henüz bir isim veremedim
Yürüyorduk. Yürüdükçe adımlarımızın sıklığı artıyor, rüzgarın dirayet gösterdiği bedenimize işleyen soğukla birlikte, ayaklarımız yere daha da sağlam basıyordu. Vücudumuzu delen soğuk, Tanburi’de üç yüz lira ödediğimiz rakıdan eser bırakmamıştı. İki adım ötemde salınarak yürüyen Mehmet’in homurtuları şiddetli hava akımına kapılarak, kulağıma düşüyor ancak anlam verebileceğim kelimelere mahal vermiyordu.
Mehmet ince uzun bir oğlandı. Rüzgarın şiddeti ile bazen tökezliyor, düştü düşecek derken dengesini topluyor adımlarına kararlı bir şekilde devam ediyordu. Ben ise zaman zaman eğer rüzgardan uçarsa onu nasıl tutabileceğimi düşünüyordum. Belki beline bir ip bağlamalıydım, rüzgardan havalanan iki numara büyük paltosuyla ipini koparmış bir uçurtma gökyüzünde salınmasına böylece mani olurdum.
Tamburi’den çıktığımızda nereye gideceğimiz konusunu konuşmamıştık. Zaten akşam saatlerinde Tamburi’ye gideceğimiz de hiç hesapta yoktu. Tamda arabalar kaplumbağalara dönmüşken tek istediğimiz kendimizi bir yere atmaktı. Ahmet ile ne zaman bir araya gelsek bir planın parçası olamıyorduk. Mum nerede sönerse derler ya, ondan işte.
Kuleli sokağına girmiştik. Bu sokağı bilmiyordum. Sadece sokağa girerken tabelada adını okumuştum. Tabela muhtemelen kırmızı renkliydi. “Kuleli Sk. 1-17” yazısı beyaz renkle yazılmıştı. Parlaktı. 67 model Chevrolet Impala’nin geçebileceği ama beş adamın yan yana geçemeyeceği bir sokaktı Kuleli Sokak. Sokak boyunca aynı boyda apartmanlar eşlik ediyordu bize. Apartman altındaki dükkanlar çoktan kapanmıştı. Bazı kepenklerin üzerinde sprey boya ile “Simeranya” yazıyordu. Bu kelime bir yerden tanıdık geliyordu ama, soğuktan çalışmakta zorluk çeken beynim, ısınıp laçkalaşıncaya kadayla bir tepki vermeyecekti biliyordum. Mehmet’e sormak geçti aklımdan ama ben etrafa bakınırken o aramızdaki iki adımlık mesafeyi yedi adıma çıkartmış sokağın sonuna yaklaşmıştı. Bir an için durdu. Sola baktı, yüzüne düşen soluk ışığa doğru. Kansız suratı, yüzüne çarpan florasan lambanın ruhsuz ışığıyla aydınlandığında, tekinsiz bir insanla takıldığım hissini uyandırdı bende. Lakin Mehmet’i yıllardır tanıyordum ve o benim tek dostum diyebilirdim.
Kontrol etmek için bana döndüğünde aramızda üç adım kalmıştı. Suratının yarısı karanlıkta kalmış görülmekte zorlanırken, diğer yarısı, loş ışıkta parlıyordu. Karanlıkta kalan gözü parlarken, aydınlıkta kalan gözü ise kömür gibi karanlıktı. sanki gözünün akı yoktu. Eliyle bana gel işareti yaptı ve yer altına inan merdivenlerden inerken çabucak gözden kayboldu. O anda sokağın sessizliğini hissettim. O korku veren sessizliğini ve sokak içindeki yalnızlığımı.
Yalnızlığın kendine özgü korkuları vardır. Bunların başında da öldüğünüz zaman çürüyene kadar bulunamayacağınız korkusu gelir. Diğer korkulara bir kulp bulursunuz ama bu yaşayabileceğiniz en iğrenç şeydir. Sonuçta ölmüşsünüzdür ama bir yerde yakın çevrenizde ilerletmekte olan bir ününüz vardır. Şahsen ben mahalle teyzelerinin diline vah vah çürümüş olarak düşmek istemem.
Merdivenin başına geldiğimde Mehmet çoktan içeriye girmişti. Tek kanatlı gri kapının etrafından soluk sarı bir ışık hüzmesi yayılıyordu. Uzun dik merdivenler klostrofobik bir ortamla karşı karşıya kalmama sebep olmuştu. Bir çamaşır makinasının zor geçeceği merdivenlere adım attım. Başın dönmüş, nefesim kesilmiş, yerin dibine doğru inen merdivenler uzadıkça uzamıştı. İki elimle iki yanıma asılmış tırabzanları tuttum. Adımlarımı düşercesine atarken, elime soğuk metalin kıvrımları takılıyordu. Her adımda, aşağıya indikçe metalin soğuğunu daha fazla hissediyordum. Rüzgar kesilmişti ama sanki soğuk giderek artıyordu. Nihayet içeriden gelen kırık ışık yer yer yüzümü aydınlatmaya başlamıştı. Sağ elimi tırabzandan çekerek kapıya yüklendim. Kapıyla parmak uçlarım temas eder etmez, elimi çektim. Metal kapı hiç hareket etmemişti ama parmak uçlarım donmuştu adete. Refleksle parmak uçlarıma baktık. Karanlıkta seçebileceğim beyazlık karşıladı beni ve hala acımaya devam ediyordu. Sanki bir parçamı kapının üzerinde bırakmıştım. Dirseğimle kapıya yükledim. kapının kanadı ileriye gitti ve hızla kendimi içeriye attım. Kolumu kapıdan çekerken, montumun kurtulma sessini duymuştum.
Bir kaç adım attım. Bir kaç adım ilerimde yoğun bir duman tabakası görünüyordu. Duman göğüs seviyeme kadar inmişti. Bir kaç adım sonra da erişeceğim yerde gözüme ilişen değişken renkler neon renkler vardı. İşin garibi içeriden ses gelmiyor, ışık ve dumandan başka hiç bir şey gözükmüyordu.
İyice üşümüştüm. Hatta bu koridor dışarıdan bile soğuktu. Mehmet ortalıkta gözükmüyordu. Beni beklemediği için kızmıştım ona, bu yer bana çok tekin bir yer gibi gelmemişti. Yinede hızlı bir çıkışa hazır olmalıydım. Yapmadığımız şey değildi. Bir çok bardan pavyondan bu şekilde kaçmıştık. Koridorun sonunda geldiğimde hala ne bir ses duyuyor ne de bir şey görüyordum. Sanki mekan kapanmıştı. Acaba ben sokaktaki binalara bakarken Mehmet başka bir yere mi girmişti. Olamaz, Mehmet’in buraya girdiğinden eminim. Zaten etrafta girebilecek başka bir yerde yoktu. Artık koridoru bitirmiş, temkini bir adım atmıştım içeriye doğru. Birden adımımı attığım ayağımın ısındığını hissettim. Bedenim bir dondurucuda, sağ ayağım ise bir fırındaydı adeta. İkinci adımımı attım. Vücudumun tamamı görünmeyen bir sınırdan geçmişti sanki. Birden yüzümün vücudumun alevler içinde yandığını hissettim. Yanmayla birlikte yoğun duman ciğerlerime doldu ve kulaklarım gürültüden çınlamaya başladı. Bir kaç saniye sonra içerisine alışmıştım. Hemen üstümdeki montu çıkardım. Yoksa eriyecektim. Bu esnada gözlerim ise Mehmet’i aramaya başladı.
Mehmet barda sarışın beyaz elbiseli bir kadın ile sohbet ediyordu. Hangi ara sohbete başladı inanamıyorum. Kadını elbisesinin pileli eteği taburenin üzerinden sarkıyordu. Sırtının tamamen görünmesini engelleyen elbisenin iki şeridi belinin altından elbisenin eteklerini tutmuştu. Saçları kısa ve dalgalıydı. Sanki kırklı yıllardan gibiydi.
Mehmet’e doğru yaklaştım. Beni gördü ama pek oralı olmadı. Bende onun rahatını bozmadım. aramızda ikimizin de dillendirmediği bir anlaşma vardır. Bir kız ile konuşuyorsak birbirimizi pek rahatsız etmeyiz. Sanırım bu tüm erkekler arasında olan gizli bir anlaşma. Bara oturduğumda, bir yerden tanıdığım hissine kapıldığım barmen önümde dikildi. Merhaba diyerek önüme küçük bir shot bardağında neon mavisi bir içecek koydu. Belki de ben içeceği o an ortama mavi hakim olduğu için öyle algıladım.
“Ben henüz bir şey sipariş etmedim” dedim.
Gülümsedi. “İlk içecek müesseseden bazı şeyleri garantilemek için” dedi. O esnada arkasında yazılı tabelayı gösterdi. Tabelada “BURADA OLAN BURADA KALIR” yazıyordu. İç anlamında el hareketi yaptı.
Bardaktaki şeyin ne olduğunu merak ediyordum etmesine ama içimde de bir kuşku vardı. Bardaktakinin ne olduğunu sormak istedim ama uzun saçlı barmen gözlerini bana dikmiş içmemi bekliyordu. İçkinin rengi de beni hemen iç diyordu sanki. bardağı elime aldım ve ağzıma yaklaştırdım. Herhangi bir kokusu yoktu. Birden ağzıma orada bekletmeden de boğazımdan aşağıya saldım garip mavi sıvıyı. Boğazımdan geçerken bir yanma hissettim, sonra bu yanmanın olduğu gibi mideme oturduğunu. Bir an midemi de delecek ve olduğu gibi bacaklarımın arasından aşağı akacakmış gibi hissettim. Başım döndü ve kendimi garantiye almak için bara tutundum. Sanki birden ellerim büyümüş, bütün bar masasını kaplamıştı ellerim. Parmaklarım arasındaki bardakta sanki akide çekeri boyutunu almıştı. Başım gövdemin üzerinde durmuyor, boynum iplik gibi sağa sola yalpalıyordu. İrileşen göz bebeklerim görüşümü iyice bulandırmıştı.
Bu ne kadar sürdü hatırlamıyorum. Bana sadece bir kaç saniye gibi geldi. Sonra eski halime geri döndüm. Saate baktığımda 01:53’ü gösteriyordu. Biraz ınstagram’da dolanmak için telefonumu çıkardım ama telefon çekmiyordu. Wi-Fi’yi kontrol ettiğimde ise hiç bir sinyal bulamadım. Barmen şimdi ne içersin diye seslendi. “Bira” dedim. Önüme kocaman bir bardak koydu. Bir yudum aldıktan sonra Mehmet’e baktım. Ben sanki orada değildim ve o da kızla konuşmaya devam ediyordu. Bulunduğum açıdan kızın yüzünü göremiyordum. Taburede mekanı görmek için geriye döndüm. Oldukça kalabalık ve neredeyse ucu gözükmeyen bir mekandı.
Biram bitmişti. Soğuğunda etkisiyle sıkışmış sidik torbam kendini bırakmaya hazırlanmıştı. Etrafa bakındım ama tuvalet tabelası göremedim. barmene döndüm ve sordum. Yedi masa ileriye gitmemi ve solda göreceğimi söyledi. Yürümeye başladım. Bilincim yerindeydi ama zaman zaman ayaklarım beynime itaat etmiyor, sekiyordu. İçeriye girdikçe insanları ve mekanı daha iyi görebiliyordum. Sanki bir kostüm partisinin içine düşmüştük. Kadınlar ve erkekler her birinin üzerinde farklı farklı kıyafetler vardı. Tuvalete vardığımda kocaman dört sıra pisuvarlardan boş olana geçtim. Yanımda ellilerin saç şeklini ve kıyafetini andıran biri işiyordu. Dudağının köşesine aşırı derecede duman salan sigarayı yerleştirmiş, sallanıyordu. Ona baktığımı görünce bana döndü. Ben de kafamı önüme çevirdim. Sanki bu adamı bir yerden tanıyordum. Tuhaftır ki sanki buradaki herkesi bir yerden tanıyordum. Muhtemelen bu alkolün verdiği kankalık modu değildi. Bir yerlerde görmüştüm onları.
“İşemek gibisi yok” dedi. “Sanki böyle başka bir boyuta geçiyorsun. Bırakamadığım şeylerden biri de bu.”
Siz ne düşünüyorsunuz?