Are You There?

Usulca başlıyor sessizlik, uzaklardan kapımı çalan yokluğun, derin bir uğultuyla çarpıyor duvarlara. Boynuma son kez geçirdiğim pek özenli ilmiğim.

Duvarlarıma yansıyan pembe ışığın bıraktığı inanması güç tenimdeki canlılık…
Son bir çırpınış. Kalbimin daha hızlı attığını hissediyorum. Yazılar, çiziler, yazgılar üzerime yansıyan. Kimse mutlu değil, kimse gereksiz değil gökyüznüne dair.
Orada mısın?
Var mısın?
Son bir soluğun üzerine yüzümü buğulandıracak kadar yakın mısın?
Titrerken sebepsizce…
(Anathema – Are You There: Hiç bir zaman isteyerek dinlemedim bu şarkıyı. Her seferinde kendini dinletti. Winampın her çalışında bilinçsiz bir şekilde tekrara aldı ellerim ve her seferinde önümdeki kağıtlara belirsiz resimler çizdiğimi farkettim taki gerçek hayata dönene dek…)
(Amanda Francis’e ait yukardaki çalışma daha fazlası için resme tıklayabilirsiniz.)

Araf

‘Ben yanarım yane yane’ cümlesinin devamı elbette aşk boyadı beniyle devam etmeyecek. Öyle ki bu bir film eleştirisi yazısı olacak. Kendimle çok savaştım, bu yazıyı yazayım mı yazmayayım mı diye, sonuçta bu filmin iyi olduğu konusunda herkese telkinler veriyordum. Ama cıka cıka ne çıktı? Yani insanlar sende ne kaypakmışsın kardeşim? diye düşünmezler mi hakkımda. Yok ama o dönem bir arkadaş kimliğiyle yaklaştığım övgüleri, şimdi bir sinemacı (yok aslında bu kelime olmadı daha layık değiliz) gözüyle eleştirmek lazım. Sonuçta yaşadığım hayal kırıklığıydı. Ama her ne kadar eleştiriler olumsuz olsa da siz Türk Sinemasına destek için gidin efendim.

Öncelikle biz Araf nedir ona bir göz atalım.
Kuranın, 206 ayetten oluşan yedinci suresidir. Sözcük olarak, Arapça “kum tepesi” anlamına gelen urf sözcüğünün çoğuludur ve cennet ile cehennem arasında bulunan bir tepeyi adlandırır. Günah ve sevapları eşit olduğundan cennet ya da cehenneme giremeyenlerin durdurulduğu yerdir. Kimi bilginler de Arafı, peygamberlerle doğruluktan ayrılmayan Müslümanların bulundukları yüksek yer olarak tanımlar. Sure metnindeyse Araf, cennetliklerle cehennemlikler arasında bulunan bir örtü ya da duvarın en yüksek tepesi olarak nitelendirilir. Bu tepelerde, cennetlikleri ya da cehennemlikleri alametlerinden tanıyan kimseler olan “ehli araf” bulunur.
Dantenin ilahi komedyasına bakarsak, Şeytan ve onu izleyen diğer melekler cennetten kovulduğunda hızla aşağıya düşmeye başlarlar ve fakat en ağır günah şeytanda olduğu için en hızlı düşüş onunki olur. Dünyaya tam Kudüsün zıt tarafından çakılır ve öyle derin bir çukur oluşur ki dünyanın merkezine iner. Bu çukurdan çıkan toprak bir dağ oluşturur ve bu araftır.. Şeytanın başı Kudüse dönük, kıçı bir buz kütlesine gömülü, ayakları ise araf tarafındadır.
Hıristiyan inancına göre ise, “öldükten sonra arınma” anlamında gelip kilisenin uzlaşamadığı konular arasındadır. Roma Katolik Kilisesine göre kurtuluş için Tanrının lütfünün yeterli olduğu ve inananların korunduğunu söylemek sapkınlık sebebidir. Günahların bir bölümü bu dünyada bir bölümü ise diğer dünyada bağışlanacaktır. Tanrıya yakın olanların bile ruhları tam olarak arınmamış olanlar öldüklerinde cehennem ateşinden geçecekler ve arındıktan sonra cennete gireceklerdir. Protestanlara göre ise Hz. İsanın akan kanı insanlara yaşam veren aklanmayı sağlamıştır. Mesihe iman edenler Mesihin kanıyla aklandıklarından, yaşam armağanına sahip olanların hiçbirisinin yeni bir aklanma işleminden geçmesine gerek yoktur. Mesih İsaya ait olanlara artık hiçbir mahkûmiyet yoktur. Mesihin kanıyla aklananların Onun aracılığıyla Tanrının gazabıyla karşı karşıya kalmayacaktır.

Peki ya filme göre Araf. Neden böyle bir başlık açtım? Bu sorunun cevabı şudur ki film Kurandan alınan bir ayete dayandırılmasına rağmen kesinlikle konuyla yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Eğer yukarıdaki tanımlamalara istinaden araf kelimesini filme göre tanımlamaya çalışırsak karşılığı arada kalmışlık olacaktır. Zaten film girişinde de bundan bahsederi. Film r0;Hadi Kurandan bir ayet çekelim filmin başına koyalım enteresan olsun tadında yapılmış bir filmdir. Gerekse kamara açılarından (yönetmenin ayak ve bina feşitisti olduğunu düşündüğüm) bir çok filmi çağrıştırmaktadır. Hayko Çepkinin yaptığı müziklere bir şey diyemeyeceğim ama müziklerin ses düzeyinin aşırı fazla olması ve insan üzerinde r0;bak kardeşim burada korkman lazımr1; imajını vermesi cidden sıkıntı verici. Genel olarak değerlendirildiğinde 90 küsür dakikalık Hayko Çapkin klipi diye adlandıra biliriz. Tek eksik Haykonun klipte gözükmemesi, lakin Wallda Pink Floydda gözükmemekteydi.

Gelelim film bütünseline. İlk anlarında ortaya çıkan iki kişi filmin gidişatı üzerinde bize bilgi vermek amacıyla bir apartmanın tepesinde oturmuşlar bozuk ve yetersiz diyaloglar eşliğinde yukarı çıktık ama ne yukardayız ne aşağıda araya sıkıştık tarzı abuk sohbetleri filmi tereddütle izleyip açıklarını görmem için kendimi zorlamama sebebiyet verdi. Bölüm bitti ve jenerik girdi (bu iksinin sırasını karıştırıyorum) iyi hoş güzel finalinde bir karga durup duruken gaak der. Hımm burada aklımıza gelen (bkz. Alex Proyas) Crowun girişinde cümeciktir: bir zamanlar insanlar birisi öldüğünde ruhunu bir karganın ölüm ülkesine taşıdığına inanırlardı. Ama bazen çok kötü bir şey olduğunda büyük bir keder de taşınırdı ve ruh rahat edemezdi. o zaman bazen, sadece bazen karga yanlış şeyleri düzeltmek için ruhu geri getirebilirdi. Demek ki ortalıkta işini bitirememiş bir ruh vardır sanısı dolanır etrafta. Burum böyle midir? Doğmamış bir çocuk intikam almak için geri döner. Ama 16 ncı haftasında ruhun bedene intikal ettiğini düşünürsek olabilir diye bu konuyu es geçiyoruz. Film güzel ve karanlık bir biçimde başlar. Akasya Asıltürkmen, Murat Yıldırımın oyunculuklarına bir şey diyemeyeceğim ki onlar bile filmi kurtaramamışlar, kötü dublaj cabasır30; bir banyo sahnemiz vardı İlk kez Stephen King romanlarında (O, ITte) karşılaştığım resmin, veya sabir bir görüntünün birden hareket edip korkutucu unsurlara bürünmesi (izleyiniz; Stanley Kubrick Cinnet ve roman uyarlaması O ve Redrose Konağı vsr30; akabinde gelen şu sahne birden bire sallanmaya başlayan yıkılan bir banyo nedense Requiem For A Dreami anımsattı bana. Ah birde üç tekerlekli bisiklet sahnesi vardı ki Jack Nicholson ve Shelley Duvallın oynadığı Kubrick filmi (üste bahsi geçti) Cinnette bu iki şahsın çocuklarının (Danny Lloyd) un bisiklet sürüş sahnesini anımsattı bana. Peki ya hayalet çocuğumuzun makyajı. Tamam makyaj konusunda kötüyüz ama bunu üstüne basa basa, yakın olan çekimlerle belli etmek zorunda mıyız? Tamam onuda geçtim bir uzak doğu sineması havası içersine kapılmışız ancak bunun boku bu kadar mı çıkar ki monitöden çıkmaya çalışan eli örnek verebiliriz. Malum erkek kahramanımız karısını görüntülemek için rec tuşuna bastığı web cama haftalar sonra geçince süresi nasıl hala bir saat gösterebiliyor.

Bu filmde başka bir taksi yok mudur ki, üç sene sonra bile ana kadın karakter aynı taksiyle yolculuk yapıyor. Peki final sahnesi bize Hideo Nakatanın Dark Waterini mi anımsatıyor?
Bakınız bunlar aklıma takılan sorunsalların bir bölümü ve hatırlaya bildiklerim. Peki arafta sıkışan (!) küçük kardeşimizin dönüş amacı nedir? Anne özlemi mi yoksa intikam mı? İntikamsa neden kendisinin yanına alıyor kadıncazı zaten delirtmiş durumda. Anne özlemiyse neden bunu anlatmak için dramatize edici bir sahne yok filmde? Peki hangi zihniyet pet şişeyle izleyici korkutma çabasına düşebilir? Bakın ben böyle bile adam korkuturum, egosuna sahip insanlar tatmin için mi?

Kürtaj sahnesi için bir şey söyleyemeyeceğim ama birden bire ilahi bir kuvvetle saniyelik bir sürede erkek kahramanımızın olayı çözmesi düşündürücü. Ve sırf insan merak güdüsü aşılamak için birden erkek karaktere sulanan küçük cadı kız, ah birde elinde sürüklediği cenin neyin nesi, yani korkutmalı mı? Düşündürmeli mi? Güldürmeli mi? Ben kararsızdım.
Öğrenciylen yaşanan evin viraneliğini anlayabilirim ama evlendikten sonrada durum böylemi olur ki karakterler gayet düzgün tipler. Burada çocuk neden kızın evine taşınıyor hadi taşındı diyelim neden b

anyoyu tamire girişmiyorlar. Ben o durumda yapacağım iler sırasında ilk üçe banyo tamirini eklerdim. Ve bir korku filmi çekiyoruz diye fayansların kırık dökük, harap olması mı lazım. Yurdumda düzgün bir akıl hastanesi yok mu? Ben sağlam halimle o hastanenin koridorlarını görsem delirmemek için cidden çok akıllı olmam lazım. Her yer virane durumda. Araba çarpık evler, binalar eski, mekanlar hadi gotik olsun diyerek özenle seçilmiş. Color correction mevzu abartılarak gereksiz bir mayhoşluk ve katılık verilmiş. Yani biz insanı renklerle de korkuturuz cinsinden nameler. Peki ya kamera açıları Charles Mansonun bir lafı vardır film boyunca aklıma gelip durdu, bana tepeden bakarsanız bir aptal, aşağıdan bakarsanız tanrınızı, karşıdan bakarsanız kendinizi görürsünüz. Biz izleyici olarak filmi hep aşağıdan kırık açılarla ya da yukarıdan izledik. Burada anlatılmak istenen bu cümleyle bağlantılı mıdır yoksa cidden bende mi paranoyağım? Bakınız kamera açılarıma deyip garip yerlerden görüntü almak filmi izlenebilir mi kılıyordur?

Ve final olarak, tam filmin ortasında Hayko vokale başlar ve ekran sephiaya döner ve birden ekranın sağında solunda çiçekçikler belirmeye başlar.. Birden Nokia reklam mı başladı deriz. Bunun anlamı nedir ve bize garip gelmiştir. Yoksa yönetmen film çok korkuttu insanlar rajaylasın gülümsesin diye yapılmış bir jest midir? Bu iki kişi aynı evde yaşıyorlarsa adamcaz kızın kanlı elini neden haftalar sonra duvarda görmektedir… of of…

Film eleştirmeyi sevmem, hele söz konusu Türk filmiyse hiç sevmem ama güvendiğim filmin böyle çıkması cidden beni hayal kırıklığına uğrattı. Benim intendom var bunu yaptım hikayesidir…

Seni sevebilirim

Seni sevebilirim, her şeye rağmen habersizce. Sadece hayatına giren sıradan insanlar gibi görünüp sessizce sana olan aşkımı haykırabilirim. Bir duvarla konuştuğun, bir buz kütlesine çarptığın gelebilir aklına. Sen beni düşünmeye tenezzül ettikçe ben büyürüm. İçimden bin bir volkan yırtınır. Kaynadıkça içim titremeye başlar. Putlaşmaya başlar bedenim. Gözlerinin önünde çözülen bir buz kütlesi gibi utanırım, bütün çıplaklığım açığa çıkacak diye. Senden çıkan tek bir kelime, sıcağın ortasında ansızın esen bir rüzgar misali savurur beni. Ancak haylime yer eder bunlar. Bi resmin vardır elbet umutsuzca ona bakarım öpmeden, konuşmadan… Edebimi bilerek…

bayram

insanlar yürüyor, insanlar büyüyor…
kimsenin bilmediği anlamlara karışarak varolan üzerine derin anlamsızlıklar yüklüyor…
böylesi en iyi, bıraktığın gibi, kalmadan bitmeden…

Uzun Kollu İletişimsizlik

Yanımızdan geçiyor hayatın kırıntıları. Bilmediğimiz yüzlerde, hissiyat oyunlarına bürünüyoruz. Küçük gurur oyunları oynuyoruz kendimize. Ardından bir fıçı biraya yenik düşüyoruz.

Acı çektikçe olgunlaşacağımızı düşünüyoruz. Ve küçük yalan büyük bir girdap sürüklüyor bedenimizi. Haddinden uzun kollu kıyafetlerle örtüyoruz ellerimizi, tırnaklarımızın ucunu kemirmeye başlıyoruz, kendi ağıtlarımızın içinde, tanrımıza ulaşmaya çalışarak.

Konuşamıyoruz konuşmaya çalıştıkça batıyor boğazımıza derin derin umutsuzluğun kılçıkları. Hep bir kederle çalıyor kapımızı mutluluklar, Uzanmaya çalıştıkça çarpıyor yüzümüze. Hep başkaları olmaya çalışıyoruz, onlar gibi gülüyor, onlar gibi yiyor, onlar gibi eğleniyoruz. Onlar oluyoruz kendi sıfatımızdan farklı. Çünkü onlar tadıyor aşkı, onlar yaşıyor hayatı ve biz onlara sadece buğulu bir camın ardından ağlamaklı gözlerle bakıyoruz.

Kişisel gelişim kitapları okuyoruz ve bilgenin neden Ferrarisini sattığını düşünüyoruz günlerce. Sadece aklımızı karıştırmakla kalıyor gelişim kitapları ve umutsuzca yine kendimize sarılıyoruz.

Jim Morison’a hayran kalıyor Leonard Cohen’nin melankolik aşkına imreniyoruz. Onlar gibi küfrediyoruz hayata ve bir beyaz perdede oynuyor anılarımız, hep bir ağızdan ağlıyoruz.

Hep yaklaştıklarımız itiyor bizi, türlü oyunlar oynuyorlar üzerimizde ve biz inatla masumca gülüyoruz yüzlerine, kim olursa olsun, kendisini düşündüğünü bilerek ve herkes kendi için bir şey yapıyor, sonra mahkum kılıyor biz kendilerine.

Bin parçaya bölünüyoruz küçük muhabbetler arasında, dört duvar oluyor arkadaşlarımız, bir şarkıda kaptırdığımız benliğimizi, bilgisayar üzerinde bırakıyoruz, en çok acıyı çektirerek, en azılı ölümü gerçekleştirerek puan topluyoruz hayattan.

Çocukları öldürüyoruz, belki tecavüz edip, parçalayıp, organlarını satmıyoruz ama yavaşça yüzlerine gülerek öldürüyoruz, bir palyaço kılığında, derin makyajlı. Hep birilerine atıyoruz suçları. Sonra olanlara vahlanıyoruz.

Jenna Jamesson’un pornografisine dönmüşken hayat Emmanuelle’nin erotizmini arıyoruz. Her zaman ki gibi boynumuz bükük dönüyoruz odamıza. Ve gerçekliği arıyoruz Robert Dick kitaplarında usul usul kendimizi kaybederek.

Bekliyoruz, her şey için, her şeye yeniden başlamak için. Yırtıyoruz penceremizdeki perdeleri, gün ışığı dolmaya çalışıyor yeni bir aşkla odanın içerisine yeni bir tekerrüre gebe. Konuşamıyoruz konuştukça batıyor boğazımıza heyecan kılçıkları. Ve önümüzden akıyor yine bir hayat.

Haddinden uzun kollu kıyafetlerle örtüyoruz ellerimizi, tırnaklarımızın ucunu kemirmeye başlıyoruz, kendi ağıtlarımızın içinde, tanrımıza ulaşmaya çalışarak ve gözyaşlarımızı siliyoruz parmaklarımızdan akan kıyafetle…

01 Haziran

Back to Top