Usta yönetmen John Carpenter‘ı John Carpenter yapan filmlerden biri olan “They Live (1988)”dan bahsetmek isterim size. Yıllar önce muhtemel bir gece kuşağı sinemasında izlemiş olduğum, geçtiğimiz günlerde ise dvdsini görüp hemen alıp uygın bir zamanda izlediğim bir film. Tabi yeni nelisin beğeneceği tarzdan uzak olduğunu söyleyebilirim, ancak sırf merak uyandırsın diye bu film için “Matrix”in atalarından biri olduğunu bir çok kaynağın söylediğini belirtmek isterim…
Film, Ray Nelson’ın 1963 yılında yazdığı Eight O’clock in the Morning isimli kitabından uyarlanmış. İlginç bir konu ve düzgün bir senaryoya da sahip. Ancak film oyunculuk konusunda çok başarılı diyemeyeceğim. Buna rağmen akılda kalıcı sahne ve repliklerle dolu.
Film korku ve bilim kurgu olarak sınıflandırılsa da sosyal film olduğunu söyleyebiliriz. Filmin asıl amacı, sistem eleştirisini yapmaktır. Bir nevi kapitalizm ve sosyalizm karşılaştırması yapar. Filmi her ne kadar sosyalizme daha yakın görsekte bazı noktalarda film inceltilmiş ve sanıyorum ki fazla göze batmasın diye esler konulmuş.
Filmin baş kahramanı George Nada işsiz güçsüz olup göçebe hayatı yaşamaktadır. Para kazanmak amacı ile inşaat işçisi olarak çalışır. Burada tanıştığı ve ona arkadaşlık eden, Frank Armitage kalması için ona bir yer gösterir. Burada halk komun olarak yaşarlar. George hayatını bu şekilde devam ettirmektedir. Arada televizyon yayınlarına giren bir rahibin konuşmaları onun dikkatini çeker. Rahip dünyayı ele geçirdiklerinden bizi yönettiklerinden ve insanların uyanması gerektiğinden bahseder. Bu konuşmalar George’un dikkatini çeker ve bir gün fark eder ki bu yayınlar yaşadıkları yerin karşısındaki küçük kiliseden yapılmaktadır.
George merakına yenik düşerek bu kiliseye girer. Orada kimyasal bir laboratuvarla karşılaşır ve konuşmalara şahit olur. Kaçarken çarpar ve gizli bir dolap bulur… Bu arada kör bir rahibe yakalanmış, rahip ona kendisi ile ilgili kehanetlerde bulunur.
George buradan çıktıktan sonra gördüklerini Frank’e anlatır. Frank, ona bu işlere bulaşmaması gerektiğini söyler. Ancak bir kaç gün sonra, kilise görevliler tarafından bombalanınca kendi huzurları da bozulur. George enkaz haline gelmiş kiliseye girer ve gizli dolaptaki kutulardan birini açar. İçinde gözlükten başka bir şey yoktur. George gözlüğü takar ve işte bütün her şey bu andan sonra başlar.
George gözlüğü taktıktan sonra her şeyi siyah beyaz görmeye başlar. Yani olması gerektiği gibi. Bazı insanların güzü yaratıkmış gibi gözükmektedir. Önce George bu olanlara akıl erdiremez ama zaman geçtikçe aslında geröekleri gördüğünü fark eder. Bu yaratıklar her ne ise bütün insanalrı uyutmaktadırlar. Sistemi yıkmak yerime sisteme uyum sağlayıp onu istedikleri gibi yönetmeye başlamışlardır. Bunu da medyayı kullanarak yapmışlardır. Şüphesiz ki burada en etkili sahne, paranın üzerinde yazan “bu senin tanrın” cümlesidir. Aslında bu yaratıklar bizi aslında göre göremediğimiz şekilde uyutmakta ve bilinç altımıza bu mesajları sokmaktadırlar. Bu komutlardan bazıları ise caddelerde reklam panolarının üzerinde ” itaat et”, “boyun eğ”, ” televizyon izle ve uyu”dur aslında tüm insanlığın yapması gereken budur. Başka bir reklam panosunda ise tatil resminin altında “karayipler’e gel” yazısı bulunmaktadır, bu da tatil olgusunu aşılayıp para harcamaya itmekten başka bir şey değildir. panolarda biraz daha gezindiğimizde ise plajda yatan bir kadın resmi, altında “evlen ve üre” yazısı gözükmektedir. Sayının artması boyun eğecek kişilerin ve iş gücünün de artması demektir.
George bu gerçekleri gördüğü anda kendini savaşın içince bulur. Artık aranmaya başlamıştır. Bir gün arkadaşı Frank ile görüşür. George ona bu gözlükleri taktırmak ister ama Frank ısrarla takmak istemez. Burada aklımda kalan repliklerden biri de Frank’ın benim çocuklarım var demesidir. Öyle ki Frank, bir şeylerin ter olduğunun farkında olan ancak ailesini korumak amaçlı olana bitene boyun eğen bir karakter profili çizmektedir. Ancak George, Frank’a gerçekleri göstermekte, kararlıdır. İşte tam burada çok bahsedilen bir kavga sahnesi başlar. Sahne o kadar uzatılmıştır ki, of nameleri çıkmadan olmuyor ağızdan. Elbette anlatılmak istenen bir şey var, o da halkın gerçekleri he kadar zor kabullendiği, hatta bir diğer taraftan bakarsak kabullenmesi için şiddete başvurulması gerektiğidir.
Bu kavga sonunda Frank’ta kurtuluş mücadelesine katılır o da aranan biri olmuştur. İkisi bu yayının kaynağını bulup insanlığı kurtarmak için savaşmaya başlarlar.
Film hakkında Slavoj Žižek, Holiwood’un esaslı solcu filmleri arasında yorumu yapmıştır. Ancak bu tamlama filmdeki bazı noktalardan dolayı, eksik kalsa da genel anlamda bu söyleve katılabilirim.
Filmin önümüzdeki günlerde tekrar çekilmesini beklemiyorum desem yalan olur. Ancak biliyorsunuz ki bu uyanma yıllardır aynı şekilde devam etmekte. Başkaldırı olmadan hemde. Şöyle aynaya baktığımda Frank’a benzetmiyor değilim. Zaten Geoge kavramları da hikayelerde kaldı. Öyle ki komünizm buna denk faşizmde kapitalizmin içerisinde yaşayan küçük asalaklar gibi. Yani bilgisayar terimlerini kullanarak lafi bitirmek gerekirse, kapitalizm ana server, komünizm ve faşizm de bu ana server içerindeki sanal serverlar.
Bir film tanıtımının dışına çıktı gibi yazı. Arada olması fena olmaz yani… Kesinlikle izlenmesi gereken filmler arasında…
Yönetmen: John Carpenter
Senaryo: Ray Nelson, John Carpenter
Oyuncular:
Roddy Piper | … | George Nada | |
Keith David | … | Frank Armitage | |
Meg Foster | … | Holly Broden | |
George ‘Buck’ Flower | … | The Drifter |
Linkler:
Siz ne düşünüyorsunuz?