Kendimi Sakladım, Küçük Korku Filmlerinin Azılı Karakterlerini Unutarak…


Resim: Liv Nyborg

Kendimi sakladım, küçük korku filmlerinin azılı karakterlerini unutarak. Asla beklemediğim bir anda olmazların üzerine çöken yanık tütsü kokuları etrafı saran. İlk kez almadığım, her ölümümde bunumda dolaşan.
Son kez geldi belki, belki beklilerle örülü ağların son düğümünü attım bu kez.
Hep hayaletleri sevdim. Onlar aslında yaşamıyorlardı ve ben hayal ettikçe uzaklaşıyorlardı benden. Hayaletler vardı bana yön veren küçük kibrit kutularına sıkıştırdığım ve birden parlayıp kaybolup giden.
Hayat saçmalıklarını okuyordum, her kelimede biraz daha kaplıyordu içimi karanlık. Bilinçsizce bir şırıngayla dolduruyordum Azrail’i içime, altına benzer bir renkte mutluluğun en yücesiyle.
İşte buyum, buradayım, hiç özelliksiz sadece ben olarak arzulanacak türün en umutsuz sürümü, asla yenisine yükseltemeyeceğin. Büyütmeye çalıştığında bedenini yırtacak. Acı ne kadar zevk vericiyse o kadar da dayanılmaz.
Şeytan bile ateşini sevmez.
Karanlığın son kez indiğini görür gibiyim, artık geçmişin başarısızlıkları yok hayatımda ve ardımdan beni kovalayacak kahpe mutsuzluklar. Açıkça belirtmeliyim ölümün yakışacağı tek bir insan olabilir dünyada…
Son kez aynada ki yansımama bakıyorum yıllardır görmediğim bu yüzün varlığını ilelebet unutmak için, her göz kırpışımda benimsediğim tek bir yüz önümde. Kör noktama bulaşan irisime izi düşen. Asla gidişin erken olmamalıydı, bir ölünün ardından ağıt bu kadar erken olmamalıydı. Motivasyonun son sürümleriydi odaya dolan, kanserin iyileştirdiği hastası gibi.
Ancak belirsizce uzaklaşan hayaletler sevmeliydi beni. Habersizce ben onları sevdikçe onlar uzaklaşmalıydı benden, her şeyde olduğu gibi. Hayatın uzaklaşması gibi, ölümün uzaklaşması gibi, hayallerimin uzaklaşması gibi… Lanet olası hayatın tek piçi gibi çırılçıplak kalmak ortalıkta bana yakışan.
Kaç benden , küfret bana, bütün hiddetini savur üzerimde, bir felaket olarak ekle beni yüreğine. Ancak bunlar olduğunda çözülecek biliyorum bedenimin kilidi. Seni sevmekten korkuyorum, her iyi şey gibi öldüreceğimi bildiğimden. Asla dönmeyecek olacağını bilmeliyim… Sonsuza kadar gitmiş olur musun ve sonsuzlukta da bırakır mısın yakamı?
Bütün başarısızlıklarıma rağmen, bütün yok oluşlarıma, bütün umursuzluklarıma, yaratılmamın tek sebebinde bile varoluşun katkısını düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Ve şimdi sev beni, bütün şefkatin, bütün sadakatinle. Yoo sadakatini de istemiyorum, sadece nefesini doldur içime, yüksek ökçelerinle son kez bas yüreğime. Hayır korkunç olan bu değil.
Olmama korkun, varlığının yokluğa yansıması, kişisel depresyon anlarım ve adımların yalnızlığı.
Küçük kelimelerinde saklanır her şey. Acımaya başladığında fısıltılara bir kez daha dolan hava kabarcıkları ürperir içimde. Başka şehir anlatır hikayelerini, korku hikayeleri ardında. Bölünerek dinlerim sessizce, usulca, kanıma kaynaştırarak, bin bir hayranlıkla, yalnızlıkla. Ve o si…timin adamlarıyla adın geçer ortalıkta, herkes antidepresan almış gibi sakinlikle anlatır olanları aynı sakinlikle dinlerim küfrederek dinlerim bende…
Senden hiç bir şey istemiyorum, uzanamayacağımı, nefes alamayacağımı biliyorum, duvarlara bürünürken cemalin, nefessiz kalmaktan başka. Beni bil, beni sadece mutsuzluğunda hatırla…

Nisan (Bölüm Bir)

NİSAN
“her mevsim aynı başlar kendini bilerek “


Evden telaşla çıkıyor. Hızlı adımlarla merdiveni inip, eski, köhne binanın kazınmış boyaları ardından paslanmış metal iskeletini gösteren kapının acınası haline aldırmadan kapıyı ardından sertçe vuruyor. “Güne kendinden emin başlamak, günü geçişini kolaylaştırmaktır.” diye hatırlatıyor kendine ama daha kendine düştüğü notun ilk saniyesinde, evinin kapısını kilitleyip kilitlemediğini hatırlayamıyor. Otobüs durağa yaklaşmakta. Eğer kapıyı kontrol etmeye gider ve bu otobüsü kaçırırsa bir sonraki otobüs otuz beş dakika sonra, eğer diğer hatta yetişir ve ona binerse bu da işe on beş dakika gecikeceğine işaret. Hızlıca aklından geçiriyor olasılıkları. Elini kaldırıyor – bu bir refleks hareketi miydi?-, ve otobüste onun acelesinin farkına varmış gibi birden durup daha ilk basamakta, adımını atar atmaz harekete geçiyor. Kendine güzel bir koltuk seçtikten sonra evin kapısını düşünmeden edemiyor. “Ya kapıyı kapatmadıysam… ya eve hırsız girerse. Bak işte annem olsaydı yanımda aklım arkada kalmazdı. Of.. peki anahtarı aldım mı ben?”
Çantasını açıyor. Gözlerindeki derin bakışlarla gözlerde, yunus balığına tutturulmuş anahtarı aramaya başlıyor.
“Lanet olsun! Yok. Bir bu eksikti zaten!.. ha!.. yunus balığıymış neymiş şans getirirmiş, hadi canım sende insan salak olunca… çok güzel ya çok güzel… bir de şimdi çilingir bul gecenin bir yarısı. Of izin alıp erken çıkmam lazım bu gün işten. Tabii akşam evi yerinde bulabilirsek. Hay benim salak kafam ya. İlle kıçımdan birileri toplayacak beni. Olacak iş değil ya…”
Otobüs hızla sarsılmaya devam ediyor. Köprüden geçerken Boğaz manzarası onu düşüncelerinden sıyırırken, sanki aklına yeni bir şeyler sokuyor.
“Şöyle düşünsek: Yani ben zaten bu evden ve eşyalardan kurtulmak istiyordum hem belki hırsız girerse benim için de bahane olur. Of aptallaşma kızım; hırsız senin neyini çalacak ki? Fi tarihinden kalma içi saman dolu koltuk takımını mı, keçi tüyü yatağınla yastığını mı? Adam kendi başına dert almaz her halde, o senin kadar aptal değildir ya. Gitse gitse çamaşır makinesi, televizyon, buzdolabı gider. Bak buzdolabına da acımam, o donmakla meşguldür şimdi ama televizyon ve çamaşır makinesi… of ya of ya…”

Elindeki destenin son kağıdını da buruşturarak masanın altındaki diğer yarım kalmış yazıların, tekrar dönüştürülebilme ihtimalini düşünen kağıtların yanına atıyor. Sürekli yeni sayfa açmalı yeni hikayeler için. Şu son satırdaki “of, of ya”lar aslında kendisi içindi. Çalışma masasından kalkıyor, gecenin bir yarısı masa lambasından yansıyan gölgesiyle birlikte odanın içersinde volta atmaya başlıyor. “Kelime seçmeliyim, lanet olsun şu masaya oturduğumda neden bütün kelimeler terk ediyor beni. Oysa bir yazarı en son terk etmesi gereken şeyler “kelimeler” değil midir? “Kelimeler” ben aslında sizin geminizim neden hayat bulmak için beni kullanmıyorsunuz? Neden hep uzaklardasınız? Of…”
Duruyor. Elindeki kalemi sol işaret parmağına vururken sokak lambasının ışığı dikkatini çekiyor birden.
“Sen ne zamandan beri yanıyorsun? Ah, etrafımdan bile haberim yok! Bir yazar nasıl hayattan bi haber yazabilir ki? Yada onun yazdıklarını kim okuyabilir? Sanırım ben yazar olmayı seçmekle yanlış bir iş yaptım. Keşke şimdi eski işime geri dönebilseydim. İki üç dergide yazılarım yayınlanıp elime iki kuruş geçti diye kendimi yazar zannetmeye başladım. Nesin sen be? Bir ucube! Bu zamana kadar hangi işin doğru gitti senin… yo yo gitti değil. Hangi işi doğru yaptın? HİÇ! Hem de kocaman bir HİÇ! Hem de senin gibi.”
Masanın üzerinden boynu bükük bir şekilde ona bakan sigara paketine takılıyor gözleri. Hayata bir kez daha yenilmişliğin ardından aranan tatminin, baş rol oyuncusu bu. Siyah beyaz filmlerin, iyi huylu çocuğu, bıçkın delikanlısı, dert babası, şefkatli annesi; ezilmişle ezilmiş, yenilmişle yenilmiş, her acının ortağı; bir Ayhan Işık, bir Sadri Alışık, bir Adile Naşit, bir Filiz Akın o. Ve şimdi hayata karşı en büyük savaşında, her nefeste bütün hayal kahramanları onunla birlikte. İçine dolan güven bir duman gibi tatmin ediyor onu. Sigara paketinden bir dal sigara çıkarıyor, bu sağdık dostunun barınağını bir yabancıymış gibi savurup atıyor. Masanın üzerinden içinde sadece iki tane çöp bulunan kibrit kutusunu alıyor. İçlerinden en irisini seçiyor. Sigarayı dudakları arasına usulca yerleştirdikten sonra kibriti çakıyor. Bundan sonrası kişilerin üzerine yayılmış monoton hareketlere dönüşüyor: Yanan kibrit odanın bir bölümünü daha da ışıkla buluşturuyor. Tütün yanarken derin bir nefes çekiyor ciğerlerine. Ve tam bir saniye sonra nikotin bütün dertlerin üzerine tazyikli su sıkıp onları bir sonraki protestoya, isyana kadar erteliyor. Elini savuruyor; aleviyle aşk yaşayan kibrit çöpünün, ölümsüz gibi görünen ama az sonra bitecek olan aşkını söndürmek için. Kibrit çöpü eriyip, kül olurken, kızıl alev sürekli besliyor kendini. Aşkta öyle değil midir? Kahramanlarından biri tükenene kadar?… Birkaç saniye, sanki beyni oyun oynuyor ona; arkasında kalmış elinin üç parmağı, acıyla üçüncü şahsı oynuyor çöp ve alev arasında. En iyi üç dost… Aşk en çokta dostları yıpratır, sanki bütün suç onlarınmış gibi… Elini hızla kaldırıyor, görüş alanın içersine tam da gözbebeklerinin bakış doğrultusuna. Alev bir an sarsılıyor ama çabuk toparlıyor kendini. İşte şimdi dostlardaki acı daha da perçinleniyor. Tek duyuyla hissetmek, her zaman için kar insanın yanına. Ve üçüncü şahıs, ve dostlar, aynı kefeye konmaları ne acı…
Ciğerindeki bütün dumanı şiddetle üflüyor aleve. Alev fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi önce sağa, sonra sola yalpalıyor; bir çocuğun iki tekerli bisikleti sürmeyi öğrenmeye çalışmasından farksız; küçülüyor, büyümeye çalışıyor ve yok ediyor kendini.
“Sigara” diye bir kelime geçiyor aklından, elindeki üçte biri sağlam kalmış kibrit çöpüne bakarken. Parmakları uçlarındaki acı hala flört ediyor onunla. Sigara, az önce dudakları arasında onunla Fransız öpücüğüne yenik düşmüş bir şekilde nefes ve tükürüklerini birbirlerine salgılarken, birden ortadan nasıl kaybolmuştu. Gecenin ilerleyen saatti olmasından dolayı beynin en çok çalışan sol kısmı kendine böyle küçük oyunlar mu oynuyordu yoksa? Gözlerini sıkıca yumdu, başının üzerinde çizgi filmlere özgü kuşların döndüğünü hissetti birden, evet beyni yorgunlukla bir olmuş şu an ona oyun oynamaktaydı. Gözlerini açtı, nerden geldiği belli olmayan bir refleks hareketiyle sol eline baktı. İşte bütün hayal kahramanı, büyük kurtarıcısı, sağdık dostu, tek sevgilisi, işaret parmağıyla orta parmağı arasında sıkışmış ona kırmızı gülümsemesini atarken, göz yaşartan dumanıyla kendisine olan bağlılığıyla büyülüyordu onu. O da dumanın yaktığı gözleriyle, iki küçük göz yaşıyla cevap verdi ona:
“Peki sen, oraya nasıl gitmiştin? Aklımın hangi köşesi oyun oynuyordu bana bu sefer.” Sol avucunun içindeki kibriti kullanılıp atılmışlar kervanına, sigara paketinin yanına fırlattı. “İşte gerçek dostlar ihmal edilmeyi göze alanlardır” diye bir düşünce geçti aklından. Ama kelimeler, sözler, cümleler öyle yoğun bir şekilde dolanıyordu ki aklında, bunların belli bir hikayenin yada bir konuşmanın başı olmaya hiç bir niyeti yoktu. Şu an onun hayatla tek bağlantısı, is tutmuş ve hala yanmakta olan parmaklarıydı. Ciğerlerinin isyanını bastırmak için derin bir nefes çekti içine. Bu devletin memurlarına her eylemden sonra yaptığı yüzde onluk zamdan farksız sus payından başka bir şey değildi. Hala acıyla kıvranmakta olan uzvunun uzuvlarına baktı, üzerlerine bulaşmış olan karartıyı dilinle ıslatarak sildi. Parmaklarındaki acı onu biran için hayatın acılarına bıraktı ve kısa bir süre sonra tekrar geri döndü.
Bir süredir pencereden dışarıyı; parktaki ağaçların rüzgarın melodisi eşliğindeki rakslarını izliyordu. Şimdi keder içinde çırpınan bir insana, bu durum için yapılacak en iyi tabir; ağaçların yürümeyi isteyip yürüyememelerinin verdiği ızdırabı izliyor demek olurdu. Onların acılarını kendine kaplıyor… Karşı kaldırımda bir kedinin kendi cüssesinden nerdeyse yirmi beş kat daha küçük olan bir fareyi kovalamasını izliyordu. Büyük olan her zaman küçük olanı yiyecektir. Ve “HAYAT” diyor, “o hepimizden büyük…”
Sigarasını üzerinde Amasra’nın küçük bir manzarasının olduğu küllüğe söndürüyor. Amasra kalesinin tam üstüne, kalenin zindanının tam üstüne. Ve uyumaya çalışmak için yatağına yatıyor.
Evet “uyumaya çalışmak” kelimelerin bir araya getirdiği cümlenin tam anlamıyla bu. “Uyumaya çalışmak”, “varolmaya çalışmak”, “yaşamaya çalışmak”, “çalışmak”… yatağında dönüp duruyor. Şimdi ise uyumaya çalışmanın verdiği ızdırapla; aklını boşalttı, koyun saydı, tütsü yaktı… ama ızdırap uyku ilacı yardımıyla onu bıraktı. Şehrin gürültüsü odaya dolmaya başlayalı tam altı saat olacaktı, eğer çift camlı pimapen pencerelerinden birisi açık olsa yada o eski ahşap pencerelerden kurtulamamış olsaydı. Ama oda güneşi ağırlamaya başlayalı altı saat olmuştu. Isınmıştı, kaloriferlerde yedi saattir yanıyordu. Hayat erken başlamıştı aslında herkes için.
Mart kapıdan baktırmışlığıyla geride kalıyor ve birkaç gün sonra bir sene için, arada sırada hatırlanmak üzere terk edecekti insanları. Nisanla flört ederek, bir birlerinden etkilenecekleri belliydi her seferinde olduğu gibi bu seferde. Ama her ay kendine benzer; her mevsimin, her gezegenin, her insanın kendine benzediği gibi…

Odanın içersinde…

“Nisan” Hakkında…

“Nisan” 2002 sonlarında başlayıp 2003 yılının ortalarında bitirdiğim ilk romanım. Uzun zamandır bir köşelerde duruyordu. Geçen gün sitemi yenilerken gözüme ilişti ve buradan haftalık olarak bölüm bölüm yanyınlayayım dedim sanırım iyide yaptım 🙂
İyi okumalar…

Alex Proyas

“Bana öyle geliyor ki; bizi insan yapan şey ruh. Ruh var mı ve insanlık nereden geliyor ? Birey olarak giyiniyoruz ve belli bir şekilde hareket ediyoruz. Bu gerçekten biz olan değiliz – bu daha başka bir şey, bizi biz yapan şey başka bir yerden gelen bir ruh. Bu öz, var olmayı sürdürüyor ve fiziksel yaşamın devamını sağlıyor. Ölüyorsunuz, ışıklar sönüyor ve hepsi bu kadar; buna inanmak gerçekten çok zor. Bu bence en korkunç varoluş kavramı – Bunu kabul edemem. “
Hani bir sinema sayfası olurda bu sinema sayfasına ben açılışı yaparsam nikimin yagane yaratıcısı (burada kendimi araklamış gibi hissederim hep ama kendisininde bu mevzuudan haberi vardır) Alex Proyas’la başlamasam knedimi kezinlikle affetmem. O ki benim sinemadaki ilahım tek idoolümdür… Neyse halihazırda yapmaya başladığım geyiklerden vazgeçip küçük bir biyografiyle olaya girelim.
Mısır doğumlu Alex abim, üç yaşından beri Sydney’de yaşıyornedense Holivuud bozmuş onu. 17 yasında Avustralya Film ve Televizyon Okulu’na kabul edilmiş, ilk yılında çektiği ” Groping ” adlı kısa metrajlı filmle “oha” dedirtmiş kendisine. Film, Londra Film Festivali En İyi Kısa Film, Sydney Film Festivali En İyi Kısa Film ve Melbourne Film Festivali Boomerang Ödülü gibi uluslar arası ödüllerin sahibi olmuş. 1982 yılında ” Spirits of the Air, Gremlins of the Clouds ” adlı ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştirmiş ama filmi kendisine saklamıştır (hala aramaktayım bulamadım hiç biryerde,bu filmle de pek çok festivalde ödül almayı ihmal etmemiş.
Okulunun ikinci yılında Meaningful Eye Contact adlı yapım şirketini kurmuş. Los Angeles’daki Propaganda Filmleri ve İngilitere’deki Limelight Filmleri ile anlaşma yaparak pek çok ortak yapım içerisinde yer almış. INXS, Crowded House, Fleetwood Mac, Cutting Crew ve Rick Springsfield gibi şahıs ve topluluklara video klip çekenmiş, aynı zamanda Nike, Coca Cola, Pepsi, Swatch, Nissan, Kleenex, Castrol, Philips ve daha birçok büyük şirketin reklam filmlerinede damgasını vurmuş.
Filmleri:

Spirits of the Air, Gremlins of the Clouds (1982):Bu filmi izleyemedim yorumda yapamayacağım lakin kendi resmi sitesi olan mysteryclock.com da fragman benzeri bir video klibi var ve izlediğimde gerek renk tonlamaları gerekse sahne geçişlerinin ilk filmi olmasına rağmen mükemmel olduğunu söyleye bilirim konusu hakkında herhangi birşey söylemeyeceğim izlemeden olmaz 🙂

The Crow (1994) : James O’Barr’ın çok sevdiğim çizgi romanı olan Crow’un gmörsel şöleni. Malumunuzdur bilirsizniz ki bu filmi izlemeyen azdır izlemeyenin ya aklından zoru vardır yada ottur (söz melisten dışarı). Alex abimin bütük adam oladğunu bilen Miramax bu filin yapımcılığını yapmıştır. Malum konudur kazamıdır yoksa suikastmidir bilinmez filmin çekimlerinin yarısında başrol oyuncusu olan Brandon Lee ölür. set üzülür büzülür kim çekimler yarım kalır kim oynasın kim etsin derler birini bulurlar (bon jovi miydi?). akabinde film biter lakin vizyona giremez 🙂 dönemin meşhur filmleri gibi video kaset olarak piyasaya sürülür. Hatta sevgili ülkemde iğrenç dublajlı halini rahatlıkla bulabilirsiniz. bunun Akabinde Crow 2, Crow 3… çekilmiştir ve bu iki film vir aralar Show Tvnin gece ucuz gereksiz film kuşaklarında yayınlanmıştır. Crowun ikinci filmi The Crow: City of Angels (1996) Tim Pope tarafından çekilmir ve Vincent Perez oynadığı için film izlenme sınırları dahilindedir. Lakin The Crow: Salvation (2000) Bharat Nalluri tarafından çekilir filmin en güzel tarafı ise Kirsten Dunsttur. Eğer Kirsten Dunst fanı değilseniz kesinlikle miğgenin kaldırabileceği bir film diildir. The Crow: Wicked Prayer (2005)abi bi siktirin diyeceğiniz yegane filmdir. Filmin en güzel şeyi Tara Reid meleğinin oynamasıdır ki o da filmi kurtaramamıştır. Filmi Lance Mungia andavalı yönetir. (the Crow antolojisi gibi bişi oldu bu..) Filmin Konusu İse şöyle : Eric Draven başarılı bir rock şarkıcısıdır. Cadılar Bayramında tek aşkı olan Shelly Websterla evlenecektir. Ama o gün evlerine şerefsizler baskın yaparlar (bir katım mevzular yüdünden) Erici camdan aşağıya atarlar, Shellye de tecavüze edip onuda atarlar. Her ikiside ölür ancak Ericin ruhu tam bir sene sonra bir karga tarafından diriltilir.ve intikam saati gelir.
Filmden insana koyucu söz öbekleri: ”bir zamanlar insanlar birisi öldüğünde ruhunu bir karganın ölüm ülkesine taşıdığına inanırlardı. ama bazen çok kötü bir şey olduğunda büyük bir keder de taşınırdı ve ruh rahat edemezdi. o zaman bazen, sadece bazen karga yanlış şeyleri düzeltmek için ruhu geri getirebilirdi.’……..’ bir bina meşale gibi yanar, geriye kalan sadece küllerdir. herşey için bunun doğru olduğunu düşünürdüm; aileler, arkadaşlar, duygular..ama şimdi biliyorum ki bazen aşk iki kişinin beraber olması gerektiğini kanıtlarsa, hiçbir şey onları ayıramaz.”……..”utanca karşi koydu şeytan…
iyiligin ne kadar kotu oldugunu hissetti ,erdem ‘i onun şeklinde gormek ,ne kadar guzel … ”
Yazan adamın yani benim notlarım: Her bunaldığım da izlediğim sanki kendimi meleklerin elinde hissettiğim yegane filmlerden biridir. ah ulan deri vahlanırım nedir bu aşk, böyle aşk olurmu derken o derin yağmurunda gecenin kül kokuları yayılır etrafıma.bu adamı olur derim. hayat felsefemin temelini oluşturan, replikleriyle, müzikleriyle, o melankolik havasıyla nerde ne zaman aklıma gelse saygıyla andığım taptğım , rüyalarıma bile giren , her türlü posterini dvd sini divx ini vs topladığım sürekli yeni bişiler araştırdığım, sadece gerekli ve onu anlamış anlayacak insanlarla bahsini ettiğim, üzerinde konuştuğum, yazdığım çizdiğim anlamak için kendimi kitaplara vurduğum yegane hayatımın en önemli bana ait köşesini okuşturan bazen kimsenin anlamadığı manasız kelimelerime derman olmuş yagane film.
of daraldım bunaldım devam edemicem diğer filmlere :S
burada da filmden bölümler varhttp://www.youtube.com/watch?v=gJPMa8zrinA

Efenim programımızın bu bölümüne başlamadanönce geçen bölümü kısa bir özet geçelim. crowdan bahsedip durduk. eklemediğimiz tek şey oyuncu görev alanların listesiydi onuva verip Crow mevzuunu kapatalım(kapanmaz ya neyse)
Rufus Sewell …. John Murdoch
William Hurt …. Inspector

Frank Bumstead
Kiefer Sutherland …. Dr. Daniel P. Schreber
Jennifer Connelly …. Emma Murdoch/Anna
Richard O’Brien …. Mr. Hand
Ian Richardson …. Mr. Book
Bruce Spence …. Mr. Wall
Colin Friels …. Det. Eddie Walenski
John Bluthal …. Karl Harris
Mitchell Butel …. Officer Husselbeck
Melissa George …. May
Frank Gallacher …. Chief Insp. Stromboli
Ritchie Singer …. Hotel Manager/Vendor
Justin Monjo …. Taxi Driver
Nicholas Bell …. Mr. Rain

Alex Proyas …. Yönetmen
James O’Barr …. Çizgi roman yaratıcısı
David J. Schow …. Senarist
John Shirley …. Senarist

Dark City (Karanlık Şehir) (1998):
Bu film nasıl olurda prim yapmaz diye hep saçımı başımı yolarım ki kelliğimin asıl sebebi budur. Aklıl almaz Sahne ve dekor tasarımı, kamera acıları, ışıklar vs. vs. herşey bir mükemmeliyet dahili içinde. dha ilk anlarda izlemeya başlarken aklınızda soru işaretleri uyandıran, cerçeklik kavramı hakkında beyninizi bulandıran, cidden lan böyle bi bok olabilir mi dedirten ilginç enteresan garip herkulade bir yapım.
O meshur Matrix serisinin çıkış filmi hep bu ilmden birşeyler çaldıklarını düşünmüşümdür. Ama ne yazık ki parasızlığın gözü kör olsun film yapılır. filmin yapımdısı Proyas’ın kendi şirketi olan Mystery Clocktur. Diğer şirket ise yine sevgili Miramax. Film biter ancak o kadar pahalıya patlamıştır ki çoğaltacak sinemaya sürüp ortalığı kasıp kavuracak parayı bir araya getirememişler. Bu filmde The Crowda olduğu gibi video keset olarak rahlardaki yerini almış ne yazık ki.Matrixi yapmışlar adamlar basmışlar parayı vermişler vizyona. heyt be asam mısınız siz? iki dalavere başla bişi dil. peh peh pis kapitalistler. sizin amacınızın olmadığı çok para kazanınca oyuncaklarını satmanız ikinci üçüncü filmi çekmenizden belli. ikinci film tutmayınca uydurma bi profesörle anlaşıp kitap yazdırıp felsefesini ortaya atıp hatta yeni bir din kuramlarına girip insanları sömürmeye çalıştınız ama yemezler. yemedikte ne oldu aldınız elinize..neyse sinirlendim yine..
Kısaca filmin konusuna göz atalım biz.:
John Murdock , bir sabah nasıl geldiğini bilmediği yabancı bir otel odasında uyanır ve vahşice işlenmiş cinayetlerin katili olarak arandığını fark eder. Hafızasını kaybetmiş olduğu için cinayetleri işleyip işlemediğini dahi hatırlıyamamaktadır.Dedektif Burmstead tarafından aranan Murdock , gerçekte kim olduğunu öğrenmek ve karşılaştığı bu korkunç bilmeceyi çözmek için büyük bir mücadeleye başlar. Kısa sürede de çözüme ulaşır ve bir günr30;Yeraltında yaşayan garip canlılarla karşılaşır. The Strangers olarak tanımlanan, zamanı durdurma ve dünyanın fiziksel yapısını değiştirme gücüne sahip olan bu yaratıklar, direkt olarak insan beynine hakim olabilmekte ve olayları istedikleri şekilde yönlendirebilmektedirler. Bu yaratıkların bir şekilde yokedilmesi gerekmektedir ve bunu yapabilecek tek kişi de Murdock tur.Esrarengiz Dr. Schreber in yardımıyla bir adım ileri giderek çocukluğundan ve karısı Emma ile ilgili anılardan birşeyler hatırlamaya başlayan Murdock, bu anılar sayesinde suçlandığı cinayetlerle ilgili kendisine yardımcı olacak bir takım ipuçları elde etmeyi başarır. Akabinde onların güçlerine sahip olarak hepsini haklar.
Filde güzide bir kadro bulunmaktadır. Jennifer Connelly bu filmden sonra adını sinemada duyurmaya başlamış ve Requiemden sonrada patlamıştır. Helal olsun.
Fİlmin estannetesi değişik zaman kavranlarının ayrı karakterler için aynı anda verilmeye çalışmış olmasıdır ki bu da bazı abus sinema izleyenlerinin lak lak konusmasına uk sabuk yorumlar yapmasına sebebiyet vermiştir. He tabi onlar anlamıyorsa suç bizde değil. Hatta bazı kendini adam sanan lavuklar bu konuda özenti düşmanları veya yarı ozenti kesimin Matrixi diye tanımlamaları olmuştur ki polemiklere girmek gereksiz. Buyurun alın herkescilker izlesin.
Film Ghost in Shel ve blade runner’ cizgisinde hatta 3. film hatta üçlünün son halkasıdır denebilir (olaylara faklı bakış açıları katılmıştır elbet gerçeklik konusunda bağdaştırılabilir bu yakınlık, bu iki filmede değineceğim daha sonra.
Film hakkında yapilan yorumlardan alıntılar veriyorum simdi bir çoğu ekşi sözlkte yer alır bunları niye oradan aldım diye sorarsanız doğru tespitler be ben oturup yazmaya üşendiğim içindir. parantez içersinde kendi yorumlarımda yer alacakyır elbet buyurun başlayalım..

1) gorsel acidan izleyiciyi buyuleyen ama felsefi bakimdan tam olarak insani felc eden muhtesem bir filmdir. nitekim filmdeki kamera acilari, filmin kurgusu, senaryosu, dekorlari hakkinda kitaplar yazilabilir ama yine de yeterli olmaz. filmde ,benim en cok dikkatimi ceken sey ve gereken ilgiyi almamis olay, filmdeki isik kullanimi oldu. yonetmen filmin gectigi sehir de kullanmis oldugu beyaz neon isiklar ve parlak yesil florasan isiklarla sehrin insanlarinin bulundugu karanlik, kopuk ve yanliz dunyayi ole guzel anlatiyor ki, filmdeki karakterlerin icinde bulundugu yanliz dunyanin boguculugunu bizde onlarla birlikte paylasiyoruz. ( doğrudur)

2) murdoch mitolojide cok rastlanan, kelimenin tam anlamiyla ,dark city filminin, trajik kahramanidir. nitekim mitoloji de murdoch’a en benzeyen karakter oedipus dur. oedipus gelecekte annesi ile yatip babasini oldurucegini ogrendikten sonra ,tum hayati boyunca yasamis oldugu sehri terk ederek, kendine yine bir gelecek bulmak umidi ile yollara duser. fakat sonunda anlar ki, ne yapsa yapsin gelecek yazilmistir ve degistirilemez(mi acaba?). aslinda gelecegin yazilmis olmasi demek insanin ozgur iradesi olmadigi anlamina gelmez. mit boyunca oedipus herseye kendi ozgur iradesi ile karar vermistir ve nitekim de kacmakta oldugu geleceginden kacamamistir, ama bunun sorumlusu da kendisidir. dark city deki murdoch karakteri odepius un aksine gelecekle degilde gecmisle bogusmaktadir. ama iki olayin da anlatmak istedigi sey aynidir aslinda; insan kendi gelecegini secebilir, yarindan ne cikaracagi insanin elindedir. filmde mudoch’in zamani degistirebilme gucunun ismininde : “will power” (irade gucu) olmasi bu yuzdendir ki. film de murdoch irade gucunu kullanarak herseyi degistirmeye ve gunesli bir gelecek yaratmaya calisir. bu temayi daha fazla irdelemek gekirse, $u sonuc cikarilabilir: hayatimizda ki basarisizliklarinin hepsinin sebebini etrafimizda ki insanlarda degil de kendi icinde aramamiz gerekmektedir. bize dogustan verilmis olan irade gucunu nasil kullanacagimiz bizim elimizdedir. bu yuzdendir ki film aslinda bayagi varoluscudur (varolusculuk bize der ki elmanin elma olmak disinda bir sansi yoktur ama insanin kendine verilenlerle neler yapacagi onun elindedir sadece). (bu forumda açılmış özgür irade konusunada küçük bir açıklama yaratır. keisnlikle konuya bire bir katıldığım. bunu hayyamın bir dizesiylede dile getirmek isterim. Bana sarhoş diyorlar tamam biliyorum sarhoşum içeceğimi biliyordu tanrı içmesem tanrı yanılmış olur.. tam olarak böyle değildi ancak aklımda kalan bu. Platonun varoluşçuluğuna ve Mc Luchanın galaksisine girersek
ki girmeyelim şu vakit mevzu başka yönlere çekilecektir. Binaheley miydi neydi ondan bu konuya derinlik kazandırırız…)
3)insan dark city’i izledikten sonra sahip oldugu secenekler biraz da belirgin oluyor goze. simdi ya biz uyudugumuz uykuya, hic bir zaman uyanmadan devam ederiz , ve asla kendi bireyselligimizi kazanamayiz, ki zaten bu da toplumun i$ine gelir. cunku herseyi sorgulayan bir bireyin toplumun parcasi olmasi neredeyse imkansizdir. uykumuz devam ettigi surece basimiza gelen her kotu sey icin toplumu, ailemizi ve de daha kolayi devleti suclariz: “ailem beni daha iyi yetistirmis olsa mutlu bir insan olurdum, bana cocukken daha az kizsalardi daha caliskan biri olurdum, kendime guvenim daha cok olurdu”…ve bu keskeler sonsuza kadar gider. ne de olsa uyanmak zor, herkes bizim uyumamizi istiyor, onumuze bir yigin engel cikacak yolda. uyanirsak tekrar uyutulma sansimiz var, kim ugrasak o kadar seyle deyip misil misil uykuya devam! ya da uyanip , davranislarimizin bilincine varip, gecmisi gelecekle bagdastirmadan, gelecegi degistirmek icin elimizden geleni yapariz. fakat simdi :
sleep! (bu başarılı yazım için eternity4evere sükranlarımı bildirir (üç madde de onun) beni şu satırları yazmaktan kurtardığı için kendisine minnet duyarım.)

4)matrix bu filmden o kadar cok esinlenmistir ki, matrix in buyuk bir bolumu bu filmin setinde cekilmistir zati. mesela matrix de trinity in filmin basinda catidan catiya atladigi sahne aslinda bu filmin setinde cekilmistir. (bu da eternity4everdan sevdim bu adamı ben smiley)

5) filmin basinda john murdoch in kaldigi odanin numarasi 614. bir de sole bir sey var belki alakalidir, incil’ de john 6:14 adli bolum gelecek olan bir kurtaricidan bahseder. (ethernitiy4ever seni seviyorum. o dönem incil okuması içersindetdim bu ayrıntı gözüme çarpmıştı. Yuhanna incilinde 6:14 te “Halk, İsa’nın yaptığı mucizeyi görünce, «Gerçekten dünyaya gelecek olan peygamber budur» dedi.” Bağlantıyı iredelediğimizde Murdochta burada bir mucizeyle uyanıyor, ve dünyayı kurtarıyor, ve en büyük mucizesi ise dunyayı yeniden inşaa etmesi. Proyasa bu soruyu ilettiğimde gülücük smilesi yapması ve neden olmasın cevabını vermesi de cabası. ailesinin de derin bir katolik olduğu düşünülürse bu göndermeler normaldir..)

6) filmdeki en önemli öğe bence yalnızlıktır. ana karakter bir tanrı gücünde olmasına rağmen yalnızdır. geçmişi yalan geleceği ise sınırsızdır. onu anlamaya yakın tek kişi ise çatlak bir doktordur.(doğrudur bu durumda bu güçte ki kişilerin yalnızlığından bahsedilmektedirki incildeki üçlü inanca biraz ters düşer belki de aklın iradenin hakimiyeti mi bu?)

7) içerisinde çok fazla gizli şifreler bulunan, insan beyni ve işleyişiyle ilgili ip uçları veren, astroloji, kabala ve psikiyetriden bol izler taşıyan birkaç defa seyredilmeden anlaşılmayan, filmi tam olarak çözeni baş kahramanı john murdoch gibi istediği herşeyi yapan bir hale getiren oldukça karanlık sahneli film. anlayabilmek için devamlı durdurup işaretlere ve yazılara bakılarak üzerinde uğraşılması gereken film (smiley)

8)kara film ve bilimkurgu kategorilerinin kesiştiği bir noktada yer alan alex proyas filmi. dark city, matrix, existenz gibi kendinden sonra gelen filmleri etkilediği gibi şüphesiz kendinden önceki bir dizi kara filmden ve bilimkurgu filminden de etkilenmiştir. örneğin, yine bir kara film ve bilimkurgu sentezi olarak nitelendirilebilecek blade runnerr17;daki (1982) kahraman (komiser deckard) ile john murdochr17;un motivasyonları birbirine oldukça benzemektedir. her ikisi de kendi kendilerine, özlerine ve varoluşlarına dair gerçeğe yönelik bir arayış içindedir ve yitirdikleri hafızaları bu arayışta önlerine çıkan ve aşılması gereken en büyük engeldir. ilginç bir benzerlik de terry gilliamr17;ın r0;12 maymunr1; filmi (1995) ve dark city arasında kurulabilir. her iki filmde de içinde yaşanılan dünyanın karanlığı ve çıkışsızlığı karşısında belki ancak fantaziler imdada yetişir. 12 maymunr17;da bu fantazi, ulaşılmak istenen ama asla gidilemeyen deniz kenarındaki florida keyr17;dir. dark cityr17;de ise john murdochr17;un fantazisi, yine deniz kenarındaki shell beachr17;tir. murdoch film boyunca sık sık rüyasında gördüğü güneşli shell beach sahilini anımsamakta ve yitirdiği hafızasından kalan son bir kırıntı olarak bu rüyaya sıkı sıkıya sarılmaktadır. her iki filmde de deniz, özgürlük ile özdeşleştirilmiş ama yine her iki filmde de kara filmlere yakışır şekilde, kahramanlarımız ya fantazilerine hiç ulaşamamış ya da ulaştıklarını zannettikleri noktada büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşmışlardır. kızıl elmaya gider misali bilinmez ve umutsuz bir yolda sürüklenen kahramanlarımız nihayetinde içinde bulundukları kısır döngünün dışına çıkamayacak, çıktıklarını düşündükleri anda da aslında yeni bir kısır döngü yaratmaktan kurtulamayacaktır. kurtuluş, sahte bir görüntü olmanın ötesinde aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir…

Bu kadar yeter yazar yorumu:
Yukarıdaki yorumlardan sonrada izlemlediğim şey sudurki film60-70-80 leri kapsayan bir çerçevede geçmektedir. değişmeyen tek şeyse uzatlı olarak betimlenen karakterlerin tiplerinin ingiliz soğukluğunu yansıtmasıdır, bu karakterler ki ingiliz aksanıyla konusut zamanın güneç barmayan imparatorluğu kendi güneşlerini havada tutmak amacıyla bakşalarının güneçlerini karartmışlarıd fi filmde de bu konu ortak bir noktadır. 1984 filmindeki 101 nolu kapıyla bu 614 nolu kapıyı bağdaştırılması ve bı kapıların ardındaki yaratıcı düzenleyici varoluşçu kimliklerin yatması amacnı da güdebilmektedir.

bu anektodlar uzatılabilir ama birz yönetmen tanıtıyorduk fena uçtuk. bu günlükte bu kadar

Yazan Yöneten … Alex Proyas
Rufus Sewell …. John Murdoch
William Hurt …. Inspector Frank Bumstead
Kiefer Sutherland …. Dr. Daniel P. Schreber
Jennifer Connelly …. Emma Murdoch/Anna
Richard O’Brien …. Mr. Hand
Ian Richardson …. Mr. Book
Bruce Spence …. Mr. Wall
Colin Friels …. Det. Eddie Walenski
John Bluthal …. Karl Harris
Mitchell Butel …. Officer Husselbeck
Melissa George …. May
Frank Gallacher …. Chief Insp. Stromboli
Ritchie Singer …. Hotel Manager/Vendor
Justin Monjo …. Taxi Driver
Nicholas Bell …. Mr. Rain

Dark Citiy defteride kapanmistir.

Garage Days (Garaj Günleri) (2002)
Proyasın bir komedi filmi cekme cabasına neden girdiğini hep düşünmüşümdür ha fil kötümü bence değil. Ama üzeirnde durulacak kadar detaylı bir film mi belki evet ama ben gurmayacağım. Film zaten TV filmi statüüsnde çekilmiş ve sinemalara sunulmamıştır. Avusturalya yapımıdır. Bütün film sidneyde bir araba garajında geçer. Uyuşturucu seks ve rock müzik üzerine yapılmış eğlenceli bir film. Can sıkıntısında izlenecek türden…

Yönetmen Alex Proyas
Senaryo ve Hikaye Alex Pro

yas & Dave Warner
Maya Stange …. Kate
Pia Miranda …. Tanya
Russell Dykstra …. Bruno
Brett Stiller …. Joe
Chris Sadrinna …. Lucy
Andy Anderson …. Kevin
Marton Csokas …. Shad Kern
Yvette Duncan …. Angie
Tiriel Mora …. Thommo
Holly Brisley …. Scarlet
Matthew Le Nevez …. Toby
Dave Cotsios …. Sprimp Lead Guitar
Chris ‘Skinner’ MacGuire …. Sprimp Drummer
Scott Ryper …. Sprimp Bass Player
Eşsiz yönetimi izlemek lazım tabi..

I Robot: Bu filmin üzerinede yorum yapmayacağım çoğu kişiler bu filmi izlemiş asimovun güzide eserini perde de görmek istemiştir. Ancak dikkat çekmek istediğim konu yönetmen proyas olmasına ramen bu filmin onun olmayışıdır. Çünkü diğer filmlerde olduğu gibi filmin özü Proyas kokmamaktadır. Çünkü Mystery Clock yapımı değildir. Proyas burada dehasını konuşturmamış sadece filmi çok güzel bir şekilde yönetmiştir. Kamera açıları, ses tonlamarı gayet takdire şayan özellikler taşımaktadır ancak ben bir türlü bu filmde Proyas ruhunu yakalayamamışımdır. Orası başka izlenebir görsellikte bir film.. Çekme amacıda yeni bir kült filmin aramıza katılcak olmasıdır laf aramızda e biliyorsunuz ki bu iş için para lazım smiley
Yönetmen Alex Proyas
Yazan Isaac Asimov (uyarlama)
Jeff Vintar (senarist)
Will Smith …. Del Spooner
Bridget Moynahan …. Susan Calvin
Alan Tudyk …. Sonny
James Cromwell …. Dr. Alfred Lanning
Bruce Greenwood …. Lawrence Robertson
Adrian Ricard …. Granny (as Adrian L. Ricard)
Chi McBride …. Lt. John Bergin
Jerry Wasserman …. Baldez
Fiona Hogan …. V.I.K.I.
Peter Shinkoda …. Chin
Terry Chen …. Chin
David Haysom …. NS4 Robots
Scott Heindl …. NS5 Robots
Sharon Wilkins …. Woman
Craig March …. Detective

Neyse bitiriyorum proyas mevzuunu bitmez ama uzadıkça sıkılmaya başladım aşağıda tüm filmeri ve yanında yukarda olmayan filmlerin açıklamaları var bu filmlerin tümüne resmi sitesi olana www.mysteryclock.com dan ulaşabilirsiniz. Kısa filmlerini kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim klipleri ve çalışmalarıda. Filmlerinin story boarlarını ve prıduct drawlarini ve karelerini bulabilirsizin güzel bir site.. hadi by.

I, Robot (2004)
I’m Only Looking: The Best of INXS (2004) (V) (video “Kiss the Dirt”smiley
Garage Days (2002)

Dark City (1998)
The Best of Sting: Fields of Gold (1994) (V) (video “All This Time”smiley
Book of Dreams: ‘Welcome to Crateland’ (1994)
The Crow (1994)

Songlines (1989) (V) (video “Mysteries of Love”smiley
Spirits of the Air, Gremlins of the Clouds (1989)
Spineless (1987)
Strange Residues (1981)
Groping (1980)

http://www.mysteryclock.com

Sıkıntıdan bu hallere büründüm, uzadıkça daha da yolmaya başladığımı hissettim saçlarımı, uzadıkça daha fazla kaşınmaya başladığımı. En çok insanların yüzündeki ifadeyle birlikte kararsızlığıma üzüleceğim. kestirmek için bir ay düşünmüştüm…
Back to Top