yy. (2)

Akşam karanlığı iyice çökmüştü. Gökyüzü karanlık bulutları hapsetmiş, hararetli bir şekilde oradan oraya savuruyordu. Rüzgar sertleşmeye başlamıştı. Montumun yakalarını havaya kaldırdım, atkımı birazda sıktım. Sıkışan boğazımı rahatlatmak amacı ile yutkunduğumda sıcak bir kütle boğazımdan aşağıya indi. Beni karşılayacak görevliler henüz gelmemişti. Rüzgar bütün sessizliği kendi safına çevirmiş, ağaç yaprakları ile birlikte kıpırdamıyordu sanki. duyduğum derin rüzgardan başkası değildi. İneli beş dakika olmuş beni karşılayacak kişi henüz gelmemişti. Otobüsten ineli sokaktan henüz bir tane bile taşıt gelmemişti. Rüzgarın uzaktan getirdi konuşma sesleri dışında burada insan olduğundan bile şüpheliydim. Sağıma ve soluma yol boyunca baktığımda görüş mesafesinin giderek düştüğünü fark edebiliyordum. Sağ tarafımda tam da eski mezarlığın ortasında bulunan bir sokak lambası yanıp yanıp sönüyordu. Bunun sadece sokak lambalarına özgü bir şey olduğunu düşünüyorum. Yıllardır evimde hiçbir lamba bu şekilde bozulmamıştı…
Sağ tarafımda mezarlık olduğu fikri aklıma geldiğinde bedenimi bir titreme sardı. Bunun o an esen sert rüzgarın ürünü olabileceğini düşünerek kendimi rahatlattım, ancak biliyordum ki bunun sert esen rüzgar ile bir alakası yoktu. Tamamen korkunun verdiği bir titremeydi. Aslında yani bir mezarlık olsa beni bu kadar ürkütmeyeceğini biliyordum, mezarın eski olması ise aklımdaki mantıksal açıklamaların önünü tıkıyor ve ürpermeme sebep oluyordu. Rüzgarın sessizliğini bölmek, bir parça da ısınmak için yerimde zıplamaya başladım. Şu evlerin nerede olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Olsa bu soğukta bekleyecek kadar aptal değildim.
Ayak seslerim arasında sanki bir motor sesi duyduğumu fark ettim. Emin olmak için tamamen sessizliğe bütündüm. Azalan rüzgar artık yanıp sönen lambanın güçlü tıkırtısını da bana iletiyordu. Tamda lambanın altında uzun iki ışık belirdi. Yavaşça ilerleyerek yanımda durdu. Bu dakikalardır geçen ilk araçtı ve umarım beni almaya gelmişti.
Yolda ağır aksak ilerleyen araç Murat 124’tü. Bu yolda bu aracın ilerlemesi bana hayret vermişti. Beyaz arabanın etrafından dumanlar yükselirken penceresi açıldı. Bir duman topu gök yüzüne rüzgar ile birlikte yayıldı. Esmer, siyah bıyıklı, başında beresi olan bir adam başını dışarıya doğru uzattı.
“Oğuz Bey siz misiniz?” Rüzgar ve motır sesinden dolayı sorduğu soruyu anlamamıştım. Biraz daha arabaya doğru yaklaştım. Adam bağırarak tekrar sordu. “Oğuz Bey?”. “Evet” dedim. Adam gülerek eli ile de işaret yaparak “atlayın, atlayın” dedi. Koşarak şoför koltuğunun yanına oturmak için arabanın önünden dolandım. Kapıyı açtım, kapı açılırken sanki kapı elimde kalacakmış gibi bir duyguya kapıldım. Adam yüzüme bakarak “isterseniz çantanızı arkaya atın” dedi. Ben de dediğini yaparak çantayı koltuğun üstünden arkaya attım.
Nihayet yola çıkabilmiştik. Eski araba her rüzgar esişinde savruluyor sanki yolda ilerlemek için çok çaba sarf ediyormuş gibi inliyordu.
“Çok beklemediniz inşallah…”
“Yarım saat kadar oldu.”
“Yapmayın ya! Ben de sizi diğer tarafta bekliyordum. Bu otobösçülerin işi belli olmuyor. Asıl ana yol diğer taraf ama bazen yolcuları varsa burayı da kullanıyorlar. Dedim on dakika gecikir ama bekle bekle yok… ne gelen var ne giden… Dedim bir tur atayım… Telefon numarası yok muydu sizde arasaydınız keşke…”
“Ne bileyim aklıma gelmedi, neyse sonunda buluştuk ya önemli olan o… donmakta vardı burada…”
“Ha, ha… yok canım daha neler, biz bırakmazdık sizi, hem hemen mezarlığın yanındaki yoldan aşağıya doğru inince evleri görürsünüz birinden biri yardım ederdi size. Zaten bizim yerimizde oradan hemen beş dakika yürüme mesafesinde. Bakma yol olmadığı için böyle dolanmak zorunda kalıyoruz.”
Yol boyunca sürekli bir şeyler anlatıp durdu. Ben ise bir yanımız uçuruma uzanan yolda karanlığı seyretmekten başka bir şey yapmıyordum. Sanki sonsuzluk dediğimiz şu şey yemen yanı başımdaydı. Ancak benliğim onun derin bir uçurum ve ölümden başka bir şey olmadığını hatırlattı bana. Ölümde zaten sonsuzluktan başla bir şey değil miydi? Yani en azından şimdi onu hatırlatıyordu bana…
“İşte burası.” Adamın kurduğu son cümle sihirli bir kelimeymiş gibi beni gerçek hayata geri getirdi. İki katlı uzunca bir bina özelliksiz bir şekilde karşımda duruyordu. Adam konuşmasına devam etti. Sabah ve akşam yemeklerini burada yiyoruz. İsterseniz evinize de getirebiliriz. Kış günü zaten pek kalabalık olmaz. Özel istediğiniz bir şey olursa söylersiniz…”
Başımı ona doğru çevirip gülümsedim. Sanıyorum demek istediğimi anlamış olacak ki o da bana güldü. Arabanın motorunu durdurarak bana baktı. “Bizim yolculuk buraya kadar hadi gidelim biraz ısınalım…”
Isınma fikri kemiklerimdeki titremeyi biraz daha arttırmıştı. Aslında hep bunun tersini olduğunu düşünürdüm ya da bende bir terslik vardı. İkimizde aynı anda arabadan indik. Hemen arabanın önünde bulunan büyük bir taşı alarak arabanın arka tekerleği altına koydu. Bana bakarak “Güven olmuyor bu merete, arada gezineceği tutuyor.” Binaya doğru ilerledik ve kapıdan girdik.
İçeriye girdiğimde sıcak bir hava akımı yüzüme çarptı. Birden bire terlediğimi hissetmeye başladım ki hada kapı bile ardımdan kapanmamıştı. Hemen girince bir kaç masa karşıladı beni, kapının hemen yanında bir divan onun karşısında ise bir koltuk vardı. İkisinin arasında da horul horul yanan bir şömine. Adam arkadan içeriye doğru bağırdı. “Aslı, biz geldik, gel, gel…” Etrafa bakınmayı bitirmemiştim henüz. Sağ tarafta küçük bir kitaplık, hemen onun karşısında bir televizyon vardı. Gayet sade bir yerdi.
“İsterseniz çıkartın üstünüzü. Bak o kadar konuştum ben adımı söylemedim. Ben Fırat.” Elini bana uzattı ve tokalaştık.
“Memnun oldum. Ben Aslı Hanımla görüşmüştüm sanırım.”
“Evet, evet, kendisi eşim olur. İşte ikimiz birde çocuklar burada yaşayıp duruyoruz işte…”
Kapıdan yedi yaşlarında bir kız çocuğu çıktı. Kızıla vuran saçları iki yandan toplanmıştı. Bana birden bire Uzaylı Zekiye’yi anımsattı.
“Merhaba desene kızım abiye.” Kız yanıma yaklaştı. Etrafımda bir tur attı. O beni ben onu dikkatlice izliyordum. Sanki düelloya tutuşacak iki düşman gibiydik.
“Terlemeye başlamışsın, bence üzerini çıkart.” dedi küçük kız sert bir ses tonuyla. “Peki” diyerek cevap verdim. Elimdeki çantamı yere koydum. Montumun fermuarını açarak montu çıkardım. Bütün işlemleri yavaş yavaş yapıyordum. Küçük kız tüm hareketlerimi izliyordu. Onun üzerimdeki gözleri benim daha tedirgin hareket etmemi sağlıyordu. Aramızda ilginç bir şeyler olduğu kesindi ancak olan bitene anlam veremiyordum.
“Ben alayım montunuzu” diyerek adam elimdeki montu aldı. “Siz bakmayın ona çok bilmiştir kendisi, hep böyle, birazdan soru yağmuruna tutar sizi.”
Gülümsedim ve divana kendimi bıraktım. Kız hala gözlerini benden ayırmıyordu. Bir süre birbirimize baktık. Gözlerimizi kaçırmamız içeriden gelen kadın sayesinde oldu.
“Hoş geldiniz, ben Aslı, kurusa bakmayın yemek yapıyordum da karşılayamadım.” Ayağa kalktım ve elini sıktım. Kocasına göre daha genç gözüküyordu. Hafif tombulcaydı, ancak pek rahatsız edecek derecede bir kiloya sahip değildi.
“Hoş bulduk, önemli değil siz işinize bakın.”
“Ben de yemek yapıyordum ama sizin ne yiyeceğinizi hiç bilmiyorum. Zaten bir çift kalıyor şuanda onlar da yumurtalı ıspanak istemişlerdi siz yer misiniz, başka bir şey yapayım mı?”
“Yok, yok bana uyar, yerim ben..”
“Eğer bir şey isterseniz söyleyin hemen yaparım.”
“Yok teşekkürler, artık ilerleyen günlerde. Teşekkürler…”
“Peki, ben yemeğin başına gidiyorum size de hazırlıyorum buraya bir sofra…”
“Teşekkürler.” Kadın adama doğru döndü. Adam televizyon kumandası elinde kanalları geziyordu. Bir haber kanalında bıraktı.
“Fırat sofrayı hazırlamamda bana yardım eder misin? Kızım sende kardeşine bak bakalım uyuyor mu hala…” İkisi de sessizce verilen görevleri yerine getirmek için gittiler. Televizyonla şu an için tek ses kaynağı ile baş başa kalmıştım.