On dakika sonra yüzümdeki ifadenin biraz daha sertleşeceğini biliyordum. Saatlerdir burada dilikmiş arada yudumladığım soğuk suyun dışında vücuduma inen soğuk yağmur iç organlarımı sarmaya başlamıştı. Önce midemde büyük bir gürültü hissettim, öyle ya duyamadığım sesini iyiden iyide hissettirmişti bana. Karaciğerime bir sancı saplanmıştı ardından. Yavaşça içimdeki o rahatsız gazı dışarıya bırakmak istedim. Tüm temkinli davranışıma rağmen büyük bir gürültüyle, şatafatlı bir özgürlük kutlamasıyla salmıştı kendini dışarıya. Neyse ki sokaklar boştu. Bir yerlere koşuşturan insanlar dışında sabit bir şekilde olduğu yerde bekleyen tek salak bendim. Doğru ya biraz ısınmak için neden hareket etmiyordum?
Bazen aklımın çalışmadığını düşünüyorum. Zaten zeki olduğumu da söyleyemem. Söylediğim tekdirde zaten “kendini beğenmiş aptal” olmak daha olası bir durum. Kendi teşhisimi kendim koymalıyım…
Bu sabah bir telefon sesiyle uyandım. Telefon sesi diyorum aslında öyle tindiri mindiri şeylerle uyanacak bir insan değilim. Ancak telefonun titreşimi beni yatağımdan sıçtaran. Lanet ettiğim tek şeyse güzel bir rüyanın ortasına denk gelmesi. Aslında saat ve telefon yada kısaca ötücü aletler güzel rüyaların içine sıçmak için icat edilmiş. Peki ben şimi bu güzel rüyayı neden hatırlamıyorum. Bir rüya olduğu ve bitiremediğim için mi, yoksa rüyada acı çekmediğim için mi? Bütün mutluluklar, acı sonrası hatırlanır oysa.
Telefonda “bilinmeyen numara” diye bir şeyler yazıyordu. Daha sonra nedendir bilmem telefonumda bilinmeyen numara diye biri kayıtlı mı diye baktım. Sanırım cidden aptalım. Telefonu açtım. Beni arıyorlarsa ilk sözüm kesinlikle “alo” değildir. “Alo” sanki iletişimsizlik halinde söylenecek bir sözmüş gibi geliyor bana.
“Efendim.” Ses yok, üstüne üstlük nefes alış verişte yok… ve işte şimdi iletişimsizlik tam zamanı…
“Alo… alo…” Telefona baktım saniyeler akıp gidiyor. 16, 17, 18…. 20… Telefonu tekrar kulağıma götürdüm. “Alo…” yine ses yok. Telefonu kapatıyorum.
Bu yağmurda denizin “çarşaf” gibi olması lazım ama esen rüzgarı düşününce bu çarşafın benimkilerden farkı kalmayacağını düşünüyorum. Düşündüğüm bir başka şey de burada ne kadar bekleyeceğim… Yağmur duracağa benzemiyor. Sokakta dolanan üç beş insan da elini ayağını çekmiş durumda. eminim ki bulutlardandır ama havada kararmaya yüz tutmuş…
Yaklaşık on beş dakika sonra bilinmeyen numara beni tekrar aradı. Bu kez aklımda şimşek gibi bir fikir belirdi. Ampul mü yanmalıydı yoksa… Şimşek, çakmak, yanmak… Bilinmeyen numarayla neden konuşmalıydım ki? Aslında operatörü arayıp bilinmeyen numaralara kısıtlamalıyım telefonumu diye düşündüm. Eylemlerim düşüncelerimden yıllar sonra gelir ya hep. Bu esnada düşündüğüm başka bir şey daha zaten zar zor çalan telefonumu neden bilinmeyen numaralara kapatmam gerektiğiydi. Savaşını vermem gerken bir sorun daha…
BU kez telefonu açmadım büyük bir zevkle sesini kısıp gelen arama animasyonuna baktım. İşte bu ceza yöntemi büyük bir mutluluktu benim için… Belki de bu bilinmeyen numarayla aramızda sonsuza kadar sürebilirdi, ben cevaplar o konuşmaz, onun konuşacağı zaman da ben telefona cevap vermeyebilirdim. Telefon uzun uzun çaldı. Yani telefona sarılıp gözlerimi kapattığımda çalıyordu ve açtığımda hala çalıyordu. O göz açma ve kapama anındaki rüyayı oldukça net hatırlıyorum. O rüyaya göre geçen süre kısa olamaz…
Bu ilk hapşuruğum. Eminim ki bunun devamı da gelecek. Yağmurdan sonra aslında yapmam gereken eve dönüp sıcak bir duş alıp uyumak ama eve ne zaman döneceğimi bilmiyorum. Daha şimdiden iki saat olmuş. İki saatte geçen insan sayısı yüz elli dokuz. Aslında ben yanlış saymış olmalıyım. İşin biraz daha kolayına kaçarsam, on dakikada geçen insan sayısını alıp, altı ile çarpıp saat balına geçen ortalama insan sayısını bulmak daha kolay. Bunu da yapabilirim aslında. Önce on dakikada bir, sonra on beş, sonra otuz… bir saate gerek var mı? sanmıyorum… ya da olabilir başka işim mi var sanki?
Rüzgar ve yağmur bir olunca insanın uykusunu getiriyor. Aslında buna bir de hız eklenmeli. Rüzgarın hızını düşünüp işin bu kısmını hiç hesaba katmıyorum. Şimdi uykum geldi. Gözlerimi ayakta tutamayacak halde hemde. Aslında karşıdaki kafaye girip sıcak bir şeyler içip orada beklesem fena olmayacak. Ama olmaz, beklemek gerekiyorsa yerinde beklenmeli…
Bu günden sonra daha fazla fotoğraf çektireceğim. Öldükten sonrada hatırlanmalıyım diye bir fikir peydahlandı birden içimde. Büyük işler başarıp hatırlanamayacağımdan dolayı, geride çokça resim bırakmak en azından benden sonrakilerin beni daha uzun süreli hatırlamasını sağlar. Ancak bunlar dijital ortamda olan fotoğraflar olmamalı. Hepsi fotoğraf kağıdına basılı olmalı ki yıpranmasına rağmen elde tutulsun. Nedense dijital ortamdaki fotoğraflar bana hep samimiyetsiz gelmiştir. Hani çokta fotoğraftan anlamam hatta hiç çektirmem ama bana bıraktığı duygu bu yönde olmuştur…
Eski fotoğrafları vakti zamanında tarayıp bilgisayara armıştım. Hatta o kadar çok kopyası vardı ki, eline ulaşmadık insan kalmamıştı. Şimdi ise akınıyorum hiç birisi yok etrafta. Ancak Eve gidip çekmeceyi açtığımda basılı fotoğrafların hepsi orada olacak. Tamam bazıları çocuklar tarafınfan dişlenip salyalanmış olabilir ama, üzeirnden yıllar geçse de hep orada… Siz hangi filmde bilgisayardan fotoğrafları silip geçmişini unutanı gördünüz. Fotoğraflar yakılmalıdır bencede…
Siz ne düşünüyorsunuz?