Bir yanılsama olduğunu güdüşündüm. O öleli yıllar olmuştu ve bir direğin tepesinde ne işi vardı? İleriye doğru bir iki adım attım. Geri dönüp direğe dikkatle bakmakta kararsızdım. İçimde nedense babama karşı bir ürperti belirmişti. Aslında ondan hiç bir zaman korkmamıştım. Çünkü korkulmayacak kadar neşeli bir insandı ama şimdi nedense şimdi de bir korku fırtınası sanki etrafımda esen rüzgarı yaratıyormuşçasına beni sarıp sarmalıyordu. Derin bir nefes aldım. Ağzıma o bilindik kokusuzluktan çok, pas ve çöp kokusu geldi. Suratımı ekşittim. Eminim bembeyaz da kesilmişti. Çünkü korkumu ele veren tek şey suratımın bembeyaz kesilmesiydi.
Kedimi toparladım. Ben korkamazdım, yani korkmamalıydım. Bu benim gibi birine yakışmıyordu. Derin bir nefes aldım, ağzım boğazım burnum yanmasına rağmen. Midemden bir şeyler yukarıya çıkmak için ayaklandı. Yemek borumun her boğumunun onu yukarıya itelediğini hissedebiliyordum. Evet onların bir adı vardı ama, şimdi bunun ne önemi var ki?
Bir homurdanma duydum arkamda. Sanki tam arkamda durmuş biri bir şeyler söylüyordum. Anlayamadığım bir şekilde gırtlaktan çıkan bir ses. Dibimde olduğunu biliyordum çünkü nefesi ensemdeydi. Sesi o kadar boğuk ve uzaktı ki, sanki kilometrelerce uzaklıkta diyebilirim. Ama eminim hemen ensemin dibindeydi.
Ani hareketle döndüm. Bu kendini korumaya çalışmanın refleksi olsa gerek. Ancak döndüğümde beni karşılayan, daha sıcak bir şekilde beni bekleyen ağız kokusu olmuştu. Bir leşten farkı yoktu. Yada şu lavabo açıcı kimyasalların kokusundan. Birden kendimi tutamadım, midemdeki hali hazırdaki hareketlenme büyük bir basınçla patlamaya geçmişti. Şiddetle dizlerimin üzerine çöktüm. Bir an için dizlerimin sızlaması, midemin bulanmasını bastırmış olsa da sanki bu saniyenin binde biri süre içerisinde olmuştu. Evet içimden bir şeyler dışarıya çıkmak istiyordu ve bende buna yardımcı olmak için öğürüyor falan başarılı olamıyordum. Sol işaret parmağımı kaldırdım ve boğazımın uzanabildiği kadar dibine soktum. Birden bire içimdeki o hali hazırda bekleyen her şey dışarıya attı kendini. Bakamıyordum. Birden başım dönmüş gözlerim kararmıştı. Ardından iki üç kere daha öğürdüm, ta ki kendimi rahat hissedene kadar.
Gözlerimi açtığımda sanki etraf biraz daha aydınlanmıştı. Ağzımı silmek için sağ elimi kaldırdığımda üzerinde bir şeylerin gezindiğini fark ettim. Bir kurtçuk. Beyaz üç santim uzunluğunda. Diğer elimle onu yere atmak istediğimde, sol işaret parmağımın üzerinde gezinen başka bir kurtçuğu gördüm. İkisini de hızlı ve telaşlı hareketlerle elimden attım. Ancak yere düştükleri yerde, yani benim kustuğum yerde bunlardan yüzlerce vardı. İster istemez kendimi geriye attım. Ağzımı iki elimle hızlıca sildim. Bir kaç kez refleksle tükürdüm. Dilim damağım kurumuş, artık ağzımda ekşi bir tattan başka bir şey kalmamıştı. Sadece biraz su istiyordum…
“Yemek borun kurtlanmış evlat, çiğ şeyler yememelisin.”
Bu ses babamınkine benzemiyordu. Yani yıllar sonra hatırladığım kadarıyla bu ses onun ki gibi değildi. Daha hırıltılı boğazdan çıkan bir sesti. Başımı kaldırmaktan çekiniyordum. Gözlerimin önünde ise o kustuğum şeyler sanki dans ediyordu. Yedi sekiz boğumlu üç santimlik küçük kurtçuklar.
“Bu kurtçuklar seni öldürecek evlat.”
Bu imkansızdı. Yani bunun olabilmesine iman yoktu. Vücudumda bu kadar kurtçuğu beslemiş olamazdım. Bu zamana kadar hiç farkına varmadan. Başımı kaldırdım. Vücudumla doksan derece açı yapacak bir şekilde. Ancak görüş açımda kimse yoktu ama varlığı o kadar yakındı ki, o lağım kokan ağzının kokusunu alabiliyordum. Sıcak bir rüzgarla bana geliyordu.
Başımı biraz daha kaldırdım. Bir an için tereddüt yine kapladı bedenimi ve birden kaskatı kesildi. Başımı sanki oynatamıyordum. Hayır aslında bunu yapmakta istemiyordum ama merakım beni sürekli başımın kalkması yönünde zorluyordu. Başım dönmüyordu. Vücudumu hareket ettirmek istediğimdeyse, büyük sancılar vücudumun tüm eklemlerine akı ediyordu. Derin nefes almayı denedim. Ancak aklıma o kurtçuklar geldikçe bundan vazgeçtim. Ya soluk boruma kaçarlarsa. Sanki zaman geçmiyordu. Rüzgar hızlanmıştı. Elektrikler hala yoktu ve sokak sanki sadece ben ve onun yeninin ışığı yansıtmasından aydınlanıyordu. Onun, yani babamın.
“Kendine hiç bakmamışsın evlat!” dedi. Şu evlat lafına sinirlenmiştim. Yılar önce gelip şimdiye kadar hiç bana söylenmemiş bir kelimeyi söylemesi sinirimi bozuyordu. Yo, aslında sinirimi bozan onun karşısında böyle aciz bir durumda olmamdı.
“Bana evlat demeyi kes!” diye bağırdım. Kelimelerin nasıl çıktığını bilmiyorum ağzımdan ama çıkmıştı, hemde büyük bir gürültüyle. Bağırmamın ardından rüzgar durmuş, aralarında fısıldaşan yapraklar konuşmalarını kesmişti. Evet şimdi yalnızdık belki ama sokaktaki her şey, ağacı da, asfaltı da, çöpü de, toprağı da her şey bizi dinliyordu.
Bir ses duydum. Bir düşme sesi. O esnada görüntüsü gözlerimin önüne geldi. Evet babama benziyordu ama onu tanımayacak kadar unutmuştum. O olabilir miydi? Elbette hayır, çünkü o yıllar önce ölmüştü. Bunu herkes biliyor ki ölüler bir daha geri gelemezdi.
Bir kaç adım attı. Gayet güzel giyinmişti. Ama bana yaklaştıkça o kötü kokusunu daha fazla alabiliyordum. Suratında daha önce hiç görmediğim bir gülümseme vardı. Gözleri şevkatten çok nefretle parlıyordu. Oysa ben benden nefret etmesi için hiç bir şey yapmamıştım.
“Senin ölmüş olman lazım.” dedim öfkeyle. Sanki şimdi ortaya çıkmış bütün planlarımı bozacakmış gibi geliyordu. Herhangi bir tepki vermedi. Yanıma iyice kaylaştı. Sol elini uzatarak yüzümü sıvazladı. Hala yüzünde o bilmediğim, tanımadığım sırıtma vardı. Kokusu gitmişti sanki, yada burnum kokusunu algılamayı bırakmıştı artık.
“Komik bir ölümdü değil mi? Arkamdan güldün mü?” Hayır gülmemiştim. Ağlamamıştım da. Gözlerimden bir kaç damla geldiyse de, sert rüzgara dönüp onu rüzgarın akıttığı göz yaşlarıma karıştırmıştım.
“Hayır.” dedim sakin bir sesle. Gözlerime baktı. Gözlerinin içinde gezinen bir şey olduğunum farke diyordum. Ama ne olduğu bu karanlıkta anlaşılabilir değildi. Çenemi tuttu. Kendini yaklaştırdı. Yüzlerimiz arasında üç santim yoktu.
“Vakit yaklaşıyor evlat,” dedi.
“Ne vakti?” Güldü, ağzını o kadar çok açmıştı ki, sararmış dişlerini gördüm ve o eski kokusunu tekrar aldım.
“Yakında öğrenirsin, devam et!”
Çenemi bıraktı, yavaşça yüzümü yüzünden çekti ve uzaklaşmaya başladı. Sıçrayarak direğin tepesine tekrar çıktı ve gülerek “Bu senin için bir hediye.” dedi. Sanki bu cümleden sonra bir şeyler daha söyledi yarım yamalak duyduğum: “Tadına bak”.
Birden yere yığılıverdim. O kurtçukların yanına, şimdi hepsi burnumun dibinde dolaşıyorlardı. Bir kısmı bana yle bir bakıyor ve birbirleriyle sarmal olmaya devam ediyorlardı. Tekerlek sesleri, daha da yaklaşmıştı. Kendimi toplayıp ayaklandım ancak dizlerimin üzerinden doğrulamıyordum. Başımı direğin tepesine çevirdim. Orada oturmuş beni izliyordu. Tekerlek sesleri yaklaştı ve yakınımda durdu.
Siz ne düşünüyorsunuz?