“Beni öldürecek misin?”
Beklediğim sözler bunlar değildi. Şaşırmıştım, söyleyeceklerimi hızlıca aklımdan geçirdim. Ama ne söyleyebilirdim ki?
“Eğer istersen.”
Yutkundu, iri gözlerini üzerimden çekti. Biran olsun içime düşen tereddüt, gözlerini üzerimden çekmesiyle yavaş yavaş son buldu. Sakin ve derin soluk alışverişleri, sanki rüzgarın kaynağıydı. Burnuma nane şekeri kokusu gelmeye başlamıştı. Sanki her yer sessizleşmiş ve birden bire aydınlanmıştı. Hissedebildiğim sadece rüzgarın bende bıraktığı tuhaf etkiydi.
“İstemiyorum.” dedi fısıltısını rüzgara karıştırarak. Hiç birşey söyleyemedim, içimde değişen, kaynayan, hatta fokurdayan birşeyler olduğunu biliyordum. Ama neydi. Avuçlarımın içleri terlemişti. Hayatımda ilk kez avuçlarımın içinin terlediğini hatırlıyordum.
Bono’nun gelmesiyle sanki hayat normal şekline gönmüştü. Karanlıkta bir çalı gibi hareket eden köpek, annesinin yanına yaklaştı, ayağına sürtündü.
“Ne oldu oğlum.”
Köpek ince sesler çıkartarak, sahibine sürtünmeye devam etti. Kadın küçük elleriyle köpeğin başını okşadı. Köpek olduğu yere çökerek oturdu.
“Bugün sanki biraz huzursuz, umarım hastalanmaz.”
“Yorulmış olabilir.” Köpeğe baktım, bir an için gözgöze geldik. Bakışlarını hafif kaçırmaya çalışıyor ama hızılı bir hareket ve kararlılıkla yine bana dikiyordu. Gözlerindeki acı ifadesi rahatlıkla okunabilirdi. Sanki sahibi ile yer değiştirmişlerdi yada onun için kendini feda etmek istiyordu.
“Ben kalkayım artık, size de çok yük oldum, teşekkürler herşey için.”
“Eh peki.” dedi ve hızla ayağa kalktı. Sanki bir an önce ordan ayrılmamı istiyormuş gibi. Ben ise sanki orada aklmak istiyordum. Yani bir yanım bunu istiyordu, ama gitmeliydim. “Umarım arkadaşınız gelmiştir evine.”
Ayağa kalkarken gülümseyerek cevap verim. “Umarım, yoksa sizi yine rahatsız etmek zorunda kalacağım.”
Güldü, ardından bende güldüm. Yavaşça evin duvarının bitişiğindeki kare taşlarla döşeli yoldan evinin önüne çıktık. O arada sert bir rüzgar esti ve vedalaşarak ayrıldık.
Yarım saat olmuştu. Bilinçsizce sokaklarda dolanıyordum. Nereye gideceğimden habersiz, ne yapacağımdan habersiz bir şekilde. Öyle ki zaman yine yavaş akmaya başlamıştı. Bazen olur ya, herşey bir karıncanın adımları gibi hızlıylen aldığınız mesafe kısadır. Düşünceler, hemde sayısı belirsiz düşünceler beynime akın ediyor, hepsini savuşturduğum anda saate bakıyor, zamanın geçmediğini gördükten sonra, düşünceler yine akın ediyordu. Bazen kendimi topralayıp ne düşünüyorum ben dediğimde, hiç birşey hatırlamıyordum. Bugün yapmam gereken sanırım sadece yatıp uyumak… Bugün anlaşılan Tanrı bana tatil vermişti.
Eve vardığımda, kendimi hemen yatağa fırlattım. Midem bulanıyor, başımdaki sızıyla birlikte gözlerim yuvalarından şişerek patlayacakmış gibi basınç yapıyordu. Bir çak tane arğı kesici almış olmama ağmen bür türlü başımdaki ağrı dinmemişti. Yaklaşık üç saat kadar yatakta dönüp durdum. Uyuyamıyor, üstüne üstlük evin duvarları sanki üzerime doğru geliyormuş gibi hissediyordum. Pencereyi açtım. Sokakta kimseler yoktu. Rüzgar ağaç dallarını ortan oraya savururken yapraklar tahammül edemeyeceğim bir ses çıkartıyordu. Ama odaya dolan taze hava sanırım iyi gelmişti bana, başımın ağrısı ve gözlerimin yerlerinden fırlama çabaları bir an için dinmişti. Soğuk yavaş yavaş yerleşmeye başlamıştı kente.
Sokaktan bir ses geldi. Sağa sola bakındım ancak ne olduğunu göremiyordum. Baş ağrım birden bire kesilmiş eski zindeliğime kavuşmuştum. Sanki sokakta bir çığlık sesi duydum. Salınan rüzgara bindirilmiş bir sitem, bir feryat sanki. Başımı sağa sola çevirdim sokağın başında sanki gölgeler hareket ediyordu. Yada birileri sokak lambasının altında durmuş, elleriyle şekiller yapıyordu. Bir kartal, yo yo bir yunus, bir tavşan…
Siz ne düşünüyorsunuz?