Gözlerimi kapadığım anda beynimdeki tüm sinir hücrelerinin tek bir amaç için savaş verdiklerini biliyorum. Rüya görmek. Çoğu zaman kabuslardan farkı olmayan rüyaların içinde kayboluyorum. Aslında tek amacım kendimi huzurlu hissedebileceğim bir rüya görmek. Belki cennette olmasa da ona benzer bir yerde fikren bir saat geçirmek ve başımı herhangi bir yere yasladığımdaki o yorucu karmaşa…
Gözlerim kapanıyor. Nerde olduğumu bilmiyorum. Ansızın geçen karelerin algılanmasıyla meşkul beynim. Vücudumu hissetmiyorum. Ellerimi, kollarımı, ağırlaşmaya başlamış ayaklarım yavaş yavaş kendini bırakıyor. Etrafımda dönen şekiller…
Derin bir uğuldamayla, boşluğa düşmüş ruhumun korku ve ilkilmesiyle uyanıyorum, ardından aynı uğulduya karışan bir müzik, uğultunun kaynağının çep telefonum olduğunu çağrıştırıyor bana. “La La” (Cortney Tidwell)yarı nakaratına kadar çalıyor. Ben açmak istemediçe, o da susmaya pek niyeli gözükmüyor. Müzik neysede şu titreşimin korkunç gürültüsü…
“Efendim.”
“Merhaba, n’aber? Uyandırdım mı?”
Uzaktan gelen kadının sesi, algılarım dahilindeki bir ses tonuna benzemiyordu. “İyiym sen? Evet uyuyordum.”
“Bu saatte uyunur mu canım? Bak bir saat sonra sendeyim, bir film gösterimine gideceğiz.”
“Ya ben evden hiç çıkmasam kendimi iyi hissetmiyorum pek.”
“Sürekli evdesin canım, evde dura dura iyi hissetmiyorsun kendini bak biraz dışarı çık iki insan gör nasıl açılacaksın. Hem bu film çok eski bir film. İlginç yıllardır kayığmış yeni çıkmış ortalığa bu ilk gösterim.”
“Ya ama…”
“Anlamam ben görüşürüz bir saat sonra.” Lafı ağzıma tıkıyor ve telefonu kapatıyor. Bir süre yatakta duvarımda asılı sönük yıldızlara bakıyorum ve…
Kapı çalıyor. Üzerimdeki ince örtüyü apar topar atıp kapıya yöneliyorum, kapıdaki çok beklemişçesine bir kez daha basıyor zile. Dığ kapıyı açmakiçin butona basıyorum, bu arada boxerla olduğum gözüme ilişiyor. Odanın içinde üzerime geçirecek birşeyler bakınıyorum. Gözüme ilişen birşey yok. Kapı birkez daha çalıyor. Öylece açıyorum. Küt saçlı hafif tombulca bir kız karşımda duran. Yüzünü, kim olduğunu hatırlamaya çalışıyorum, ancak herhangi çağrışım yapmıyor bana. Sanki çok uzak, çok soğuk bir esinti alıyorum ondan, ancak sesi bu esintiyi yalanlayacak kadar içten.
“Ooo hazırlanmamışsın bile, hadi çabuk ol, içeri davet etmeyecek misin beni? Sen hazırlanana kadar kapıda mı bekleyeceğim?”
“Ta tabi geç buyur.” Kimsin sen, ne arıyorsun burada, tanıyor muyum seni?
İçeri giriyor kapıyı kapatarak ardından odaya giriyorum. Sırtındaki çantayı çıkartıyor.
“Of ev çok havasız kalmış, bir iki pencere aç, bu ne, nasıl nefes alıyorsn burada?”. Pencereye yöneliyorum, şaşkın bir durumda olduğumu anlamış olsagerek tügüme gülümsemeyle bakıyor.
“Ayılamadın herhalde daha, git bir duş al istersen. Dur, dur bir öpeyim seni gel şöyle.”
Yanıma geliyor yanağıma uzanıp soluk kırmızı dudaklarıyla sağ ve sol yanağıma birer öpücük konduruyor. Burnumun içine dolan kokusu, beynime ulaştığında mor boxerımın altında bir hareketlilik hissediyorum, aynı zmaanda yüzümün kızardığınıda. Uzaklaşıyor kendini benden çekiyor. Ben de bir adım geriye atıyorum kendimi, kokusu henüz burnumdan uzaklaşmış değiş.
“Boxerin çok şirinmiş” diyor, anlayamadığım bir sırıtışın ardından.
“Ne o Leman karakteri mi resimde ki?” Başımı öne eğiyorum, üzerimde ne olduğu konusunda pek bir bilgim yok. Gözüme ilk çarpan mor renkli bir çıkıntı. Aklım oraya takılmış durumda. Ayıp oldumu acaba? Hem de kim olduğunu hatırlamadığım biri…
Hareketlerime dikketlice bakıyor, gözlerinin sürekli üzerimde olduğunu hissedebiliyorum, benim ise aklım önümde duran yükselti. Yatağın kenarından telefonumu alıyorum. Son aranan numaraya bakıp kim olduğunu hatırlamak amacım. Tanıyıp tanımadığımı bilmiyorum. Yüzü anlık değişimlerle farklı geliyor bana. Bir saniye içinde tanıdık, diğer saniye içersinde ise bir yabancı oluyor. Telefona son arayan numaraya bakıyorum. “Pınar” yazıyor. Pınar, ama kim? Nasıl biriydi?
Duş esnasında, su damlacıkları vücudumdan aşağıya süzülürken, sürekli Pınar’ın nasıl biri olduğunu düşünüyorum. evet, tanıdık biri ama nereden?
Minibüste yan yana oturuyoruz. Pencereden dışarıya bakıyor. Kokusunu hala alabiliyorum. Minibüse bineli tek kelime bile etmedi. Bende ortak birşeyler hatırlamadığım için hiç sesimi çıkarmadım. Arasıra ona baktığımı farketip bana bakıp gülümsüyor. Çoğu kez sabit bir şekilde dışarıya bakıyor, dalıp gidiyormuşçasına. Ancak camdaki yansımamdan bana baktığını biliyorum, benim ona baktığım gibi.
Nerde olduğumuzu bilmiyorum. Köy gibi bir yerde iniyoruz. Güneş tepemizde, bütük kavak ağaçlarının arasından yer yer üzerimize düşüyor. Biraz ilerde ufak bir kalabalık var.
“Gösterim burada mı?” diye doruyorum.
“Evet” diyor parmağıla işaret edip küçük kalabalığı göstererek. “İşte orada.”
İnsanların arasına geldiğimizde herkesle selamlaşıyoruz. Hiç kimseyi tanımıyorum. Bana tamamen yabancı yer ve yabancı insanlar. Ancak köyün güzelliği üzerimdeki tedirginliği biraz kaldırıyor. Az önce Pınar ile konuşmuş, uzun boylu, esmer adam uğraştığı televizyondan başını kaldırıp bana bakıyor başıyla selam verdikten sonra tekrar Pınar’a birşey söylüyor. Etrafı izliyorum. Uzun göğe uzanan ağaçların arasındayız. Bir gurup insan televizyonun başına oturmuş heyecanla beklemekte. Çocukların sayısı farklı. Hepsi hayatlarında ilk defa televizyon görmüş gibi bakıyorlar. Pınar yanıma geliyor.
“Birazdan başlayacak şuraya oturalım mı?” diyerek bir yer gösteriyor. Oturuyoruz.
“Burası neresi? Daha önce hiç gelmemiştim. Nasıl bir gösterim bu?”
“Küçük bir köy. Ne kadar güzel sevimli değil mi? Birazdan başlayacak gösterim.”
“Nasıl bir gösteirm bu? Şu televizyondan mı izleyeceğiz. Hiç bu işlerle uğraşanlar varmış gibi gelmiyor bana…”
“Bak işte başlıyor.”
Uzun boylu adam televizyonun önünde beliriyor. Sakin bir ses tonuyla anlatmaya başlıyor.
“Bu film 1976 yılında Türkiyede çekilmiş. Çeken Christopher Marlowe adında bir turist. Gittiği kasabanın insnaları ona biraz ilginç gelmiş ve bu insanları görüntülemeye çalışmış. Acak kasaba halkı buna pekte sıcak bakmamışlar. Christopher’dan iki hafta hiç ses alınmamış. Aynı şekilde iki arkadaşından da. İkinci haftanın sonunda Christopher ve iki arkadaşından aileleri, iyi olduklarını burayı çek sevdiklerini ve dönmeyi düşünmediklerini yazan bir mektup almışlar ve bu mektuplar her sene devam etmiş. Ta ki bir kaç ay öncesine kadar.
Bu mektupların kimden geldiğini merak eden kardeşinin oğlu mektubun gönderildiği yere gider küçük bir araştırmadan sonra Amcasının izine rastlayamaz ancak ilginç bir şekilde birileri bu mektubu belli günlerde günlerde göndermektedir. Bekleyip izini sürer ve bu kasede ulaşır. Yani amcasının çektiği gezi kasedine. Otele geri döndüğünde bir video kaset kiralayıp izler ve gördükleri, az önce sizin de göreceğiniz olaylar kanını dondurur ve apar topar ülkeyi terkeder. Şimdi sözü fazla uzatmadan filme geçelim.”
Konu gerçekten dikkatimi geçmişti. Ancak bu Amerikan filmlerine konu olacak hikayelerden farksız bir hikaye değildi. Hadi “canım sende” dedim içimden ancak Anadolu toprağının verimliğiğini, çeşitliliğini düşündükçe olabiliritesi daha ağır basıyordu Sonunda film başladı. Kaset bozulmaya yüz tutmuş, yer yer görüntü atlıyordu. Bu haliyle bile kaset içinde hiç bir şey olmasa bile korkutucuydu. Kamera sağa sola sallanıyordu. İngilizce konuşmalar tercüme edilmiş altyazı ile verilmişti. İngilizlerden biri “Gelin, gelin” diye bağırıyordu. Kamera sesin yönünde doğru döndü bir grup çocuk otların arasında futbol oynuyordu. Kameranın kendisine geldiğini gören çocuklar durup ona doğru bakmaya başladılar. Ertafları çevrilmiş herkes onlara bakıyordu. Görüntü birden kesildi. Geri geldiğinde ise bir camiininyanında onu çekiyorlardı. Altyazıda “içeridekini gördün mü?” diye yazdı. “Şu tarafa, şu tarafa bak”. Caminin avlusundan geçtiler yalnız bu camii bana çok tanıdık geliyordum. Videoda kareler aktıkça gezindikleri yerler hafızamda birden bire çakmak çakarcasına ani şekilde aydınlanıyordu. Camiinin avlusundan çıktılar. Bir grup insanla karşılaştılar. Üzerilerinde birkaç parça bezden başla birşey yoktu. Vücutları kararmıştı hemde yanan bir odun kadar kara. Onlara yaklaştıkça adamlar gözleirni kameraya dikiyordu. Siyah yanmış bedebleri içersinde gözleri bembeyaz , üzerindeki damarlar belli olacak şekilde parlıyordu. Kamera birden arka tarafı gösterdi. Evet burayı tanıyordum. Doğup büyüdüğüm mahallenin camiisi ve yanında o hep korkarak girdiğimiz, çalılarla kapalı patika yol. Tamera bir gurup insnaın camiiden çıktığını gösterdikten sonra hızla tekrar önüne dönüyor. Evet işte burası Şükrü Amcanın bakkalı ve o ama diğerleri gibi. Siyah, korkunç…
İçimde bir ürperti gözleirmi ekrandan alamıyordum. Sanki bütün sokak tanıdığım herkes yada resimde gördüklerim hepsi o video kasedinin içersindeydi. Acı bir çığlık duyuldu. Kamera hızlıca hareket etti. Kanım donmuştu sanki. Damağımın kuruduğunu hissetitm. Başımı Pınar’a doğru çevirip “su var mı” diye soracaktım ki bütün insanların bana baktığını hissetim. Dahada korkmuştum, sanki buraya getirilmem, bu tanımadığım insanların içine sokulmam bir oyunmuş gibi geliyordu bana. Televizyondan bir çığlık sesi daha geldi. Ancak kafamı çevirip oraya bakamıyordum. Bütün gözler bana odaklanmıştı. Hatta, başımı biraz daha çevirip Pınar’a bile bakamıyordum. Nefes alışım azalmış kalp atışlarım zayıflamış, vücudum terden sırılsıklam olmuştu.
Pınar’ın kokusunun yaklaştığını hissettim, saçlarının yüzüme değidiğini. Bütün gözler üzerimdeydi. Hatta üzerimizde… ve yavaşça bana doğru yaklaşıyorlardı…
resim: http://www.moonrabbit.co.uk
Siz ne düşünüyorsunuz?