Ünlü yönetmen Danny Boyle‘un son çektiği ancak pek ses getirmeyen filmi Trance. Bunun sebebi de Danny Boyle’un diper filmlerinde de bulunan eksiklikleri bu filmdede devam ettiriyor olması. Film oldukça güzel bir konuya sahip. Kurgusu, işlenişi oldukça başarılı. Tabi araya atılan gereksiz sahneleri saymazsak. Hikayenin işlenişi açısından filmi algılamak biraz zor olsa da dikkatlice izlendiğinde kendine adapte eden oldukça başarılı bir konusu var filmin. Ancak üzerinde çok fazla durulmamış düşünülmemiş. İyi bir şey çıkacakken ortaya sıradan bir şey çıkmış.
Bir çok kişi filmi Inception‘la kıyaslamış. Aslında iki filmin kıyaslanması sadece gerçeklik ile ilgili konuda olur. Aksi taktirde aslında iki film birbirinin yanından bile geçmiyor. Bu konuda Trance için, Inception devşirmesi bir film takısı takanlara bir şeyi hatırlatmak isterim ki Trance 2001 yapımı Joe Ahearne‘nin yazıp yönettiği aynı isimli filmin uyarlaması. Yani Trance daha eski bir film.
Neyse sonuç olarak biz hikayemize dönelim: Simon bir müzayede salonunda çalışmaktadır. Bir gün bir açık arttırma esnasında hırsızlar müzayede salonunu basar ve Simon tabloyu saklamak için gerekli olanı uygulamaya başlar. Sanki Simon’un bu işten haberi var gibidir. Hırsızlar tabloyu alır ve kaçarlar. Bu arada Simon şiddet gördüğü için bir süre hastanede kalır. Evine geldiğinde ise her yer darmadağınıktır. Hırsızlar çantayı götürmüştür ama içinde tablo yoktur.
Bu sırada Simon’un hırsızlarla birlikte çalıştığını anlarız ancak tablonun çantanın içinde olmaması başına bela açar. Hırsızlar Simon’u kaçırır ve tablonun yerini sorarlar. Ancak Simon hafızasını yitirmiş ve tablonun nerede olduğunu hatırlamamaktadır. Bunun üzerine ekip Simon’u bir doktora göndermeye karar verir. Herhangi bir doktor seçerler. Doktor onu hipnotize edip tablonun yerini öğrenecektir. Kendisinin de işe dahil olmasını ister ve bu şekilde olaylar gelişir.
İşin içine hipnoz girince insan aklının yanılgısı hikayenin kurgusu yazının başında da söylediğim gibi dikkat çekiyor. Ancak hikaye o kadar özensiz ele alınmış ki basit bir film olarak karşmıza çıkıyor. Aslında bir yerde Danny Boyle’un her filminde olan o sıkışmışlıkla baş başa kalıyoruz.
Kurgu karışık olmasına rağmen karakterler üzerine oldukça fazla eğilmişler. Bu karakterleri tanımamıza yetiyor ancak aksiyon sahnelerinin bir çoğunda yapılan basit hatalar dikkatli izleyiciyi sıkıntıya sokuyor. Filmin ilk dakikalarındaki soygun sahnesinde yapılan basit hatalar ilk dakikadan insanın keyfini kaçırıyor. Özel güvenlik görevlilerinin minibüsünün arkasında otomobil yerleştirilmesi bunun üzerine onların da yukarıdan çıkmaya çalışması, arabayı biraz öne almayı akıl edememeleri “hadi be” dedirtiyor. Akabinde hırsızların salona ellerini kollarını sallaya sallaya girip çıkmaları soygun esnasında bile maske kullanmamaları, onu da geçtim bazı sahnelerde ellerinde eldiven olup bazı sahnelerinde olmaması bilhassa can sıkıcıydı.
Bunları filmin karmaşasına vererek es geçmek zorunda kalıyorsunuz bir yerde. Filmde Danny Boyle’un kamerayı nasıl güzel kullandığına tanık oluyoruz. Bu onuda bir şey diyemeyeceğim ancak karışık bir konuda hızlı görüntü akışı filmi anlamamıza yada yer yer adaptasyonda zorluk çekmemize neden oluyor. Bu sıkışıklık içerisine giren seks ve rüya sahneleri filmin daha karmaşık bir hal almasına sebep oluyor. Gerçi ben araya giren seks sahnelerinin bize ne anlatmak istediğini daha anlamış değilim.
Film karakterler hakkında ayrıntılı bilgi verirken aslında kendi içerisinde de bazı açıklar barındırıyor. Karakterler, ilişkileri, yaşanan olaylar, hipnozun bunlar içindeki kendi kurgusuna çekip orada bir düşünce oluşturmaktansa hepten insanın aklını karıştırıyor. Sonuç olarak bir sürü soru işareti aklınızda uçuşuyor. Tabi bu hikayenin de gereksiz sahnelerde dolayı eksik kalmasından kaynaklı. Mesela Franck karakterinin doktorla ilişkisi tam anlamıyla verilememişti. Finalde ona itafen yapılmış bir video vardı ama bu kısa süreli yaşanan hırsızlık olayının verdiği bir ilişki miydi, yoksa daha eskisi de var mıydı bu ilişkinin tam anlamıyla havadaydı.
Hikaye, kurgu bu şekildeyken oyunculuklar çok iyiydi diyebilirim. Gerek James McAvoy gerekse Vincent Cassel tam anlamıyla karakterlere oturmuş ve karakterlerin hakkını vermişlerdi. Ancak Rosario Dawson bu rol için bence pek olmamış. Ne çekiciliği, ne albenisi, ne de inandırıcılığı vardır. Belki soğuk bir karakter sergilemesi gerekiyordu ama bu karakter tamamen antipatik bir karakter olmuş. Zaten kadını ilk gördüğünüzde bir şeyler olduğunu hissediyorsunuz.
Müzikler oldukça güzeldi. Soundtracten bir kaç parçanın kesinlikle edinilmesi gerek. Filmin sesleri ve ses efekleri oldukça başarılıydı. Bu konuda tatmin olduğumu söyleyebilirim.
Özetlemek gerekirse, çok iyi bir film çıkacakken ortaya sıradan bir film çıkmış Danny Boyle’den beklediğimiz bir şekilde. Hikaye iyi kurgu biraz daha elden geçse gereksiz sahneler atılıp bazı sahneler oldu bittiye gelmese yani biraz daha çalışılsa üstünde iyi bir şeyler çıkacakmış ama olmamış. Filmin ilk dakikalarında aksiyonla başlayıp hikayeyi çözme aşamasında tempo düşürüp, sonra birden bire büyük bir aksiyonla final yapmaya çalışıp tim hikayeyi oldu bittiye getirmesi cabası. Yine de izlenebilecek bir film.
Yönetmen:Danny Boyle
Senaryo: Joe Ahearne, John Hodge
Oyuncular:
James McAvoy | … |
Simon
|
|
Vincent Cassel | … |
Franck
|
|
Rosario Dawson | … |
Elizabeth
|
|
Danny Sapani | … |
Nate
|
|
Matt Cross | … |
Dominic
|
|
Wahab Sheikh | … |
Riz
|
Linkler:
Siz ne düşünüyorsunuz?