüm. O yüzden bu şarkıyı size bağışlıyorum. Ayrılmadan dinleyin diye de yana sıkıştırıyorum.

Vallahi ergenliğime götürdü bu şarkı beni. Benim ergenliğim de uzun sürdü aslında. Bazı şeyleri sanırım tam anlamıyla hazmederek yaşıyorum. Hala kendimi genç hissederken, bir yandan da vücudumun dediği dur’lar gerçeği yüzüme vuruyor. Ama çoğunlukla kafasının içinde yaşayan ben, bundan da bir çıkar yol bulacağımı düşünüyorum. Tabii buna ömrüm yeterse.

Sanıyorum benim de bu dünyadaki azabım “vah”lanmak. Yani yukarıda da yazdığım gibi sürekli kendimle didişmem. İşte insanların dertleri farklı oluyor. Ben de dönüp dönüp aynı yere geliyorum. O yüzden hayatım tekrarlarla dolu. Sürekli aynı filmleri izliyorum, sürekli aynı şarkıları dinliyorum. Sürekli aynı kitap aralarındayım. Sanırım “coğrafya kaderdir” dedikleri şey bu. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yaşıyorsun. Groundhog Day filminin içine sıkışmış gibi. Herkesin farklı bir tekrarı var. Ve ne yazık ki bu tekrardan bir kişinin çırpınışıyla çıkamıyorsun. Tekrarlar sürekli ve herkes için olunca haliyle birlikte hareket etmen gerekiyor. İşte o birlik bizde yok.

Olmayacak! Olamayacak! Kendimden biliyorum. Kendimle o kadar kavgalıyım ki, bir bir başkasıyla uzlaşmam imkansız. Çünkü hepimiz öyleyiz. Daha doğar doğmaz başlıyoruz kavga etmeye. Kadını erkeği, çocuğu çoluğu, ayakkabısı, kapısı… Her şeyiyle. Genetiğimizde yok bu. Kodlanmamışız. Mutlu değiliz. Mutlu olamıyoruz. Hepsinin daha fazlasını istiyoruz. Bu istek, arzumuz silinse belki bir şeyler değişecek. Tabii buna eklenecek çok şey var… Her birine olan açlığımız, onu körükleyerek daha da beter ediyor. Hiç bir şeyi kullanmayı bilmiyoruz. Zaten kullanma kılavuzlarını okumayan bir milletiz. Kendi kılavuzumuzu da okumuyoruz. Hep deneyerek, kulaktan dolma tecrübelerle anlamaya çalışıyoruz kendimizi. Sonuç ortada. Aslı olmayan bir mitin peşinden koşuyoruz sonra ve ona inanıyoruz. İnanmayı bırakın o kadar sıkıştırıyoruz ki kendimizi, on ikiye, üçe, bire bazense sıfıra indirgiyoruz. Lakin ne kadar daraltırsak daraltalım yine de anlamıyoruz ama güzel yönetiliyoruz.

Belki de biz öğrenmeliyiz. Öncelikle neyi nasıl öğreneceğimizi bilip. Belki de biz…

Yazının devamına şarkının oynat tuşuna basıp devam edenler (oynat kelimesi içime sinmedi yazının burasında belirtmek istedim) normal bir okuma süresi içerisinde muhtemelen şu an şarkının nakaratına geldiler.

Her şeyi gören sen, göremedin mi beni? Her şeyi duyan sen duyan sen, duyamadın mı beni?

O zaman biraz duralım ve bu haklı serzenişe katılalım.

.

.

.

Bir yandan da yazıyı başlığa nasıl getireceğimi düşünüyorum. Bunun en kolayı yazının ortasına üç noktayı koymak. İster yan yana, ister alt alta. Genelde yazım dilinde yan yana tercih edilir. Bir zorunluluk değil tamamen ticari kaygı. Hepsinde olduğu gibi. Mesela bir Bond filmi varsa listede neden En İyi Orijinal Şarkı ödülünü ona vermeyelim ki. Sonuçta geçmişi olan ne olursa olsun pirim yapacak bir film. Tamam eskiden yenilikçiydi de, şimdi standart aksiyondan başka ne kaldı. İşte arada çıkan şarkıları. Ona da verelim bir ödül artık.

Mesela giriş yapmış oldum. O zaman bu dakikadan sonra yazının akşını değiştirebilirim. Dune çok ödül almasına rağmen ben en iyi filmi beklerdim. Ama CODA’dan zaten ümitli olduğumu belirtmiştim. Ancak En İyi Uyarlama Senaryo ödülü oldukça uyarlama olmuş. Jane Campion’da nasıl En İyi Yönetmen Ödülü aldı onun da gönlü olsun demişler işte. Encanto nasıl aldı ödül onu da anlamadım yani daha iyi görsellik, daha sağlam hikaye olan animasyonlar da vardı neye göre değerlendirdiler ki? İlginç vallahi. Bir diğer ilginçlik ise en iyi erkek… Zaten sansasyon da oldu. Alacak kadar iyi miydi? Kesinlikle hayır. Şovunu yaptı mı, kesinlikle evet. Vallahi Will Smith rolüne girmiş. Yazıda bahsetmiştim ya Richard’ın kızlarına yaptığı iyi mi, kötü mü düşünülür diye. Heh Will’de onu yaptı. Neyse giden gider kalan sahalar bizimdir.

.

Bazen de böyle şeyler yapmak lazım. Bilindik isimleri kullanıp merak uyandırıp yazının sonuna iki paragrafla işi bitirmek. Sonuçta okumak zor zanaat. Yazmaksa daha zor.

Bu ara okunanlar

Evet, aslında bunları daha önce okumuş ve Instagram’da paylaşmıştım. (Bu Instagram da çok oldu ama) Sorma dedim ki burada da olsun. Hem neden olmasın ki? Gerçi kitaplar hakkındaki düşüncelerimi resim üzerine yazmışım bunlara ekleyecek bir şeyim yok. O sebeple kitap arkalarını yanlarına ekliyorum.

Çok gariptir ki ek olarak laf edecek bir şeyim de yok şu an. Sanıyorum henüz bir şeyler birikmedi. Ya da bu satırları telefondan yazıyorum diye tam odaklanamadım. (Bunları anlatırken bile uzattım sanki, neyse sustum.) O zaman kitaplar.

Şüpheli Şeylerin Keşfi – Bihter Sabanoğlu

Her gün çehresi değişen kadim kenti farklı birgözle izliyor Bihter Sabanoğlu.
Tesadüf süsü verilmiş bir karşılaşmanınardından eski mektuplar kutulardan çıkıyor vegeçmiş ile şimdi arasında bir yolculuk başlıyor.Bu, sadece karakterlerin yer aldığı bir yolculukda değil üstelik. İstanbul’un tarihi mekânları da Ayla ile Edhem’eeşlik ediyor.
29 gün çeken bir Şubat ayı boyunca sürenroman birbirini hiç görmeseler de beraberbüyümüş iki insanın geçmiş ve olası intiharlarıngölgesinde bir araya gelmesine odaklanıyor.
Karagümrük Stadı’na yani Çukurbostan’a bakanpencerede bir ses. “Çıp çıp çıp, çı çıp, çı çıp, çıçıp.” Mektuplar annelik hakkında ne anlatabilirki? “Çıp çıp çıp, çı çıp, çı çıp, çı çıp.” Bizans’ınpeşindeyiz ama o da sanki bizim peşimizde.“Çıp çıp çıp, çı çıp, çı çıp, çı çıp.” Geçmişinsihirli kutusu açıldığında, Ayla ve Edhem biraraya gelip her şeyi anlatacak. “Çıp çıp çıp, çıçıp, çı çıp, çı çıp.”


Tiamat – İhsan Oktay Anar

“Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı. Kutsal Rüzgâr sular üzerinde okşar gibi anaforlarla esiyor, güneş ve ayın, burçlar ve yıldızların henüz yaratılmadığı zifirî gecede, gözleri mucizevî bir dokunuşla açılmış halde bizzat kendini, yani
karanlığın yine ta kendisini gören kör tabiatı sanki teselli ediyordu.
Onun uyanıp cisimleşmiş hâli olan diğer çelik canavarın belirsiz silueti ise satıhtaki zayıf aydınlığın hemen altında âdeta kımıltısızdı.”

İhsan Oktay Anar’ın derin denizlerde kurduğu âlemde, o belirsiz, kımıltısız siluetin hem içinde hem dışında, olağanüstü bir hikâyede, hikâyeyiz.


A-71 – İskender Pala

“Peki kim kalbin akıldan daha önemsiz olduğunu söyleyebilir ki? Sana evrendeki düzenin tıpkı kan dolaşımı gibi kalbi esas aldığını, her şeyin kalple anlaşılabileceğini, evreni açıklamak için aklın yetersiz kalacağını ama kalp ile yapılan yönelişlerin kâinattaki düzene uyum sağladığını nasıl anlatmalıyım, bilemiyorum. Aklınla sihirbazlık düzenekleri kurabilirsin ama kalbinle sihir yapabilirsin. Akıl bir depremin rakamsal şiddetini ölçebilir ama kalp rakamın neden öyle takdir edildiğine vâkıf olur. Akıl sahnelenen oyunu izah eder, kalp oyunun yazarını anlamanın peşindedir. Akıl hadiseleri açıklar, kalp ise hadiselerin perde arkasındaki sebebi. Akıl bilgidir, kalpse bilgelik.”

Yıl 2023, Sina Çölü’nde bir uçak düşer. Yolculardan bazıları son derece gizli ve esrarengiz ilişkiler ağının parçasıdır. Bölgeyi yeniden şekillendirmek isteyen kimi okültist ve evanjelik üst akıllar, dijital ağların patronları, güç odaklarına bağlı insan hakları dernekleri, medya aktörleri, terörist örgütler ve coğrafyanın savrulan insanları, gençler, bebekler…

Elinizdeki roman, değişmekte olan ve daha da değiştirilmek istenen dünyanın gelecek kodlarını, nano teknolojinin hakimiyeti ile kalbi arasında sıkışmış bir delikanlının kaderine kilitleyen nefes nefese bir hikâye; A-71’in hikâyesi. Viyana Kuşatması’ndan 2071’e uzanan bir macera.

İskender Pala’nın her zamanki yetkin kaleminden…


Zamir – Hakan Günday

Yeni bir binyılın arifesinde, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan Zamir’in görevi ne pahasına olursa olsun savaşları durdurmaktır. Baş döndüren barış senaryoları, komplolar ve mücadeleler içinde Zamir şu soruya yanıt arar: İnsan nasıl barışır?

“Demek ki bu evrende her şey bir şarapnel. Ve genişlemekte olan, aslında bir şarapnel bulutu. Demek ki Samanyolu ve içindeki güneş ve etrafındaki dünya ve üzerindeki insan ve aklındaki her şey bir şarapnel. Düşüncesi, inancı, duygusu, icadı, hepsi. Demek ki insan insana saplanmak için var… Zaten öyle olmasaydı bu kitap olmazdı.”

2022 Oscar adayları ve benceler

Blog iyice film bloguna döndü. Zaten istatistiklere baktığımda da genelde filmler ön planda. Yıllardır bir şeyi yanlış yaptığım kesin ama hala ne olduğu konusunda emin değilim. Emin gibiyim ama bunu ispat edemem. Yanı söyle söyleştiğimi, video yapan insanlar o kadar iş tutturuyor ki on beş senelik blogda ben bunu beceremedim. Bunun sebebi memleketimdeki insanların okumaması mı yoksa benim bunları üne kavuşturacak kadar ünlü olmamam mı?

Neyse bir ses efektiyle geçiyoruz. Eh video çekmiyorum diye böyle fışşşııt bam diye efekt sesi yapmayacak değilim. Bu arada bam diye bu sitemkar adamın gidip ceketli papyonlu memleketimin tv stüdyolarında pardon evinin bir köşesinde yorum yapan bir adamı düşünün. Heh işte o.

Şimdi aslında ben bunları Instagram’da yazmıştım. (Son dönem bunu çok yapıyorum değil mi? Ama ne yapayım, her şey orada dönüyor. Gerçi burası için de bazı kaygılarım var. Neyse papyonlu halime dönüyorum.) Ona şuradan ulaşabilirsiniz Mesela beğenip, takip de edebilirsiniz. (Tam youtuber gibi oldum değil mi? Yapacağım bu işi.) Blog’da olsun diye buraya da ekleyeyim dedim ve belki de bazı eklemeler yaparım diye düşündüm. (İçimden bir ses sürekli gevezeliğe devam et diyor. Yazmıyorum yazmıyorum, sonra da durduramıyorum kendimi. Neden bu işkencem?)

En iyi film ve en iyi animasyon olarak iki bölüme ayırdım. Ve benim seçimlerim en sonda yer alacak. O zaman başlayalım.

En İyi Film

Continue reading“2022 Oscar adayları ve benceler”

B-Gore 10: Derdinize bin dert daha: Üç Süpermen Olimpiyatlarda


Gündem o kadar yoğun ki ben bu gündem yapıcıların konu bulmaktaki ustalıklarını hayranlıkla izliyorum. Aslında bu konuda bir atölye açsalar da biz de katılıp onların engin bilgilerinden faydalanarak ufkumuzu genişletsek. Oysa, kendimi evime kilitleyip dışarıda olan bitenle ilgilenmediğim zamanlarda hayatımdaki tek aksiyon tuvalete gidiş, pardon evin odaları içerisinde gezinişlerim. Hangi odada ne şekil yatsam düşünceleri haricinde aklıma gelen ekstra bir şey yok maalesef. Düşüncelerim bembeyaz bir sayfa resmen. Tabii bu kadar boş kafayla insanın en iyi yaptığı şey, uyumak, uyumak ve yine uyumak. Eh benim de yaptığım farklı değil haliyle. Sona ebleh ebleh ortalıkta dolaşıyorum.

Baktım günler, haftalar ve hatta aylar bu miskinlikle geçiyor, “olmaz böyle” dedim ve kendime bir dert edinme çabasına giriştim. Bir şeyler bulmalıydım ve onun üzerine kafa yormalıydım. Tabii bir de bu miskinliğin içinden sıyrılıp bir B Filmi yazısı da yetiştirmem gerekiyordu. Birçok düşünce ve yeni atılımlarım sonuçsuz kalırken, o zaman ben mi bir B hikaye yazsam diye düşünmeye başladım. Bir taşta iki kuş yani. Ama baktım o da olmadı, aslında sürekli saçmalarken orada nasıl saçmalayacağımı bilmedim ve aklıma zaten kitabımda da olan bir film geldi. Bu filmin etkisinden çıkmam zaman alır, her ne kadar uykusuz gecelerime sebep olacaksa da bir nebze olsun miskinliğimi atıp düşünmeme belki de gündemimi maniple edecek kadar bir şeyler üretebilmeme sebep olabilirdi. Tabii bu yükü tek başıma taşıyamam. Affınıza sığınarak sizi de ortak etmeliyim.

O zaman başlayalım.

Üç Süpermen Olimpiyatlarda

Filmle tanışmam aslında 2000’li yılların ortasına dayanıyor. O zamandan bu zamana kadar da bir daha izlememiştim. Merak ediyorum televizyon kanalları bu filmi hiç yayınladı mı? Tabii bizim dönemlerde internetten film izlemek gibi bir şey yok. Sayfa kendini zor yüklüyor zaten bir de video mu yüklenecek. İki fotoğrafa bakacağız diye saatlerce bekliyoruz. Daha sonra bu televizyon kanallarının sayısı arttı ama onlar da ne verirse kabulümüzdü artık. Bir dönem televizyonlarda özgünlük vardı en azından ama ne demişler “bir’den çıkan bir’e döner.” Bütün kanallar da aynı şeye döndü sonunda. Yahu çok içe yolculuk, maneviyat yüklü bir cümle serisi olmadı mı bu? Bakın, dedim ben size bu film nelere kadir.

Şimdi dakika bir gol bir. Film jeneriği akarken bir yandan da İstanbul semalarında dolanan bir Süpermen görüyoruz. Yere o kadar yakın geçiyor ki suya düşmemesi, tekneye vurmaması, bir dama çarpmaması mucize. Derken birden bunlar üç oluyor ve yetmiyor üstüne birden bir kendimizi hipodromda buluyoruz. Herkes şokta. Sonra, bir oluyor, iki oluyor, üç oluyor derken bir yandan benim beynim çalışmaya başlıyor. Hoba… Daha film başlayalı bir dakika olmuş ve ben sorgulamaya başlıyorum. “Olimpiyatlarda at yarışı var mı?” Binicilik var sanki ama böyle hipodromda koşan atları hatırlamıyorum. Küçük bir araştırma yapmam lazım derken, bildik atletizm görüntüleri ile karşılaşıyorum ve “tamam” diyorum “olay bağlandı.” Seyirci bulamamışlar zağar bu görüntüleri koymuşlar. Keşke futbol maçı seçselermiş. Beynim böyle mantıklı bir açıklamanın sonucunda gevşiyor ve kendine geliyor.

Derken (sanırım bu “derken”leri çok kullanacağım) karede bir amca beliriyor. Çinli tipinde ama Çinli desem de Çinli değil. Kıyafetler öyle, sakalları da. Yanında da iki abla, bu amca başlıyor nutka. Önündeki mikrofon eşliğinde bize kötünün tanımını yaptıktan sonra daima iyilerin kazacağını anlatıyor… Durun bir dakika. Burada bir alt metin okumasına girip Freudyen bakışla olayı ele alırsak… Aaah ne oluyoruz? Bu durum uzun sürmüyor. Sonra birden ekrana 15 kanal ses mikseri giriyor. Çinli olarak düşündüğüm adamın parmakları 15. kanalı ileri ittiriyor ve biz İstanbul semalarında uçan sarışın Süpermen’e bağlanıyoruz. Süpermen “seni dinliyorum profesör” diyor. Hım demek bu Çinli profesörmüş. Bakın nasıl konuşuyorlar diye hiç sorgulamıyorum bile. Hikmetinden sual olunmaz. Öyle çok fazla şey etmeyeceksin. Bulut mulut bunlar. Sonrasında da filmin asıl açıklayıcı kısmı geliyor. Demek sabır en büyük erdemmiş.

Continue reading“B-Gore 10: Derdinize bin dert daha: Üç Süpermen Olimpiyatlarda”

B-Gore 9: Uzaydan gelen şifacı: Dr. Allien


Çalışmanın en iyi tarafı sabah programlarından uzak durmak. Bu programların algoritması o kadar iyi yazılmış ki evde boş durduğunuz zamanlarda izlemekten kendinizi alamıyorsunuz. Bir gün, iki gün, üç gün derken birdenbire kendinizi onun şefkatli kollarına bırakmış hissediyorsunuz. Bu programların en ilgi çekici kısmı da doktorların sağlıklı yaşam için bin bir türlü öğüt vermesi. Buna korona mevzusu da eklenince etrafta uçuşan tarifler, şifalar derken insan ne yapacağını şaşırıyor.

Tabii bir de ortalıkta dönen aşı mevzusu var. Yok genetiğimizle oynuyorlar, yok yan etkileri böyle, insanı kodluyorlar derken herkesin kafası karıştı. Ama ben size bambaşka bir aşı ile tanıştıracağım. Bomba Dr. Allien’dan geliyor. Yan etkiler bile belli. Denekler üzerinde sayısız araştırılma yapılmış, test edilmiş onaylanmış. İsterseniz Dr. Allien’ı ve aşısını biraz daha yakından tanıyalım.

Dr. Allien

Efendim yine Amerika’nın güzide kasabalarından birindeyiz. Akşam vakti arabasıyla usul usul giden bir adam radyoda UFO haberlerini dinleyerek eğlenir. Tabii Allah’ın sopası yok, derken onu bir UFO takibe başlar. Bu amca panikle kaçarken kaza yapar ve ölür. Sonra öğreniriz ki bu adam lisenin biyoloji öğretmenidir.

Şimdi gelelim bir diğer arkadaşa. Wesley lisede okuyan ezik ve inek bir çocuktur. Sürekli zorbalığa uğrar ve Leanne adında bir kıza aşıktır ama bu şekilde bir hayatla onun yanına yaklaşmak ne mümkün. Yine böyle olaylı bir sabahın ertesinde Wesley biyoloji dersine girer. Gençler bizim yaşlı hocayı beklerden birden sınıfa beyaz önlüklü seksi bir kadın girer. Bu eski biyoloji hocası yerine gelmiş Xenobia adında bir hocadır. Herkes onun dersini merakla dinlerken Xenobia deneylerinde yardımcı olması için sınıftan bir öğrenci seçer. Bu öğrenci de bizim ezik Wesley’dir.

Continue reading“B-Gore 9: Uzaydan gelen şifacı: Dr. Allien”

B-Gore 8: Sevgi ve umut adresi: Badi


Biz uzay limanları kurup gemicikleri oralardan yürütme planları yaparken aslında yıllar önce memleketimize uğrayan bir uzaylının hikayesini anlatmak istiyorum. Kendisinin geçmişini bilmiyor olsak bile içimiz pek bir ısındı ona. Halbuki yüzüne baksan “at hırsızı bu” dersin…

Şimdi bu arkadaşın hikayesine geçmeden önce bazı kavramsal konulardan bahsedelim. Ders niteliğindeki bu sıkıcı satırları okumadan sonraki satıra atlayabilirsiniz. Efendim, “B filmi” diye adlandırdığımız film türü, Holywood’un o şaşalı filmlerini göstermeden önce halkı oyalamak için ortaya çıkmış bir tür. Düşük bütçesi, abartılı efektleri ve biraz da erotizme vuran akışıyla kendine yer edinmiş. Tabii sektörün gelişmesi, zamanın akışıyla birlikte evrilen bu tür daha sonra video filmlerle devam etmiş. O zamanlarda karşımıza şu çıkıyor; yüksek bütçeli “A filmleri”, düşük bütçeli “B filmleri” ve birde televizyon izleyicisi için yapılmış “C filmleri”. Tabi sektör büyüyüp gelişince bu türler birbirine girmeye başlamış. Mesela şimdi bu anlattıklarımın hiçbiri yok. Çevrimiçi platformlar ve içinde bulunduğumuz bu kaos ortamı bu filmlerin iç içe geçmesine sebep olmuş. Şimdi Netflix gibi bir platformu ele aldığımızda A, B ve C tipi filmleri bir arada görüyoruz. Bu filmleri sınıflandırmak için düşük bütçe, ucuz efekt ve eğlence seviyesinde saçma üçlüsünden faydalanabiliriz. Ancak an azından iki öğenin filmin içinde barındırılması gerekiyor. Bu saydıklarıma kısmen kötü oyunculuğu da ekleriz ama nice iyi oyuncular var ki bu filmlerden ortaya çıkmasın. Türk sineması da aslında bu türe çok fazla ürün vermiş bir sinema. İzlediğimiz filmlerin büyük bir çoğunluğu “B filmi”. Hatta bir dönem Yeşilçam tam anlamıyla bu filmlere ev sahipliği yapmış. Kara Murat, Turist Ömer, Dünyayı Kurtaran Adam ve Badi derken aslında biz bu filmlerin içinde büyümüşüz.

Hazır Badi demişken bu bölüm altında ilk yerli filmimizi yapalım.

Badi (1983)

Efendim şimdi bu filmden bahsetmeye başlamadan önce aslında bu filmden “B filmi” diye bahsedebilir miyiz diye düşünmeye başladım. Aslında o sebeptendir ki yukarıda uzunca bir paragrafla; akademik olmamakla birlikte film tiplerini anlatmaya çalıştım. Şimdi bu film beni neden tereddüde düşürdü ondan bahsedeceğim. Sonra filmi anlatmaya koyulacağım.

Filmin adı neden Badi bilmiyorum. Aslında ben burada işin eğlenceli kısmında dolaşmaya çalışırken biraz da filmden sosyal çıkarımlar yapmaya çalışabilirim. Ama bu yazı dizisinin ana konsepti bu değil. Filmin adı neden Badi diye sordum kendime ve şimdi açıklıyorum. Nefeslerinizi tutun. Ama açıklamadan önce… (Burada reklam falan girmek lazımdı…) Neyse… Film 1983 yılında çekilmiş ve 1984 yılında gösterime girmiş. 73 dakika gibi kısa bir süresi var. Şu an İnternet’te düzgün bir kopyası olmamakla birlikte televizyondan hesap makinesi ile çekilmiş bir kopyası mevcut. Görüntülere nasıl tahammül edebilirsiniz bilmem ama sesler bangır bangır. Şimdi açıklıyorum. Askeri darbe sonrası çekilen bu film muhtemelen yakın arkadaş, arkanı kollayan kişi anlamına gelmesi sebebi ile Badi olarak adlandırılmış. Ha ben bu Badi’ye arka mı döner miyim orası ayrı konu.

Badi’nin arkasında (film olarak) güçlü bir ekip var. Filmin senaryosunu Barış Pirhasan yazmış. Bu ilk senaryosu ama olsun. Bitti mi tabii bitmedi. Filmin yapımcısı ise Şerif Gören. Yol’u 1982’de çektiğini unutmayalım. Hemen ardından yapımcılığını yaptığı ilk film bu. Zaten bir sonraki yapımcılığı benim de hayranı olduğum Polizei filmi. Bu filmin yönetmeni de aynı zamanda. Sonra yapımcılık sayfasını kapıyor Şerif Gören.

Gelelim filmin yönetmenine. Filmin yönetmeni ise Zafer Par. Yetmedi mi? Görüyorum ve arttırıyorum. Filmin görüntü yönetmeni ise Orhan Oğuz. Yetmedi mi? Alın size! Filmin müziklerini de Yeni Türkü yapmış. Şimdi gariban ben, oturup düşünmeyeyim mi bu filmi hangi sınıfa sokacağımı…

Uluslararası mecrada Turkish E.T. olarak tanınan film tam bir Türk filmi. Yani bir Türk filmi olmanın öğelerini damarlarına kadar taşıyor. Sonra işte sorgulamaya başlıyorsunuz. “Hacı bunlar komiklik olsun diye mi yapılmış, acaba gerçekten ciddiler mi?” İşte o zaman yukarıda da anlattığım filmi sosyal okuma çerçevesine giriyorsunuz. Hayır ben bunu yapmayacağım. Bırakın peşimi.

Continue reading“B-Gore 8: Sevgi ve umut adresi: Badi”

Uyuyamamak üzerine

Bir takım baloncuklar gözlerimin önünde patlıyor. Oysa ortam karanlık. Çeneme kara çektiğim yorgan pijamalarıma karışarak vücuduma zerk olmaya çalışıyor. Burnumdan aldığım nefes yetmiyor artık. Boşa demişler ağızdan nefes alınmamalı diye. Pekâlâ büyük yardımı dokunuyor. Aç da değilim ama kendimi çatlak dudaklarımı kemirmekten alıkoyamıyorum.

Baloncuklara geri dönelim. Az önce demiştim ya! Hani gözlerimin önünde patlayanlar… Düşünce baloncuları diyorum onlara. Uykunun sarhoşluğuna kapıldığım anda hemen patlatıyorlar kendilerini. Düşünceler, şeker ve adrenalini eşliğinde yayılıyor tüm vücuduma.

Erimeye başlamadan önce sağ ayak parmaklarımı usulca salıyorum dışarı. gürültüye mahal vermemem lazım. Bir de insan ağız ve burundan başka yerden nefes alamaz derler. Külliyen yalan. Tırnaklarım hafifçe açılıyor, kapanıyor, açılıyor kapanıyor… Oh be dünya varmış rahatlıyorum. Aynı şeyleri göz kapaklarımla yapmak istiyorum ama uyumam lazım.

Baloncuklar çoğalıyor her birinin üzerinde ayrı bir görüntü. Biri primatlara kadar gidiyor, diğerinin zamanı belli değil. Dur bak bunu kendime saklayayım. Yoksa öbürü? Biraz özel mi oldu onlar? Uzun zaman önce terk etmiş sevgilimin yeni resimlerine bakar gibiyim. Bazılarını beğenmiyor, bazılarından pay çıkarıyorum. Mutlu gözüküyor, ben olsam mutlu olur muydu? Ben mutsuz muyum? Mutlu şeylerin fotoğraflarının çekildiğini biliyorum. Demek o yüzden fotoğrafım yok benim.

Mutsuzluğun fotoğrafı ise sadece ödül alınacaksa çekiliyor biliyorum. Büyük dergiler büyük paralar veriyorlar. Belki ben de mutsuzluğumu satabilirim. Bir fotoğrafla olmasa da belki, belki… Ama herkesin mutsuzluğu var bende. Herkesin acısı. Tabii çok olunca para da etmiyor bu meret.

Yine kaldık mı beş parasız?

Bir balon daha patlıyor. Bunun sonu hayra alamet değil…

yeni yılın ilk yazısı

işin ucunu bırakınca devamı da pek kolay gelmiyor. yeni yıl getirisi meraklısı değilim ama hadi bakalım yeni yılda neler olacak diye biraz bekleyeyim dedim ve bekledim. bekledim, bekledim, bekledim…

yok ya aslında beklememdim. tamamen etrafımı saran tembellikle baş başaydım. ha bugün, ha yarın derken bir ayı da devirdik yeni seneden. peki yeni sene ile ne oldu? vallahi ben de düzen bozulmadı, yeni yılın ilk ayları yine hastalıkla geçti. ama sanki geçen seneyi es geçmiştim. hatırlamıyorum bile. her şey birbirine o kadar çok benziyor ki, birini diğerinden ayırmak çok mümkün değil. bezen bi gün diyorum, bi gün oldu, bi gündü… hatta onu o kadar çok söylemeye başladığımı şimdi keşfettim. şöyle baktığımda hayatım bi günlerden ibaret. tarihte herhangi bir noktaya adım atsanız muhtemelen şimdi o saatte ne yapıyorsam, ne oluyorsa aynısıdır. sekmez. belki az buçuk şaşabilir. yani önemli olanda çıkardığımız özet, anladığımız şey değil mi? benim hayatım böyle.

tabi burada Türkiye’de yaşamış olmanın verdiği şahsına münhasır aksiyonlara değinmiyorum. öğrenilmiş çeresizlik midir bu, yoksa bir şey yapamayacak olmanın umutsuzluğu mu bilmiyorum ama konuşmak istemiyorum. kahve köşesindekiler bile salmış çayıra bana mı kaldı?

neyse aslında arada yayımlanmayı bekleyen bir sürü yazı barken benim de böyle oturmam takdire şayan. bu ara bir enerji düşüklüğü var. nedense elim bir şeylere gitmiyor. biraz uzak kalayım diyorum bilgisayardan sebebi de zaten şu hastalık. ama olmuyor. çalışan insan için zor. işte o zaman ne yapıyorum, kişisel işlerimden kesiyorum. sonra iş buralara varıyor. yazılmayan blog, kitap; yapılmayan işler.

e hayırlısı artık ne diyeyim.

bir de bu blogun çeklini mi değiştirsem. yani faydalı değişik şeyler de var ama böyle geyikler de iyi oluyor mu ki? ben ve ben, bana soruyorum. yakında bir podcast yada youtube projem de var. e bizde proje bitmez ama yapmak lazım di mi?

Bir önceki yazının devamı

Zaman sürekli bir şeyler alıyor benden. Her ne kadar ben bir sonrakini kutlamaya çalışsam da, tarifsiz bir lanetin içindeyim. Tekerlemeye soyunan şarkılar gibi. Biz onlar gibi tutmadık ama. Sessizce yitip giden roman kahramanlarıydık. Basılmadık belki. Bir hükümsüzlüğün içinde hükme yenik düştük birbirimize benzeyen şeyle mutlu olduk belki. Bu sanki bir ceza sanki yaşamanın ödül olmadığı gibi.

Nereden mi biliyorum; sadece ardıma baktım.

Back to Top